قَالَ اللهُ تَعَالَى : اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰيهُ قُلْ فَأْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ. (سورة هود، ١۳ )
الله تعالى شويله بيوردى ( مئالا ) : يوقسه اونى ( قرآن كريمى ) كندى اويدوردومى ديورلار ؟ أؤيله إيسه ده كى ؛ حيدين ( فساحتده ) اونون كبى اولان ، اون سوره اويدوروب كترين ، الله دان باشقه كوجونوزون يتديكينى ده ( ياردمه ) جاغيرن ، أكر دوغرى سويليورسانز ( بونى يابارسنز ) . "
Allâhü Teâlâ buyurdu (meâlen): “ Yoksa onu (Kur’ân-ı Kerîm’i) kendi uydurdu mu diyorlar? Öyle ise de ki; haydin (fesahatta) onun gibi olan, on sûre uydurup getirin, Allah’tan başka gücünüzün yettiğini de (yardıma) çağırın, eğer doğru söylüyorsanız (bunu yaparsınız).”
(Hûd Sûresi, âyet 13)
Hicrî: 19 Cemaziyelevvel 1444 Fazilet Takvim
EN BÜYÜK MUCİZE: KUR’ÂN-I KERÎM -3
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) her sene hac mevsiminde Mekke dışına çıkıp etraftan gelen kabilelere; “Ey filan oğulları!” diye hepsine ayrı ayrı hitap ederek, hâle muvâfık olan âyet-i kerîmeleri okur ve onları hak dine davet ederdi. Böylelikle kabilelerden nice kimseler İslâm ile müşerref olmakta ve İslâm, Arabistan’ın her tarafına yayılmaktaydı.
Bir gün Selemeoğulları kabilesinden birkaç yiğit Mekke-i Mükerreme’ye geldiler, bazı âyetleri dinleyip hemen İslâm ile müşerref oldular. Kabilelerine dönüp gittikleri zaman Resûl-i Ekrem’in vasıflarını onlara da anlattılar. İçlerinden Amr bin Cemûh, oğluna, “O zâttan işittiğin sözleri bana söyle.” dedi. O da Fâtiha Sûresi’ni okudu. Amr bin Cemûh, “Bu ne güzel kelâmdır. Diğer kelâmları da böyle güzel midir?” diye sorunca oğlu, “Evet” diye cevap verdi.
Araplardan biri, Yûsuf Sûresi’nin 80. âyet-i kerîmesini işitince, “Ben şehâdet ederim ki, hiçbir mahlûk, buna benzer söz söyleyemez.” demişti. Gerçekten Kur’ân-ı Kerîm, ne nazım ne de nesirdir. İkisinden başka, latîf bir kelâmdır ve baştan sona fasîh ve belîğdir, tamamı mucizedir. Yani benzerini söylemekten, insanlar âcizdir.
Arapların en belîğleri, Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini bazı şiirler ile mukayese ettiler. Nihayet, hiçbirine ve beşer sözüne benzemediğini anladılar. Fakat Muallakât-ı Seb‘a (Kâbe-i Muazzama’nın duvarına asılan meşhur yedi şiir) yine Kâbe’nin duvarında asılı dururdu. Ancak belâğatın en yüksek derecesinde bulunan âyet-i kerîmelerden Hûd Sûresi’nin 44. âyet-i kerîmesi nâzil olunca onlara pek ziyâde tesir etti, iliklerine işledi. Arapların en meşhur şairi İmriü’l-Kays’ın kız kardeşi, o âyet-i kerîmeyi işitince: “Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri de iftihâr meydanında duramaz.” diyerek İmriü’l-Kays’ın kasîdesini Kâbe’nin duvarından indirdi. Onun altındakilere hiçbir diyecek kalmadığından onlar da birer birer indirildi.
Artık iftihâr ve belâğat meydanında yalnız Kur’ân-ı Kerîm vardı ve Kur’ân-ı Kerîm’in belâgatının tesiriyle bütün fasîh ve belîğ kimseler mağlup oldu.
Hicrî: 19 Cemaziyelevvel 1444 Fazilet Takvim
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder