29 Nisan 2012 Pazar

Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri (K.S)








Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri (K.S)
(1888 – 1959)




SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN (K.S.)
KÜNYESİ
Ebu’l-Fârûk Süleyman Hilmi Tunahan (K.S.) Hazretleri, yakın tarihimizde, zamanının İslâmî ilimlerini tahsil ederek, ilimde en ileri noktaya varmış; müderris, dersiâm, hukûkçu, hadîs ve tefsîrde mütehassıs bir İslâm âlimi, tasavvufta Nakşibendî silsilesinin 32. halkası Buhâralı Salâhuddin İbn-i Mevlânâ Sirâcüddin Hazretleri’nin en büyük halîfesi, vekîli, bu silsilenin 33. ve son halkasıdır.

ŞECERESİ
Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) Efendi Hazretleri, Rûmî 1304 (Mîlâdî 1888) yılında -bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan- Silistre’nin, Hezargrad kasabasının, Ferhatlar köyünde dünyaya gelmiştir. Pederi, tahsilini İstanbul’da tamamlamış, Satırlı Medresesin’de yıllarca müderrislik yapmış, Hocazâde Osman Efendi’dir.
Osman Efendi, gençlik yıllarında İstanbul’da tahsilde iken bir rüya görür. Rüyâsında vücûdundan kopan bir parça gökyüzüne yükselmiş, oradan dünyaya ışık saçmakta… Osman Efendi, bu rüyayı kendi sulbünden dünyaya gelecek hayırlı bir evlat mânâsına yorar ve Silistre’ye döndüğünde evlenir. Dünyaya gelecek çocuklarından hangisinin rüyâda gördüğü, ışık saçan evlada uygun düşeceğini takibe başlar.
Fehim, Süleyman Hilmi, İbrahim, Halil isimli dört erkek ve Zâhide isminde bir kız evladı dünyaya gelir.
Bu çocuklarının içinden Süleyman Hilmi dünyaya gelip de, yetişmeye başlayınca, tespit ettiği alâmetlere göre bütün ümidini ona bağlar. O kadar ki; Süleyman Efendi Silistre’de Satırlı Medresesi’nin ilk sınıflarında iken, babasının huzûruna her çıkışında onun ihtirâmla ayağa kalktığına ve “Buyurun Süleyman Efendi oğlum…” diye fevkalâde bir iltifat ve alâka   gösterdiğine şâhit olur.
Süleyman Efendi, bu halden o kadar mahcûptur ki, babasının huzûruna girmek için, onun başını eğerek kitap okuduğu, mangala cezve  sürdüğü veya başka bir işle meşgul bulunduğu anları seçer olmuştur.
Süleyman Efendi Hazretleri’nin dedeleri, Kaymak Hâfız diye tanınan Mahmut Efendi isimli bir zât olup, 110 yaşlarına doğru vefat etmiştir. Büyük dedeleri, Seyyid İdris Bey’dir. İdris Bey, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından Tuna hânı nasbedilmiş ve kendisine kız kardeşi tezvic edilmiş bir zâttır.

Fâtih Sultan Mehmed Hazretleri padişahlığı zamanında, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e olan sevgilerinden dolayı “Yeryüzünde evlâd-ı Resûlden kimler kaldı” diye araştırmış, şeceresine hiç şâibe ve şüphe karışmamış olduğunu tespit ettiği Seyyid İdris Bey’i bulmuş ve kızkardeşi ile evlendirerek, Tuna havalisine hân tâyin etmiş; o bölgenin vergi ve sair mükellefiyetlerini tedvir için vazifelendirmiştir. Bu vazife, Süleyman Efendi’nin babası Osman Efendi’ye kadar devam etmiştir.
Süleyman Efendi Hazretleri’nin şeceresi, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in pâk nesline dayanmaktadır. Pederleri tarafından Hz. Hüseyin (r.a.)’a nisbeti olup “Seyyid”, anneleri cihetinden Hz. Hasan (r.a.)’a nisbetleri bulunmakla “Şerîf”tirler.

TAHSİL HAYATI VE MEMÛRİYETİ
Süleyman Efendi, ilk tahsilini, babası Osman Efendi’nin de müderris olarak vazife yaptığı Satırlı Medresesi’nde yapmıştı.
Daha sonraları pederleri tarafından yüksek tahsil için İstanbul’a gönderildi.
Osman Efendi, oğlunu İstanbul’a gönderirken şu  tavsiyelerde bulundu:
“Oğlum, Usûl-ı Fıkıh ilmine iyi çalışırsan, dininde kuvvetli olursun. Mantık ilmine iyi çalışırsan, ilminde kuvvetli olursun.”

Süleyman Efendi, İstanbul Fâtih Medreseleri’ne geldiklerinde, medresede yer kalmamıştı. Bu sebeple, bazı ilim âşığı talebeler yer olmadığından bodrumda yatıp kalkıyorlardı. Süleyman Efendi de bir müddet orada kaldılar. İmkân olmadığı için çok zor şartlar altında, mum ışığında ders çalıştılar. (Son devrin  İslâm âlimlerinden Mahmud Esad Efendi de o bodrumda kalanlardandır).
Süleyman Efendi, Fâtih Câmii’nde ders vermekte olan Bafralı Ahmed Hamdi Efendi’nin rahle-i tedrîsinde derslere başladı. Dersleri, sesleri yankılandırmadığından  minber karşısındaki mahfelin alt kısmında okurlardı.
Bafralı Ahmed Hamdi Efendi, onun aklını ve derslerini öğrenme husûsundaki kâbiliyetini  takdir ediyor; medrese muhîtinde ise, onun hakkında “Zeki çocuk, yetişirse iyi bir âlim olacak” diye bahsediliyordu. Nitekim kısa zamanda yüksek zekâ, çalışkanlık ve takvâsıyla bütün hocalarının dikkat nazarlarını üzerine çekti.
İlim tahsili husûsunda irâdelerini o derece zorluyorlardı ki; okuduğu kitapların sahifeleri üzerine burunlarından kan damlıyor, gözleri uykusuzluktan âdetâ kan çanağı haline geliyordu.
Soğuk kış günlerinde pencereden uzanarak aldıkları bir parça karı avuçları içinde sıkıp ve enseleri ile gömleklerinin yakaları arasına koyuyor, kar parçasının vücût harâretinde yavaş yavaş erimesi neticesinde sırtlarından aşağı inen ince su yolu daima uyanık bulunmalarını temin ediyordu.
1913 yılına kadar Bafralı  Hamdi Efendi’nin yanında âlet ilimleri tâbir edilen sarf, nahiv, belâgat, mantık, vaz’, cedel ve münâzara gibi ilimleri ve âlî (yüksek) ilimler denilen fıkıh, kelâm, hadis, tefsir ve usûl-i fıkıh, usûl-i hadîs, usûl-i tefsir gibi ilimleri tamamlayarak icâzet aldı.
1913 yılında, Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medreseleri, Kısm-ı Âli’sine girdi. Ancak diğer talebeler gibi birinci sınıftan değil, doğrudan üçüncü sınıftan başladı.
1915’te 3. Sınıfın birinci şubesini 90 üzerinden 88 puanla birinci,
1916’da 4. Sınıfı 80 üzerinden 76 puanla beşinci olarak bitirdi. 1916 yılında ilim silsilesinden gelme bir dersiâmdan  icâzetli oldu. Artık O, zamanının en yüksek medresesinden mezûn bir din âlimi idi.
30 Eylül 1916’da ihtisâs (doktora) yapmak ve dersiam (Profesör) olarak yetişmek üzere Süleymaniye Medresesi’ne bağlı Medresetü’l-Mütehassisîn’e kaydoldu.Bu medresenin ilk iki yılını tam bir muvaffakiyetle tamamlayarak Eylül 1918’de  kendisine, 20 kişi ile birlikte, İstanbul Müderrisliği Ruûsluğu (akademik bir kariyer) verildi.
Ayrıca Süleymaniye Medresesi’ne girmeden önce Medresetü’l-Kuzât’ın  (Hukûk Fakültesi) giriş imtihanını birincilikle kazanmıştı. Bunu büyük bir sevinçle pederi Osman Efendiye mektupla bildirdi, ancak ondan şu cevabî telgrafı aldı: “Süleyman! Ben seni İstanbul’a, cehenneme gitmen için göndermedim”. Osman Efendi bu ikazlarıyla, “Üç kâdıdan ikisi cehennemdedir” meâlindeki hadîs-i şerîfi hatırlatıyordu.
Süleyman Efendi, babasına verdiği cevapta; maksadının hâkimlik mesleğine geçmek olmayıp, devrin bütün  zâhirî din ilimlerinde kemâle ermek olduğunu bildirdi. (Nitekim ileride Ankara Ağır Ceza  Mahkemesi’ne hâkim olarak tâyin edilecek ve bu mesleğe tâlip olmadığını bildirerek, kadılığı reddecektir).
Süleymaniye Medresesi’nin “tefsir-hadis” kısmından icâzetini alıp dersiâm olduğu gibi, Medresetü’l-Kuzât’dan da diplomasını iyi derece ile alıp kâdılık (hâkimlik) rütbesine ulaştı. Böylelikle devrinin aklî ve naklî ilimlerinde en yüksek dereceyi ihrâz etti.
1 Haziran 1920 tarihinde dersiâm olarak vazifeye başladı. Bu onun ilk memuriyeti idi. 27 Nisan 1921 tarihine kadar dersiâmlığa devam etti.
1922 tarihinde Dâr’ul-Hilâfet’il-Aliyye Medresesi’nin birinci kısmında Türkçe müderrisliği vazifesine başladı.
29 Mart 1923 tarihinde Dâr’ul-Hilâfet’il-Aliyye Medresesi İbtidâ-i Hâric Kısmı, Sarf-ı Arabî Müderrisliği’ne tâyin olundu.

25 Eylül 1923 tarihinde tekrar Türkçe Müderrisliği’ne tâyin olundu.
3 Mart 1924 tarihinde Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu çıkınca medreseler, önce Maârif Nezareti’ne (Milli Eğitim Bakanlığı) bağlandı ve bilâhare tamamen ilga olundu. Süleyman Efendi Hazretleri’nin vazife yaptığı İbtidâ-i Hâric Medreseleri ise, İmam Hatip mektebine tahvîl edildi. Süleyman Efendi  bu okulun eğitim kadrosuna alındı ise de, dersiâmlık uhdesinde kalmak şartı ile müderrislikten kendi isteği ile ayrıldı

1924 yılında kabul edilen Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile medreseler ve diğer dînî eğitim müesseselerinin kapatılmasına karar verilmişti. Böylelikle dinin klasik medrese usûlüne uygun olarak okutulması yasaklanmıştı.
Süleyman Efendi Hazretleri bu vaziyet karşısında büyük bir azim ve gayretle usûlüne uygun olarak aynı tedrîsâtı devam ettirmek istemiş ve bu hususta çareler aramaya başlamıştı. Müderrisler cemiyetinin lağv ve fesh edilmesine dair gelen emir üzerine de bir toplantı yapılmıştı. 520 kadar dersiâmın bulunduğu o toplantıda söz alarak şunları söyledi:
Arkadaşlar, medreseler lağvedildi. Bu vaziyet karşısında milletin dini ne olacak? Buradan dağılmadan aramızda bir karar alalım. Biz 520 dersiâmız, her birimiz memleketin bir köşesinden gelmişiz. Bizler ilim adamları olarak, bu milletin dînî ihtiyacını daha 50 yıl  karşılarız.
Memleketlerimize dönünce ikişer talebe bularak, onlara Allah’ın ilmini okutup, dinini belletecek olursak, bu talebeler, 50 sene daha bu milletin dinine kâfî gelirler. Zaten her yüz senenin  başında Allah-ü zû’lcelâl’in bir müceddid göndereceği, hadis-i şerîfle haber verilmiştir. Bunu yapmazsak huzûr-i ilâhîde yakamızı mesûliyetten kurtaramayız.
O, bu sözleriyle kapatılmış olan medreseleri fiilen açık tutmanın çarelerini arıyordu. Süleyman Efendi’nin bu teklifinden sonra bazı dersiâmlar söz alıp dediler ki:
“Çok doğru söylüyorsun Süleyman Efendi; ancak, Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu yürürlüğe girdi. Ortalık toz-duman, hayatlarımız tehlikede, bu vaziyet karşısında tekliflerinizi tatbik etmek mümkün olmasa gerek!” Bunun üzerine tekrar söz alan Süleyman Efendi Hazretleri:
Arkadaşlar, Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu cemiyet hâlinde tedrîsât yapmayı yasaklıyor, bir iki kişiyi yasaklamıyor. Çünkü bir-iki de cem’iyyet yoktur. Ben de size, bir iki kişi okutalım diyorum” dedi. Bunun üzerine bazı müderrisler mahkeme ve hapse düşmekten korktular: “Bu şiddet zamanında bunu da yapamayız” dediler.


Bu defa Süleyman Efendi Hazretleri, dinî tedrisat vazifesini fahriyyen (maaşsız-ücretsiz) yapmağa hazır olduklarını bildirmek üzere, zamanın hükümetine, (TBMM Başkanlığına) bir telgrafla mürâcaatta bulunmayı teklif etti. Ancak, zamanın idaresi tarafından İslâmi faaliyetlere menfi nazarlarla bakıldığını iyi bilen dersiâmlardan bir çokları, böyle bir teklifi de benimsemediler.
Süleyman Efendi de bu teşebbüsün, o günün şartları içinde müsbet karşılanmayacağını çok iyi biliyordu. Ne var ki O, yarın âhirette ellerinde bir belge bulunmasını, bu belgenin belki de bir çok dersiâm için ”Yâ Rabbi! biz senin dinini okutmak istedik, ama imkân bulamadık” kabilinden bir vesîle-i necât olabileceğini düşünüyordu.
Uzun müzakerelerden sonra neticede bir kısım dersiâmlar şu meâlde telgraf çekilmesinde mutâbık kaldılar. “… biz, aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiâmlar, hükümetimizin harb-ı umûmi gibi büyük bir felaketten çıkması dolayısı ile mâlî müzâyaka içinde bulunduğunu dikkate alarak, dinî ilimleri fahriyyen okutmaya hazır olduğumuzu bildirir….” Bu telgrafa gelen cevap: “… Memlekette Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu yürürlüktedir, hilâfına hareket şiddetle cezâyı müstelzimdir” diyordu.
Cevap çok açık ve kesindi. Bu hâdiseyi bilâhare talebelerine nakleden Süleyman Efendi  şöyle buyururlar:
Evlatlarım, bir çok dersiâmlar korktular, okutmadılar. Biz korkmadık okuttuk. Allah’a şükür yaşıyoruz. Ama korkanlardan bir çokları ölüp gittiler. Korkunun ölüme faydası yoktur.
İşte o toplantılarda kabul görmeyen talebe okutma fikir ve hizmetini, kendi evinde iki kızını bizzat okutarak başlattı.

Dersiâmlığın kaldırılmasından sonra vaizliğe başlayan Süleyman Efendi, hayatının son senelerine kadar  Sultanahmet, Süleymaniye, Yenicâmii, Şehzâdebaşı, Kasımpaşa Camii Kebir’i gibi İstanbul’un büyük câmilerinde halka va’z ederek irşâd vazifesine devam etti.

KUR’ÂN OKUTMA HİZMETİ, GAYRET VE MÜCÂDELESİ
Süleyman Efendi Hazretlerini ve Onun Kur’an hizmetlerini, o hizmetlerin millî ve mânevî alandaki ehemmiyetini gerçek manada anlamak için, o devirdeki şartları, icapları, husûle gelen ihtiyaç ve zarûreti mutlaka bilmek ve nazar-ı îtibâra almak lâzımdır.
Asırlardan beri dinin öğretilip, öğrenildiği bütün müesseseler bir anda kapatılmış, müslüman halk dinini öğreneceği din müesseselerinden tamamen mahrum bırakılmıştı. Dolayısıyla dinî ve manevi sahada korkunç bir kültür boşluğu meydana gelmişti.
Pek çok dersiam, değil başkalarını okutup din adamı yetiştirmek, kendi evlatlarını dahi okutmaktan çekinmişler, bazı müderrisler de günün şartları karşısında endişeye kapılmış, mesleklerini dahi bırakmışlardı. Bir kısmı dünya işleri ile meşgul olmuş, bir kısmı ise idareye kayıtsız şartsız teslim olmuşlardı.
İşte böyle bir vasatta Süleyman Efendi Hazretleri kendi tabirleri ile cehenneme sel gibi akmakta olan Ümmeti Muhammed’den “Bir kütük kurtarsak kârdır” telakkisi ile hizmetlere karar vermişti.
Süleyman Efendi, ilk olarak 1930-36 yıllarında, Çatalca’nın Kabakça köyünde kiraladığı çiftlikte, o gün bulabildiği bir kaç talebeye dînî dersler vermeye   başladı.  Bir taraftan talebeleri işçi gibi göstererek okuturken, diğer yandan İstanbul’a amele pazarlarına geliyor, istidatlı gördüklerine; “Evladım kaç paraya çalışırsın?”  “Bir liraya”  “Gel ben sana üç lira vereyim. Sen Allah’ın dinini kitabını öğren. Bu ilimler ortadan kalkmasın” diyerek talebe topluyor, bulduğu işçileri, maaş veya yevmiyelerini vererek  okutuyor. Böylece mücâdelede malıyla, canıyla en güzel hizmet örneği veriyordu.
Din adamı yetiştirmek lâzımdı. Küçük, büyük, genç, ihtiyar, işçi, esnaf demeden Allâh’ın kitabını öğretmek lâzımdı. Yapı ustasından, demirciden, kalaycıdan, terziden müftü olur mu? İşte Süleyman Efendi bunlardan müftü, vaiz yetiştirdi ve onlara, yıllarca Ümmet-i Muhammede hizmet ettirdi.
Dini öğretmek gayesi ile Anadolu’nun bazı kasaba ve şehirlerine giden Süleyman Efendi, talebelerini bazen kömür işçisi, bazen (tuğla-kiremit fabrikasında) fabrika işçisi, bazen de tarla işçisi göstererek okutmaya devam etti.

Öyle zamanlar oldu ki, talebeyle bir yerde toplanıp okutmak imkânı kalmadı.  Taksi kiralayıp İstanbul’u gezermiş gibi  okutmayı denedi. Ve bir ara şartlar o kadar ağırlaştı ki, elde kitap taşımak, kitaptan okutmak imkansız hale geldi. Ve dünyada bir eşine rastlanmayan bir usûle başvurdu.
Bir kaç talebesi ile Haydarpaşa Gar’ından  Ankara istikametine giden trene biniyor, Arifiye istasyonuna kadar ezberden ders okutuyordu. Arifiye istasyonunda iniyor, Ankara’dan gelen trene binerek  İstanbul’a kadar okutmaya devam ediyordu.
Kur’an hizmetleri devam ettikçe aleyhinde çok şeyler uyduruldu, insafsız ithamlara maruz kaldı.
Amansız polis takibatları, idarî ve adlî tahkikatlar birbirini kovaladı. Aleyhinde muhtelif davalar açıldı, tevkif edildi. Evinden alınarak 1. Şube’nin  tabutluğunda 3 gün polis nezaretinde kaldı. 1939’da İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde muhakeme ve 1944’de İstanbul Sulh Ceza Mahkemesi’nce tevkif ve muhakeme edildi. Tabutluklarda 8 gün alıkondu. 1957’de Bursa Ulu Câmiinde tertiplenen “sahte mehdilik” hadisesiyle bağ kurularak Kütahya Ağır Cezâ Mahkemesi’nce damadı ve sevenleri ile beraber tevkîf edilip, muhâkeme edildi.
İki ay kadar Kütahya hapishanesinde kaldı. Fakat her defasında berâat etti Bunca takibata, muhakeme ve tevkif edilmesine rağmen hayatında bir tek günlük mahkûmiyet  almadı.
Devrin sıkıntılarına, sabır ve hilmiyle mukâbelede bulundu. Evini aramaya gelen polis memûrlarına “Buyurun, hoş geldiniz, hem de bir  kahvemizi içersiniz” demek suretiyle her defasında medeni cesaret örnekleri gösterdi.
Hanımı Hâfiza Sultan, “Efendi! Efendi! Size bu zulmü revâ görenlere bir de kahve mi ikram edeceksiniz?” dediklerinde, “Onlar memûrdurlar, vazifelerini yapıyorlar Hanım, yorulmuşlardır” diyerek kahve ikram etme nezaket ve asaletini terketmedi.
Bir Ramazan akşamı evinin karşısındaki kahvenin bahçesine oturup hanelerini kontrol eden sivil memûrun yanına varıp, “Oğlum! sen oruçlusun, akşam yaklaştı, gel bizde iftar edelim, sonra yine vazifene devam edersin” diyerek kendisini takip eden polislere iftar yemeği ikram etti.” (Bu asil şefkati ve yüce nezaketi gören  polis memuru peşine takılıp, iftar etmek üzere evine gitti, sonra da bağlıları arasına katıldı.)
Bütün bu sıkı takip ve baskınlar karşısında yılmadı, her defasında polisler karakola dönmeden derslere tekrar başladı. “Hiç kaybedilecek  vaktimiz yok” diyor hatta “Mevlâ uykumuzu alsa da, geceleri de ders okusak” temennisinde bulunuyordu.
Yarın hesap günüdür, Allah-ü Teâlâ, Süleyman verdiğim ilimle ne hizmet ettin, o ilmi sana kara topraklara göm diye mi verdim? derse, ben ne cevap veririm” diyerek üzerlerindeki vazife ve mes’ûliyetin ehemmiyet ve ağırlığını ifade etmeye çalışıyorlardı.
Talebelerine, daima Kur’ân’a hizmet şuuru telkin eder ve onlara “Evlatlarım, sizin bu âlemdeki vazifeniz; bataklığa düşen insanları, düştüğü bataklıktan çıkarmakdır. Öyle ise Ümmet-i Muhammed’i ayağınıza beklemeyecek, siz onların ayaklarına gideceksiniz. En ücrâ yerlere bile bu hizmeti sizler götüreceksiniz” buyuruyordu.
Süleyman Efendi Hazretleri, bütün mesâisini, yok edilen dînî ilimlerin ihyâsına sarfetmiş, ilim ve irfan  seferberliği başlatmıştır. Gecesini gündüzüne katmak suretiyle gece saat onikilere, birlere kadar ders okuttuğu zamanlar olmuştur.Bitmek, tükenmek bilmeyen bir azim ve iradeye sahipti.

1950’lerde, ilerlemiş yaşına ve şekerden rahatsız olmasına rağmen, kış günlerinde bile Kısıklı’daki evinden çıkar, iki tramvay, bir vapur ve dört yerde yaya yürümek suretiyle Şehzadebaşı Taştekneler’deki derslerine giderdi.
1954 yıllarında cuma ve pazar günleri hariç her sabah Kısıklı’dan Bulgurlu’ya yürür. 6-8 saat genç rûhlara ilim ve feyz vermeye devam ederdi.
Hayatının son senelerinde, Topçular’daki  talebelerinin Tekâmül kursuna, her gün sabah namazından sonra 3-4 vasıta değiştirmek suretiyle giderek derslerine devam buyururdu.
Bir gün ders okuturken şekeri yükseldi ve rahatsızlığı arttı. Burnundan, okuttuğu kitabın üzerine kan damlayınca, talebeleri heyecanlandı. Fakat O, hiç telaşlanmadan burnunu tutup, mendilini çıkardı, kitaptaki ve üzerindeki kanları sildikten sonra, hemen “Oku oğlum! kaybedecek zamanımız yok” buyurarak  derse devam etti.
1957 Kütahya hadisesi olarak bilinen ve tertip olduğu mahkemece de anlaşılan hadise  beraatle neticelenmişti. Kütahya hapishanesinden çıkan Süleyman Efendi Hazretleri  evine dönmeyip, himmet ve hizmet maksadıyla Manisa’ya gittiler. Talebeleri üzgün, O ise hapishane ızdıraplarını unutmuş, neşeli idi. Herhalde kendisi artık ders okutmaz zannı ile;
“Efendim, İstanbul’da derslere devam edecek misiniz?” diye sordular.
Evet, devam edeceğiz, hem de daha çok ve daha gayretli…Duracak zamanımız yok” buyurdular.
Aynı seyahatinde İzmir’de “Efendi Hazretleri, rahatsızlığınız var, her halde bir miktar istirahat edersiniz” dediklerinde, gülümseyerek: “Yolculukda bazen şoförün lastiği patlar, bizim de lastiğimizi patlattılar, şimdi yapıştırdık. Okutamadığımız zamanları da telâfi için daha çok okutacağız, hizmetimize hız vereceğiz” buyurmuşlardı.
Süleyman Efendi Hazretleri, hiç kimsenin dedikodularına ve kötülemelerine aldırış etmeden hak bildiği yolda ilerlemesine devam etti. Bir gün O’na:
“Efendim, falancalar sizin aleyhinizde konuşuyorlar” dendi.
Elhamdülillah! Münafık olmaktan kurtulduk. Allah Resûlü başta olmak üzere, İslam büyüklerinin hepsinin aleyhinde konuşulmuştu. Eğer bizim  aleyhimizde konuşulmazsa kendimizden şüphe ederdik” diye cevap verdi.
Hasta ve rahatsız olduğu zamanlarda dahi dersten tâviz vermez, geri kalmaz: “Derse gidersem hastalık da gider, kalırsam hastalık da kalır” buyurmak suretiyle âfiyet ve şifâsının  ders okutmakta olduğunu ifade ederdi.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan dönen talebesine, “Oğlum! Falan camiye git, Cuma’da va’z et de, dinleniver“ demek sûretiyle istirahat ve dinlenmenin,  hizmetle mümkün olacağına işaret buyururlardı.
Talebelerinden herhangi biri bir özürden dolayı derse iştirak edemediği zaman çok üzülür, “Eyvah! Bugün çok büyük ziyânımız var” derdi.
Az-çok demez, bulabildiği talebe veya cemaate bıkmadan, usanmadan ders verirdi. Adede itibar etmezdi.
Bir gün Kur’ân öğretmek için gönderdiği bir  talebesi,  gittiği yerde okutacak kimse bulamamaktan şikayet etti:
“Efendim, sadece iki kişi vardı, onları da bırakıp geldim” deyince çok üzüldü. Ve birazda celallenerek
Evladım, nice peygamberler bu âlemden bir tek ümmet elde edemeden gittiler. Sen iki talebe bulmuşsun daha ne istersin” diyerek, tekrar geldiği yere gönderdiler.

Talebelerine son derece kıymet verirdi. “En küçük talebenin dahi kesip attığı tırnağını, dünyalara değişmem” vecîzeleri bu hakikatı en bâriz şekilde ortaya koymaktadır.

Bir gün Hâne-i Seâdetine filesi boş olarak bir şey almadan döndü, hanımına:
Hanım! talebeye alamadığım için, eve de almadım” buyurup; talebenin yemediğini, yemekten, hayâ ettiğini ifade etti.

Soğuk  kış günü bir vesile ile evini ziyarete gelen bir talebesi, hocasının  soğuk odada oturduğunu farketti. Zevceleri soğukta oturmasının sebebini  talebeye  şöyle izah etti:
Oğlum! sizin odununuz yok diye, Efendi Hazretleri de sıcak odada oturmuyor.”
Bazen talebeleri hasta olurdu. En az bir anne ve baba kadar şefkat ve merhametin sahibi olan Süleyman Efendi Hazretleri, rahatsız olanları bizzat doktora götürür veya biriyle gönderirdi. Bir defasında talebelerinden birinin hastalığı ile alâkalı doktor dönüşü kendisine malumat arzedildi. Merhamet âbidesi o büyük zât, kıbleye yönelerek şu ilticada bulundu: ”Yâ Rab! Senin dinine ve  kitabına bu yavrularla hizmet edeceğiz, evlatlarımızı bize bağışla Allahım!
Ramazan-ı Şerif yaklaştığı zaman, talebelerini Ramazanda va’z u nasihat etmek üzere Trakya ve Anadolu’nun muhtelif yerlerine seferber ederdi. Ramazan sonrası dönüşlerinde teker teker malumat sorar, hizmet haberleri beklerdi. Bir talebesinin va’z edip, Kur’ân okuttuğunu duyunca sevinç göz yaşları döker, “Bu Rabbimin fazlıdır” derdi.
Yapılan hizmetleri hiç bir zaman şahsına mal etmez ve edenden de hoşlanmazdı. Bir talebesinin kaldığı köydeki hizmetlerinden memnun olup, teşekkür için kendilerine gelen Hacı Efendiler; “Efendim, sizin sayenizde cenazemiz kokmaktan kurtuldu, çocuklarımız Kur’ân-ı Kerim öğrendi” diye iltifat ettikleri zaman mahviyet ve tevazuundan adeta küçülen mübârek zât; “Süleyman da kim oluyor ki, bu hizmetler onun sayesinde olsun!, Bu mahzâ kerâmetü’n-Nebidir, Peygamberin mûcizesidir” buyurmak suretiyle kendisine hiç pay çıkarmaz ve bütün muvaffakıyyetin Allah ve Resûlü’ne ait olduğunu ifade ederdi.

HİZMET VE FAALİYETLERİ
Süleyman Hilmi Tunahan  (k.s.) Efendi Hazretleri ezelî takdir olarak, seyyidler zincirinin 33. halkası kendilerinin  nasibi olduğundan, bâtınları da ilâhî füyüzât ile alâkalanarak, seyyidler zincirinin 32. halkası ve bu zincirin 9. büyük rütbesi olan Salâhuddin ibn-i  Mevlânâ Sürâcüddin (k.s) Hazretleri’nden seyr-u sulûklerini tamamladılar.
Kendilerine vâki tecelliyatın büyüklüğünden üstâzları tarafından İkinci bin yılın Müceddidi İmâm-ı Rabbâni Hazretleri’nin rûhânî nisbetlerine teslim edildiler.

Bu sûretle Altın Silsile’nin 33.’üncü ve son halkasını teşkil ederek; dünyanın şu zamanlarında İlahi feyizden nasipleri bulunan insanları yüksek himmetleriyle küfr-ü dalâl çukurundan imân  ve ihlâs sahasına çıkarmışlar ve halen de çıkarmağa devam etmektedirler.
Mürşid-i kâmillerin mânevi tasarrufları âhirete irtihallerinden sonra da ber-devamdır. Belki ceset hapsinden kurtulan rûhâniyetleri, kınından çıkmış keskin kılıç gibi olup, daha müessir ve tasarrufludurlar. Tasavvuf ilminde meşhûr olan bu hakikat, O mübârek zâtın irtihâlinden sonra da bütün şumûlüyle tezâhür etmiştir.
Süleyman Efendi Hazretleri, hayatını Kur’ân öğretimine vakfetmiş, Kur’ân’ı bilen ve yaşayan öğrenciler yetiştirmiştir. Yetiştirdiği talebeleri itikadda ve amelde sünnî’dirler. Amelde büyük ekseriyetle Hanefî mezhebine, itikadda İmam Mansur Matüridî Hazretleri’ne mensupturlar. Meşreben Nakşidirler.

Süleyman Efendi, Nakşilîğin en büyük mümessili olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne bağlı ve onun yolunda irşada izinli bir mürşid-i kâmilü mükemmildir. Şu halde Süleymancılık diye Süleyman Efendi’nin icad ettiği  ne bir mezheb, ne de bir tarikat mevcuttur.
Süleyman Efendi Hazretleri’nin faaliyet ve hizmetlerinden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:
* Hayatının gayesi; unutulan sünnetleri ihyâ ve dîni tecdid, kaybolan İslâmî ilimleri  Ehl-i sünnet ve’l-Cemâat tarz ve uslûbu üzere tâlim ve bid’atlarla mücâdele olmuştur. Bütün talebelerini de Ehl-i Sünnet  inancına eksiksiz bağlı olarak yetiştirmiştir. Okuttuğu “Emâlî” ve “Nesefî” adlı metin kitaplarla İslam itikâdının temelini öğretirken “Şerh-i Akâid” ile de günümüzdeki ve tarihdeki sapık fırka ve mezhepleri talebelerine tanıtmış ve dalâlet fırkalarına düşmekten korumuştur. İnanç sapıklığı içerisinde bir tek talebesi yoktur.
* Hz. Allah tarafından kendisine ihsan edilen, maddi ve mânevî tasarrufların neticesidir ki eskiden 20-30 senede tahsil edilen ilimleri, 2 sene gibi çok kısa bir zamana sığdırarak; ilmin ve âlimin yok olmak üzere olduğu bir zamanda, yüzlerce, binlerce din âlimi yetiştirmiş ve vatan sathına yaymışdır.
Kur’ân Kursları ve Talebe Yurtları açtırmış; okutup, okutturmak suretiyle mânevi susuzluktan ölmek üzere olan bir milletin âb-ı hayatı olarak imdadına yetişmiştir.
* İslâmiyyeti tercüme kitaplardan  öğretmek yerine, Osmanlı medreselerinin takip ettiği temel ders kitaplarından,  orijinal ilim dili olan Arapça’dan okutmuş ve öğretmiştir.
* Kur’ân-ı Kerim’i en kısa zamanda okumayı öğreten “Elif Cüzü” en mühim matbu’ eseridir.
* Cemiyetten uzakta yaşamak  yerine, cemiyet içinde müslümanlığı yaşatmayı tercih etmiş ve “Dışımız halk ile, içimiz Hak ile” usûl ve esasını düstûr kabul etmiştir.
* Dünya hâdiselerini yakından takip eder. Her sabah bir “Yeni Sabah” gazetesi aldırıp, dış politika yazarının yorumlarını ve önemli haberleri muntazaman okuttururlardı. Bu mevzûda İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin “Zamanının gidişâtını bilmeyen ârif-i billah olamaz” sözünü şiâr etti.
* Günlük hâdiseleri ve dünyadaki müslümanların meselelerini yakından takip eder, yerine göre câmi kürsüsünden dile getirirdi. O devirde bir çok vâizler günlük hâdiseleri câmi kürsüsüne getirmeye cesaret edemezken; O, zaman zaman devlet adamlarını ikaz ederdi.
1956’da Cezâyir Müslümanları Fransızlar’a karşı istiklâl mücâdelesi verirken, Türkiye hükümeti, Birleşmiş Milletlerde Fransızlar’ı desteklemişti. Bu icraatı isabetli bulmayan  Süleyman Efendi,  va’zlarında “Cezâyirli kardeşlerimize hiç olmazsa duâ edelim” dediği için defalarca ifade vermek zorunda kalmıştı.
* Dinî neşriyata ehemmiyet vermiş, Necip Fazıl’a “Büyük Doğu” mecmuasını çıkarmasında mânevi teşvikleri yanında, maddî yardımları da büyüktür. Hatta mevcut bir tek  evini sattı ve mecmuaların yayınlanmasında harcadı

* Türkiye’de Mason ve Siyonizm tehlikesine karşı milletimizi uyarıcı eserler neşreden Cevat Rıfat Atilhan’ın hizmetlerine en büyük yardımı Süleyman Efendi yaptı. Onun kitaplarını tavsiye etmiş ve yaymıştır.
Kezâ o günün şartlarında İslâm mefkûresinden yana neşredilen her eser ve mecmua onun tarafından az veya çok desteklenmiştir: Abdurrahim Zapsu merhumun “Ehl-i Sünnet” mecmuasından, Sinan Omur’un “Hür  Adam” mecmuasına kadar…
*Zamanının, ilim ve irfanda temâyüz eden dersiâm ve ilim adamlarına, talebelerini gönderir; talebelerini onların imtihan etmelerini, din ilimlerinin yeniden ihyâ edilmekte olduğunu görerek sevinmelerini arzu ederdi. Nitekim dersiâmlardan Ali Haydar Efendi ve Hasan Basri Çantay gibi pek çok zevâta, bu vesile ile talebelerini göndermiştir.
* Said Nursi Efendi ile haberleşmiş ve  Onu hizmetlerinden haberdâr etmiştir. Said Nursi Efendide Onun hizmetlerini takdirle karşılamış ve şöyle demiştir: “Bizim bugün başlıca vazifemiz; imanı muhâfazaya çalışmaktır. Bunu yapıyoruz. Biz tedris yapmıyoruz. İslamın esâsı, maddî ve mânevî kurtuluşun kaynağı olan Kur’ân’ı Kerim’in okutulup, öğretilmesi ve yalnız Türkiye’ye değil, bu yolla bütün dünyaya yayılması işini, biraderim Süleyman Efendi ve onun tesis eylediği Kur’ân Kursları yapıyor. Hem de çok kısa zamanda yapıyorlar. Eskiden 10-15 senede öğrenilen İslamî ilimleri, şimdi Kur’ân Kursları 1-2 sene içinde öğretiyor. Âlim yetiştiriyorlar, fakîh yetiştiriyorlar, müfessir yetiştiriyorlar. Bu hal bir mucize-i Kur’âniyyedir.”
* Türkiye’de İmam-ı Rabbanî Hazretlerini  tanıtmıştır. Onun, Kur’ân ve hadîs-i şerîflerden sonra en muteber kitab olan “Mektûbat” isimli eseri, ilk defa iki cilt halinde Süleyman Efendi Hazretleri’nin talebeleri tarafından bastırılmıştır.
* Tarikatı, sadece “hoş sohbet vasıtası” haline getiren son devrin tembelliğini yıkmış, onu kitleleri harekete geçiren heyecan vasıtası kılmıştır.
*Kerâmete asla itibar  etmemiş, kerâmet izhârından kaçındığı gibi talebelerine de aynı yolu tavsiye etmiş, “En büyük kerâmet, insanlara hak yolu telkin etmektir” buyurmuştur.
* Öşür farizasını Türkiye’de yeniden ihyâ için çalışmıştır.

VEFATI

Süleyman Efendi Hazretleri (k.s.)’nin, ?bir ömür boyu devam eden çileli ve yorucu mücâdelesinin nihayetine doğru? öteden beri muztar bulundukları şeker hastalığı ağırlaştı ve kanlarında yükselen şeker, bütün gayretlere rağmen düşürülemedi. Ve 16 Eylül 1959 Çarşamba günü, İstanbul Kısıklı’daki hâne-i seâdetlerinde Rahmet-i Rahmâna kavuştu.

O büyük zâtın dirisine tahammül edemeyenler, ölüsüne de tahammül edememiş, cenazesinin daha önce resmi müsâade alındığı halde, Fâtih Câmii avlusuna defnine mâni olmuşlardı.  “Karacaahmet mezarlığında, polisin kazacağı bir kabre defnedeceksiniz” denilerek en tabii hakkı olan Fâtih Câmii hazînesine defni, gayr-ı kanuni şekilde engellenmiş ve cenazenin Üsküdar’dan Avrupa yakasına geçmesine mâni olunmuştu.
Na’şı Altunizade Câmii’nin musalla taşında saatlerce bekletilmiş, Fatih’e defnedilmesi için  yapılan teşebbüsler fayda vermemiş, cenaze namazı orada kılınarak, Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmiştir.
O, vazifesini tamamiyle ve kemâliyle ifa etmenin huzûru içinde Refîk-ı A’lâya kavuşurken,  Allah (c.c) ve Resûlü yolunda, i’lâyı kelimetullah uğrunda, hizmet etmek üzere binlerce bağlılarını bırakarak ayrılıyordu.
Cehd, çile, ilim, irfan, feyz, bereket ve muvaffakiyetlerle dolu 72 yıllık dünya hayatına veda ederken, geride; yüce İslâm ve imân davasına pazarlıksız, sarsılmaz bir imân ve idealle bağlı yetişkin bir kadro bırakıyordu.
O, bu hali ile Sevgili Peygamberimizin “Vefat edenlerden; sadaka-i câriye sahipleri, ilminden istifade edilen âlimler ve sâlih evlat bırakanların dünya ile ilgileri kesilmez” meâlindeki peygamber müjdesine hakkıyla mazhar olmuş, bahtiyar ve muhterem bir zâttır. Çünkü O, az veya çok mâlik bulunduğu malını öğrencileri için harcamış, sahip bulunduğu ilmini onlara aktarmak için karakol karakol dolaşıp çile çekmeyi, muhakeme olunmayı, tabutluklarda ve zindanlarda çürümeyi göze almış… hâsılı hayatını hiçe sayarak bütün ömrünü Kur’ân davasına hasretmiş, emsâline çok az rastlanan âlim, ârif, fâdıl bir mürşid’i kamil ve mükemmil idi.

TAVSİYE VE SÖZLERİNDEN BAZILARI

Alemin Bozukluğunun Sebebi
Biz iyi olursak her şey iyi olur.

Amelsizlerin Düşmanlığı

Amelsiz ilimde hayır olmadığından ehl-i ihlâsa hasedleri sebebiyle hasım olurlar. İlimleri Kur’an ilmi, güzeldir; lâkin amel etmediklerinden fayda yerine zarar verir. Cehenneme götürür. Ve aleyhinde şehadet eder. Ehl-i ihlâsa muhalefetleri, feyz-i ilâhiden mahrum ve nefs-i emmâreye mağlubiyetlerindendir.

Böyleleri dokuz hac yapsa, Rasûlullah dokuz defa kovar. Ve: Ümmetin irşadı için dokuz kuruş vermez, bu yolda dokuz bin harcarsın. Defol, sana farz olan şey, cehennem yolunu tutmuş olan efrad-ı ümmeti kurtarmaya çalışmaktır. Cephe bozulmuş, cihad umûma vacib olmuş. İlim tahsili farz-ı kifâye iken, bir miktar âlim kâfi idi. Şimdi düşman evimize kadar hulûl etmiş, bütün aile ferdlerini ifsad etmekte, hak yoldan sapıtmakta. İlmî cihadın farziyet ve zarûretini anlamak lâzım. Çoluk çocuğu başıboş bırakarak ateşe terkedip de buralara gelmek, rızâ-i ilâhiye muvafık değildir, diye Rasûlullah (sall’allâhü aleyhi ve sellem) kovar.“

Asıl Muhtaç Olan Bizleriz


Salevât-ı şerîfenin semerâtına (meyvelerine, onlardan hâsıl olacak dünyevî ve uhrevî mükâfata) asıl muhtaç olan bizleriz. “ Resûlullah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz, «Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik» (Sûre-i Enbiyâ, 107) âyetinin sırrına sahip olmakla, onun hazînesi zâten rahmet-i İlâhiye ile doludur. Getirilen salevât-ı şerîfeler, o dolu hazînenin taşmasına vesîle olur da bir çok hayır ve bereket olarak tekrar sahibine (yani salevâtı okuyana) avdet eder.“


Atomun Keşfi ile Çözülen Sır

«Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin; lâkin, siz onların tesbîhini anlamazsınız.» (Sûre-i Esrâ, 44) “Tesbîhât” Zât-ı İlâhî’ye, “hamd” ise Sıfât-ı İlâhiye’ye mahsustur. Bütün latâifte envâr-ı İlâhiyye’nin zuhûru ile eşyânın tesbîhini hakikatte duymak mümkündür. Zerrât-ı kâinat içinde hiçbir zerre yoktur ki, müteharrik olmasın… Atomun keşfi bu âyet-i celiledeki sırrı çözmüştür.“

Bir Âyet-i Kerîme Meâli ve Tasavvufî Mânâsı

«O (Kur’ân)’a, (hadeslerden yani her türlü abdestsizlikten) tam bir sûrette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez, (sürmesin).» (Sûre-i Vâkıa, 79)

Bu âyet-i celîlenin tasavvufî mânâsı: O, (yani kalbini ve kalıbını tathîr ile tenvîr etmeyen) Kur’ân’ın esrârına vâkıf olamaz, onun hakîki mânâsını anlayamaz. Ancak kalbini nûr ile dolduran ve latâifini pırıl-pırıl parlatan kimseler onun sırrına mazhar olabilir, demektir.


«(O Kur’ân-ı Kerim) kıymetli, sevgili, (Allah Teâlâ’ya itaatkâr), takvâ sahibi kâtiplerin elleriyle (yazılmıştır).»(Sûre-i Abese, 15-16)

Bizim Kur’ân‘ımız; hiçbir şekilde maddî ve mânevî kir isâbet etmemiş “sefere, kirâmim berare” elleriyle Levh-i Mahfûz‘dan istinşah olunmuş “Suhuf-i mutahare”dir. Mükerrem âyetlerden ve el üstünde tutulan şerefli sâhifelerden ibârettir. Bu güne kadar hiç bir habîs el ona değmemiştir. Mücrimlerin elinde Kur’ân durmaz.“

Bir Üniversite Talebesine Nasihatleri

1. Allah yolunda ol, dosdoğru ol, verdiğin sözün eri ol
· Evladım, ağzın laf ediyorsa dilinle doğru ol, sözünle doğru ol. Sana inanan kişilere karşı sözünden cayma. Eğer sözünü tutarsan “söz” olur ve seni cennete götürür, tutmazsan “köz” olur.
· Elinle doğru ol. Kolunu, muzırda değil yardım işinde kullan. Tartıyla iş yapıyorsan terazinde, ölçüyle iş yapıyorsan metrende ve litrende doğru ol. Doğrunun doğruluğu bütün sülalesine akseder, hepsini hayra götürür.

2. İnsanları sev ve kimseyi kendinden alçak görme

· Tevazu sahibi ol, zira en halis ziynet alçakgönüllülüktür. Mütevazi olan kimse, en güzel ziyneti takınmıştır. Kimseyi kendinden aşağı görme. Hayatta haset etmeden say, kıskanmadan sev. Bazı insanlar, başkasındakini istemez. Öyle olma. Gıpta et, fakat haset etme. Zira Allah’ın huzuruna fesatla çıkılmaz.
· Memur olduğun zaman, sana gelen vatandaşlara sakın yüksekten bakma, yanına geleni ayakta bekletme. Yanında, daima bir sandalye bulundur ve oturtuver. Biraz dinlendirdikten sonra halini sor, işini hallet. Sakın ha “bugün git yarın gel” deme! İşini, o gün bitir. Eğer öyle yapmazsan on parmağım yakanda olacaktır.Eğer memursan ve başında müdürün varsa, haset etmeden say, kıskanmadan sev.
· İnsanlar muhteliftir. Bazısı daha kabiliyetli, bazısı daha yakışıklıdır. “Ben niye onun yerinde olmayayım” deme, elindekinden de olursun. “Allah bana bir verirse, arkadaşıma, komşuma iki versin” diye düşünürsen, seninki üç olur. Eğer arkadaşın veya komşun böyle düşünmüyorsa, onunki ikide kalır. Senden daha iyi hizmet edecek olan varsa, makamını ona ver. İşte vatanperverlik budur.
3. Çalışkan ol, üretici ol
· Zira Peygamber Efendimiz “Çalışmak ibadettir” buyuruyor. Evladım, alınteri olmadan hiçbirşeyin kıymeti bilinmez. Tarlanı ek, mahsülünü al, komşuna ver, ağaç dik… Sadaka-i cariye, iyi evlat yetiştirmek, ilmi eser bırakmak ve ağaç dikmektir ki, ağaç dikmek en efdalidir. Bunun için biz, heykel dikmeyeceğiz, yeşil ağaç, yeşil âbide dikeceğiz.
· Bir dut ağacı 400 sene, ceviz ağacı 700 sene, kestane ağacı 900 sene, çınar ağacı 1500 sene yaşar. Ihlamur ağacı dik, çiçeği şifalıdır. Bursa’da Osman Gazi’nin ve Orhan Gazi’nin diktiği bin senelik çınarlar var. Ben bekarken, her sene bir ağaç dikerdim. Şimdi evliyim ve yengen için de her sene bir ağaç dikiyorum. Ben reklam sevmiyorum, kendini methetmek gibi oluyor. Bu yüzden herkese söylemedim, fakat sen bil. Benim Fatih ve Bazayıt Camii yanında birer tane çınar ağacım var.

4. Bildiğini öğret, temiz ol ve temizliğinle örnek ol

· Münevver kişi, münevvir kişi demektir. Öyleleri var ki, üç fakülte bitirir de, hasedinden, kıskançlığından (dolayı) hiçbirşey öğretmez. Gerçek münevver, bildiğini yapan ve öğreten kişidir.
· Temizlik, ibadettir ve imanın yarısıdır. Eğer sokakta birisi hata yapmışsa (yola pislik yapmışsa) sen, onu ayağının ucu ile örtüver…

5. Günde en az iki kişiye iyilik et, gönlünü al


· Çünkü cennetin yolu, gönül almaktan geçer. Gönül almak, Cennetin Firdevs kapısını açmaktır. Bu beş maddenin en kolayı, fakat en “içten geleni” de budur. Bir gönül kazanmak, 40 vakit namaza bedeldir. Bir gönül kırmak ise, 40 vakit namazın sevabını kaybettirir. Ben sabahları kalkarken, “Ey Allah’ım, bana, bugün bir kişiye iyilik yapmak nasip eyle” diye dua ederim.
· Evden çıktığında veya eve dönerken karşından gelen ilk kişiye selam ver. Onun vermesini beklersen olmaz, evvela sen ver. İşte o zaman, o da sana karşılığını verecektir. Veren el, alan elden, sunan gönül, alan gönülden azizdir…“
Bizim vazifemiz aşı yapmaktır. Zorla ağaç meyve vermediği gibi insan da zorla irşâd olmaz. Zorla yapılan iş semere vermez.

Aşı ise iki kısımdır. Nûr, Zulmet. Zulmetin aşısıyla meşgul olanlar çok. Neticesi vahim olan bu işle başlarına bela bulanlar, sayılara sığmıyor. Biz nûr aşısıyla meşgûlüz. Ağacı, güzel meyve vermeye zorlayıp sopa ve balta ile vurulsa, altına ateş yakarak tehdit edilse, bozuk meyvelerini iyi yap, iyi çıkar, tenbih ve tehdidinde bulunulsa, hiç kâr etmez. Ancak aşılamak suretiyle meyvesi değişip, menfaat hasıl olur.“



Bizim yolumuz, imân, İslâm ve Ahlak-ı Muhammediyeyi aşılamaktan ibarettir.“

Biz Onu Çoban Abdullah’a Verdik
Bâyezîd-i Bestâmî (kuddise sırruh) hazretlerinden, birisi kerâmet talebinde bulundu. Hazret-i Şeyh:
- Biz onu çoban Abdullah’a verdik. Git, sana göstersin, dedi ve gönderdi.
O adam, kerâmet talebiyle çobanın yanına geldiğinde, elindeki çomağı kırıp, sağına-soluna diken çoban, çomaklardan zuhûra gelen üzümleri göstererek:
- Şu sağımdaki beyaz üzüm benim amelim… Şu solumdaki siyah üzüm de senin amelinin iktizâsıdır, dedi.

Sonra adam, sürü etrafında dolaşan ve koyunlara ziyan vermeyen kurtlara bakarak:

- Kurtla koyun ne zaman barıştı? diye sorunca, Abdullâh-i Râî hazretleri şu düşündürücü cevabı vermiştir:

- Allah ile çobanın barıştığı zaman…
Büyüklerin Ölümü
· Âriflerin ölümüne üzülmeyin o gâfillerin gözünden kaybolmak içindir.
· Gâfil olmamaya gayret edin. Vazifede gevşek olanların kulakları Âlem-i emir’den çekilir.
· Meyve veren ağaca kuru denilmediği gibi, eseri devam eden zevâta da ölü denmez.
· Yılanın gömlek bıraktığı gibi, asıl olan cesed değil ruhtur.“
İnsanın sahâvet (cömertlik) damarlarında tutukluk vardır. Onun açılması için; vereceğimiz zekât, fitre ve benzeri hayırları bahîl (cimri) olan kimselere teslim ederek;

- “Şunu filan müesseseye yahut filan kimseye veriver” derseniz, o da vermeye alışır.

Bu suretle hem sizin verdiğiniz makbul olur, hem de vermeye teşvik ettiğiniz için ecir alırsınız.

Bir adam, kendi cimri olduğu halde, hem teşvik istemez, hem de gayrın ihsânına tahammül edemezse, o zaman doğrudan cennete giremez. Kendi yapmıyor, lâkin teşvik ediyorsa, o kimse müstesnâdır.“

Din İlminde İhmal


„Hiçbir zaman, his ve tecrübeden ibaret olan ulûm-i müsbeteyi, ulûm-i ilâhî üzerine tercih etmeyin. Sizler, Allah’ın memuru, peygamberin memuru, din-i mübinin memuru, kitabullahın memuru, füyüzât-ı ilâhîyi tevzi memurlarısınız.


Allah’ın zâtını, sıfâtını, peygamberin sünnetlerini, dînin, şer’i şerifin hükümlerini, Allah’ın kitabını bilmeyenlere kitabullahı öğretip, kalblerine feyz-i ilâhî aşılamakla memursunuz. Vazifeniz, batağa düşmüş olan ümmeti bataktan kurtarmak. Gâye rızâ-i ilâhîdir. Buraya kadar getirdiğimiz emaneti ve kıyamete kadar devam edecek olan ulûm-i ilâhînin devamı, sizlerin uhdesindedir. Bu işi ihmal edip vazife yapmayanların, kıyamet günü on parmağım yakasında olacak.


Rütbesi yüce olan bu işin, mes’uliyeti de büyüktür.

Şimdi üç kişi olduğuna bakmayın; yarın 30, daha sonra yüzbinler olacak. Bu asırda ilim bizim elimizden intişar edecek. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın takdiri, peygamberân-ı izâm ve evliyâ-i kirâmın kararlarıdır.

Din ve Dünya Menfeati



Dîni dünyaya âlet eden hocalar, halkı kendilerinden soğuttu. Bir şey alır da para vermez diye, esnaf bunlara yüz vermez ve kaçar hâle geldi. Siz öyle olmayın. Maddeyi mâneviyata karıştırmayın.“

Duâda Dikkat Edilmesi Gereken Bir Husus


Büyükler, “Yâ Rabbî, bizi tahammül edemeyeceğimiz imtihana tâbi tutma” diye duâ ederler de, “Bizi imtihana sokma” demezler. Zira imtihanda terfî-i derece var. Siz, “Yâ Rabbî, ben imtihan ehli değilim, beni imtihan etme, Habîbin iltimâsı ile, bizi bu âlemden imtihansız olarak göçür” diye dua edersiniz. “Allah imtihan ediyor” gibi sözleri aslâ konuşmamalı. Zira kim imtihan verebilir?

Dünya Malı


İnsan gölge peşinde koşmaz. Dünya gölge gibidir. Nasıl güneşe karşı gidilse, gölge seni takip eder, peşini bırakmazsa; güneşe arka çevirirsen, gölge öne düşer, ne kadar koşsanyetişip yakalamak kaabil olmaz. Hakka dönüp (gölge misâli dünyayı) kendine tâbi kılmalı…“

Emir Vermek


Emir vermeye alışmayın. Ben vâlidenizden su dahi istemem. Emir vermekle sözün rûhu ölür. İhbar, emirden daha müessirdir. Misâl: “Benim oğlum sigara içmez değil mi?” gibi.

Ene’l-Hak“ Sözü



Hallâc- Mansur’un “Ene’l-Hak” demesi “Ben hakkım” demek değil, “Ene ale’l-Hak: Ben hak üzereyim” mânâsındadır. Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerifte te’vilât yapıyoruz da evliyaullahın sözünü neden hüsn-ü te’vil etmiyoruz?“

Fatiha-i Şerîfe’ye Nasıl Mânâ Verdin?
Halîfe Hârun Reşid‘in kapıcısı, tefsir hazırlayıp halîfeden ihsan almak için gelen şahsa;


- Fâtiha-i Şerîf’e nasıl mânâ verdin? demiş.

Bu sual üzerine adam hemen uyanmış ve utanarak dönüp gitmiş.

Yani kapıcı, “Ara sıra halîfeden de yardım talep ederim, diye mi mânâ verdin?” demek istemiş. Halbuki Fâtiha-i Şerîfe’de, “Yalnız senden yardım talep ederim” deniliyor.


Gâye Rızâ-i İlâhîdir

Şöyle düşünmeli:
“Yâ Rabbî, âciz kulunu Ümmet-i Muhammed’e hizmet etmeye muktedir kıl.”

Eğer, “Yâ Rabbî, bana ilim ihsân et” derse, şahsî menfaate taalluk edeceğinden, rıza-i İlâhî’ye muvâfık olmaz. Zira her ilim sahibi bu ümmete hizmet etmiş değildir ve edemez. Bu itibarla da, rızâ-i Bârî’yi bulamaz. İlim ve cennet istemek, menfaat-i şahsiyedir. Gâye, rızâ-i Bârî olacak.

Günahlardan Kaçınmak Sıddîkların Kârıdır

Bir azîz, “Hayrı, sâlih kimseler de fâcir kimseler de işleyebilir. Lâkin, günahlardan çekinmek sıddîkların kârıdır” demiş. Bu yolda da, kötülüklerden kaçınmak, emirleri edâ etmekten daha ziyade terakkîye sebeptir.

Hakiki Mürşid

Ağaç nasıl ki, gövdesinden değil de meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan kişiler de, gösterişli zâhir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından yani yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu sûretle kendilerine tâbi olmak, mânevî feyzinden her hususta istifâde etmek câiz ve sahih olur. Şöhreti arşa çıksa, hakîki mürşidin misâli, meyvesidir.“

Haset

Nefsin kuvvetli hastalıklarından biri hased olduğu gibi, şeytanın kuvvetli tasarruflarından biri de vesvesedir. Kur’an-ı Kerim’in, tertibinde hased ve vesvese ile nihayet bulması, bu işin ehemmiyetine işaret eder. Habis nefsin bütün arzuları menfaat olup, emel ve arzuların tavanı yoktur. Menfaatperest insanlar, nefsin köleleridir.

İmam-ı Rabbanî evlatları ise, şöyle düşünür: Herkes müslüman olsun, Hak yolunu bulsun. Bizden evvel cennete girsin. Zengin ve âlim olsun. Bizler de Hak yoluna hâdim olalım (hizmet edelim), derler.“



Her Şeyi Takdir Eden de Yol Gösteren de O’dur


Cenâb-ı Mevlâ’yı zü’l-Celâl ve’l-Kemâl Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’de, bizlere zâtını anlatırken, «O, takdir eden ve yol gösterendir.»(Sûre-i A’lâ, 1-3) buyuruyor.“

Abdülvehhâb-i Şa’rânî hazretleri, Nil kenarında bu ayet-i celilenin tefsirini yazmak için düşünürken bakmış ki, bir zehirli böcek sür’atle Nil’e doğru gidiyor. Arkasını tâkip etmiş. Böcek, su üzerindeki kaplumbağanın sırtına binip karşı tarafa geçmiş. Sonra öteden koşup gelen bir yılanın boynuna atlayıp onu sokmuş. Yılan çaresiz çabalanırken oradaki ağacın altında yatmakta olan adam uyanmış. O sırada yılan da ölmüş. Dehşet ve hayret içinde kalan o adam, Şa’rânî Hazretleri hâdiseyi nakledince, Mevla‘ya karşı vazifesinde kusurlu olduğunu itiraf etmiş. Şa’rânî Hazretleri de Allâhü zû’l-Celâl ve’l-Kemâl Hazretleri’nin nasıl takdir edip de hidâyet ettiğini gördükten sonra tekrar düşünüp, “Vallâhi ente kadderte ve hedeyte”(Vallâhi, sen takdir ettin ve sen yol gösterdin) deyip tefsirini yazmaya başlamış.“

Bu âyet-i kerîmenin tefsirinde, Fahreddîn-i Râzî hazretleri şu açıklamada bulunuyor:


Âyetteki “kaddera” kelimesi, hem zâtları hem de sıfatları açısından bütün mahlûkâtı içine alıp her birinin kendilerine göre olduklarını ifâde eder. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk, gökleri, yıldızları, dört ana unsuru, madenleri, bitkileri, hayvanları ve insanları, belli bir yapıda, kütlede, cüssede ve büyüklükte takdir etmiştir.


Yine her birisi için, bilinen bir müddet bekâ tayin etmiş; çeşitli sıfatlar, renkler, tadlar, kokular, yükseklikler, alçaklıklar, güzellikler, çirkinlikler, saâdetler, şakâvetler, hidâyetler ve dalâletler gibi şeyler takdir etmiştir. Nitekim bir başka âyet-i celîlede, «Her şeyin bizim nezdimizde hazîneleri vardır ve biz her şeyi, belli bir ölçü (miktar) ile indiririz.»(Sûre-i Hicr, 21) buyurmuştur.“


İbrahim Aleyhisselâmın Ezeldeki Nezri

İbrahim aleyhisselâm, oğlu Hz. İsmâil‘i kurban etmek gibi büyük bir imtihana tâbi tutulmuştur. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri Fütûhât‘ında ve daha birçok ekâbir küşûfât-ı sahîhalarında, bu imtihanı şöyle îzah etmişlerdir:

İbrahim aleyhisselâm, tâ âlem-i ezelde, kendisine bir evlat verildiği takdirde, onu rızâ-yı İlâhî için kurban edeceğini nezr etmiş. Bu nezrini âlem-i dünyada tekrarladıktan sonra aradan geçen zaman içinde unutmuş. Hazret-i Mevlâ da kendisini rüyâ vâsıtasıyla îkaz buyurunca, oğlu İsmâil‘e hitâben;

«- Ey yavrum! dedi. Ben rüyâmda görüyorum ki, seni kesiyorum. Bak artık, sen ne dersin?
Oğlu İsmâil de;
- Ey babacığım, ne emrolundunsa yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulacaksın, dedi.» (Sûre-i Sâffât, 102)
«Muhakkak ki bu, açık bir belâ ve parlak bir imtihandır.» (Sûre-i Sâffât, 106)

Ey 20. asrın insanları!

Vahşet devri diye vasıflandırılan o asırlarda, bakınız itâat-ı İlâhîde olan mü’minler ne kadar medenî imişler. Şimdi böyle bir baba ve böyle bir oğulu nerede bulabilirsiniz?


İhlâs Sûresini Çok Okumak

Her gün hakk-ı Kur’ân (Kur’ân-ı Kerim’in günlük hakkı) 200 âyettir; elli İhlâs-ı Şerif okunursa, Kur’ân-ı Kerim’in hakkı ödenmiş olur. Buna riâyet eden, bu vesîle ile dünyada hiç bir sıkıntı görmez, rızkı da geniş olur.

İlim ve İbadet

„Oğlum, ilimsiz ibâdetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz. İnsanların dünyaya dalıp, istikbâl sevdasına düştükleri şu günde, Mevlâ’nın ilmini okuyacağız. O, insana iki cihanda izzet ve şeref veren âlî bir iştir. İhlâs ve samimiyetle Allah ve Rasûlune yönelen kimse, gölge gibi dönen dünyayı ve her hayrı kendine tabi kılar. Âhirete çalışan, dünyayı elde eder. Dünyaya çalışan ise âhireti kazanamaz. Zira âhiret hakikat, dünya haleftir. Ağacı kökünden götürürsen, gölge de beraber gider. Âhirette ne varsa, dünyada onun misâli vardır. Eğer olmasa âhiret yalan olur. Dünyada ne varsa, âhirette onun misâli vardır. Eğer olmasa dünya yalan olur. Teyemmüm abdestin halefidir, dünya da ahiretin.

İmamlık

„Fâsık ve fâcirin fıskı, itikadda değil de amelde ise, imâmeti câizdir, zira mihrabın kerâmetiyle, günahları üzerinden alınır. Tekrar günah işlemedikçe iâde edilmez. Eğer tekrar işlerse, merkebin semeri gibi diğer günahları ile birlikte bindirilir.

Fıskı, itikadda ise imâmeti câiz olmaz. Bozuk makineden düzgün kumaş çıkmaz.


İman Bahtiyarlığı ve Emanetler

„Yemin ederim, çocuklar, bu dünyanın en bahtiyar insanlarısınız. Daha size bazı şeyleri vermeyecektim. Amma benimle kara topraklara gitmesinler diye veriyorum. Bu civardan geçen bütün aktâb-ı kirâm, üzerlerindeki emânetleri, bugünün merkezine bırakmadan geçmediler. Çünkü geleceği biliyorlardı.“

İnsana Verilen Yedi Anahtar
„İbn-i Mes’ûd (radıy’allâhu anh)‘tan rivâyet edilen bir hadîs-i şerifte beyan olunur ki:


“Kur’ân-ı Kerim 7 kapıdan nâzil olmuştur.”
İnsanlara da 7 anahtar verilmiştir.

Birinci anahtar, 
Kalb.
Kalbi nûr ile dolan kimseye bir kapı açılır. Kur’ân’ın bir türlü mânâsını vermeğe vâkıf olur.
İkinci anahtar  
Ruh.
Rûhu nurlanan kimseye, diğer bir kapı açılır ve başka bir mânâ vermeğe muktedir olur.
Diğer anahtarlar da; sır, hafî, ahfâ, nefs-i nâtıka, nefs-i küllî’dir.

İşte bu latâif-i seb’anın (yedi latîfenin) hepsini nûr ile dolduran kimseye 7 kapı açılmış olur ki, her biriyle bir başka esrâra vâkıf olur.

İrâde-i Cüz’iyye

Ezelde Ahmed Cennetlik, Mehmed Cehennemlik diye zât ve şahıs üzerine bir hüküm yoktur. Ancak elbiseler biçilmiş; (iman elbisesi, itâat elbisesi, nur elbisesi) şu elbiseleri giyenler Cennetlik denilmiş; ayrıca küfür, isyan, zulmet elbiseleri biçilmiş, bunları giyenler de Cehennemliktir denilmiştir. Kul, irâde-i cüz’iyyesiyle bu elbiseleri seçmekte tamâmen serbest bırakılmıştır. Binâenaleyh, insan irâde-i cüz’iyyesiyle bunlardan hangisini seçer ve giyerse oraya gider.“

İstanbul Efendisi

Benim evlatlarım, çarıklarını sürüye sürüye gelirler, birer İstanbul efendisi olarak dönerler.“
„Şimdiye kadar müslümanları hakir görmüşler; üstü başı pejmürde, kirli, paslı insanlar olarak millete tanıtmaya çalışmışlardır. Benim evladlarım tertemiz giyinip gezecekler, yolda, sokakta yürürken gayet vakûr bir şekilde ilerleyecekler. Müslümanlığın şahsiyetini, bu millete tanıtacaklar, onu hakkı ile temsil edeceklerdir.


Îtikâf Sünnet-i Kifâyedir

Îtikâf, sünnet-i kifâyedir. Bir memlekette yapılmazsa, felâket-i umûmiye zuhûr eder! Belâyı def etmek için, muhakkak yapılmalı… Bu, müftilerin vazifesidir. Yapılmadığı takdirde başlıca mes’ûlü, müftilerdir.

Mutlak i’tikâf, on gündür. Gayr-i mukayyet olarak yapılan niyet, kemâle masruftur. (On günden aşağı olamaz.) Niyet, mukayyet olursa, kaydettiği gün kadar durur.

Mescidlerde dünya kelâmı helâl olmadığına göre, girerken, “Neveytü’l-î’tikâfe hattâ en ahruce” diyerek içeri girmeli… O zaman konuşulan sözler haram olmaktan çıkar. Fakat, “en ahruce” diye kayıtlamazsa, on gün durmak îcap eder.
Evde yalnız kadınlar î’tikâf edebilirler.


Ka’be-i Muazzama ve Beytü’l-İzze

Bu dünyada sekaleyn (insanlar ve cinnîler)‘in kıblesi Ka’be-i Muazzama, melâike-i kirâmın kıblesı de Beytü’l-İzze‘dir. Beytü’l-İzze muhâzât-ı Ka’be’dir (Ka’be ile aynı hizâdadırlar). Onun için, “semâda eşref(en şerefli)olan Beytü’l-İzze ve yeryüzünde ise Ka’be-i Muazzama’dır” demişlerdir.

Ka’be’ye “Beytullah” denildiği gibi, Beytü’l-İzze’ye de “Beyt-i Ma’mûr” denir. Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân‘ın toplu olarak indiği yerdir. Cebrâil aleyhisselâmLeyle-i Kadir‘de Kur’ân‘ımızı Levh-i Mahfuz‘dan alıp Beytü’l-İzze‘deki nûrdan bir kürsî üzerine indirmiştir.

Bu kadar güzel ve ağaçlı yerler dururken Ka’be-i Muazzama neden susuz bir çöle yapıldı? denilecek olursa, (cevaben) dersiniz ki:

Hac, bir takım zorluk ve meşakkatlerin yaşanacağı mahşer‘in dünyadaki ufak bir temsilidir. Orada çekilen zorluklar, günahların afvına vesîle olur. Ka’be-i Muazzama, göze hoş görünen ağaçlı ve sulu yaylalara yapılsa idi, herkes oraya zevk için giderdi. Halbuki hacdan murad, rızâ-i İlâhî’dir, dünya safâsı değildir.

Allâhü zû’l-Celâl hazretleri, bu hac mevzilerini «gayri zî zer’in[Ekinsiz bir vâdi]»(Sûre-i İbrâhim, 37) olarak yaratmıştır. Tâ ki cebâbire takımı gidip de oralarda zevk ve safâya dalmasınlar.

Müzdelife, “mahall-i cem’ [toplanma yeri]“. Resûlullah Efendimiz Haccetü’l-Veda‘daki son hutbelerini i’râd buyurduktan sonra Müzdelife‘ye gelinceye kadar ağladılar. Allâhü zû’l-Celâl hazretlerine iltica edip ümmeti için af ve mağfiret dilediler. Hazret-i Mevlâ da bu makamlara gelip de kendisinden af diledikleri takdirde Ümmet-i Muhammed‘i affedeceğini va’detti…

Hac vazifesini îfâya vüs’ati olmayanlar, “Yâ Rabbi, ben senin farzını îfâ eylemek için mübârek hacca gidemedim. Orada yapılan vazife-i mâneviyyeler iştirak edemedim. O ibâdât ve tâatlerin hürmetine beni de onların içine dâhil eyle. Afv-ı umûmiyyeye mazhâr olanlara, mağfîrîn zümresine ilhâk eyle” diye duâ etmeli. Öğle ile ikindi arasında, Allâhü ekber deyip dört rek’at namaz, mümkünse tesbih namazı kılmalıdır  .

Resûlullah Efendimiz Haccetü’l-Veda‘da, o sene için 100 deve gönderdiler. 63 tanesini bizzat kendi mübârek elleriyle kestiler. Gerisini Hz. Ali’ye bıraktılar. [Ashâb] anladılar ki Resûlullah Efendimiz yolcudur.“



İlmü’l-yakîn, aynü’l-yakîn, hakku’l-yakîn vardır. Meselâ zindanı bilmek “ilmü’l-yakîn”, onu görmek “aynü’l-yakîn”, zindana girmek de “hakku’l-yakîn”dir. Bu cihetten “aynü’l-yakîn” ehlinin hâli, “ilmü’l-yakîn” ehlinden üstündür. “Hakku’l-yakîn” ise “aynü’l-yakîn”in fevkindedir.

Hazret-i Mevlâ, Tekâsür sûre-i celîlesinde, “ilmü’l-yakîn” ve “aynü’l-yakîn” buyurdu da ehl-i îmâna olan lûtuf ve kereminden dolayı “hakku’l-yakîn” buyurmadı. Eğer, “hakku’l-yakîn” buyurmuş olsaydı; herkesin mutlaka, hiç olmazsa bir defa cehennemi “hakku’l-yakîn” görmesi îcab ederdi.
“Hakîkatü hakkı’l-yakîn” ise, Resûlullah (sall’allâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e mahsus olan bir rütbe-yi âliyedir ki, o rütbeye hiçbir nebî ve velî çıkamaz!“

Kerâmet

Her hâli kerâmetü’n-nebi olan yolumuzun gayrisinde, hiçbir kâr ve kerâmet aramayın.
- Yâ Rabbî, kalb gözümü açıp da beni perişan etme, diye duâ etmeli.“
„İmam-ı Rabbâni hazretleri, irşad için gönderdiği halifesinden gelen haberde:
- Burada bir müstedriç var: Havada uçar, suda yürür, bir anda bir şehirden bir şehire varır. Halk peşinde, diyordu.
Cevap verdiler:

- Havada uçmak marifet ve kerametse, pis sinekler, karga ve çaylaklar da uçuyor. Suda yürümek kerametse, pis kaplumbağalar, yılan ve çıyanlar, hem dibinde, hem yüzünde yürür. Bir şehirden bir şehire gitmek kerametse, iblis ve ifritler de bir anda doğudan batıya giderler. Böyle şeylerin hükmü yoktur. Hakîki keramet: efrad-ı ümmetin kalbinde nuru imanı tutuşturmaktır.
Kıyâmet Yakındır

Bu âlem eski saraya benzer. Nasıl ki eski bir saray tâmir görünce ömrü uzarsa, dîn-i mübîn-i İslâm da ihyâ edilirse, kıyâmet tehir olunur.“

Kiracı ve Oturduğu Ev

„Kiradaki bir adam, evden çıkarken kırığına-çıkığına bakmalı. Badanasını, şusunu-busunu tamamlamalı. Silip süpürüp öyle teslim etmelidir. Bu, usûl-i şer’îden ve kemâlât-ı insaniyyedendir. Böyle yapmayanlar, ev-yurt sahibi olamazlar. Daima perişan olurlar.“

Korku

„Hak’tan korkan, halktan korkmamalı. İşini düzgün yapanın, içi de düzgün olur.“

Kurban Büyük Bir İmtihandır

Kurban, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına büyük bir imtihânıdır.

Bu imtihanların en büyüğünü de enbiyâ-yi ızâm vermiştir.

Bütün nebîlerin verdiği imtihanların en muazzamını da Resûlullah Efendimiz vermişlerdir. Nitekim İbrâhim aleyhisselâmın bu imtihânına mukâbil Peygamber Efendimiz‘in de, hânedân-ı Resûlullah’tan 170 kişinin şehit olacağının bilmesi ve onların şehâdetini kabul etmesi ki; bu bir “sırr-ı kader” işi olup, belki onların “Makâm-ı Mahmûd”da ve maiyyet-i Hazret-i Resûlullah’ta bulunabilmeleri için olmuştur.“

Kurbanın Maddî ve Mânevî Faydaları

Kurbanın maddî ve mânevî olmak üzere yedi mühim fâidesi vardır:
  • Gadab-ı ilâhîyi söndürür.
  • Rızâ-i ilâhîyi celb eder.
  • Çok kurban kesilen bir memlekette harp olmaz.
  • Eğer bir insan vakti hâli müsâit olup da kurban kesmezse, muhakkak ki o adamın ya kendisinden veya çocuğundan yâhut da malından, ticaretinden, servetinden, varlığından mutlaka bir kan çıkacaktır.
  • Kurbanda çoluk-çocuk ve fakir ve fukarâ için umumî bir maslahat ve mutlak bir menfaat vardır.
  • Kurban Bayramı’nda afv-ı umumî tecellî eder.
  • (Kurban kesmeyen) Allah’sızların gâyesi, neticesi ve sonu intihardır. Kendi kendilerini katlederek ebedî cehenneme yuvarlanır giderler.


Kurbanlık hayvanlar da şehittir. Çünkü onlar, Allah-ü Teâlâ’nın emrine boyun eğerek kesilirler.
Hayvan kesileceğini bilir; Mevlâ ona ilham eyler. Onun için kesmeden önce onu hırpalamamalı; bilhassa kesileceği yere götürürken onu sürüklememelidir. Çünkü bu eziyettir. Ona eziyet ise haramdır.
Hayvanı keserken, canı çabuk çıksın diye iliklerini dahi kesmek doğru olmaz. O hayvan bizim için canını fedâ ediyor. Ne mutlu ona!.. Keşke onun yerinde biz olsaydık. Yani onun gibi Allah yolunda biz de can verseydik..

Lafza-i Celâl İsm-i A’zam’dır

Esmâ-i İlâhiye‘nin içinde Lafza-i Celâl‘in rütbesi başkadır. Çünkü müsemmâsı, zât-ı ehadiyet-i mücerrede-i ilâhiyedir. Diğer esmâ ise, ef’âl ve sıfât-ı ilâhiyenin isimleridir.
Bu İsm-i Celâl, aynı zamanda bütün esmâyı câmi’ olan bir İsm-i A’zam‘dır. Yani lafzatullah, zât-ı ilâhî ile İsm-i A’zam, “el-Hayyü’l-Kayyûm” da sıfat ile İsm-i A’zam‘dır.
“Allah” ism-i celâlinde, diğer esmâ-i ilâhiyede olmayan bir takım hâssalar vardır. Bir defa hiçbir lisanda tercümesi yoktur. Eğer bir çocuğa isim olarak verilse, o çocuk yaşayamaz. Harflerinin müfredâtını teker teker alsak, yine sırr-ı ehadiyet-i mücerredeyi ifade eder. Meselâ;
“Allah, Lillah, Lehû, Hû” gibi. Burada “vav” zâidedir. Aslı “Hu”dur. Eğer “Hû” da alınsa, o zaman yaşayabilmek için aldığımız “hava”yı dışarı verirken “Hû” diye yine onu isbat ederiz.
Hazret-i Mevlâ‘nın tasarrufunu, eşyanın üzerinden bir an uzak tutmak kabil değildir.
“İllâ Hû”, ismiyyeti ifade eder; çünkü “Hû”, ilm-i nahve göre zamir, ilm-i tasavvufa göre isimdir. Hiçbir isim yoktur ki âhiri “vav”, mâkabli mazmum olsun. Ancak “Hû” ism-i şerifi müstesnâdır. O da Hazret-i Mevlâ‘ya mahsus bir isimdir.
Bugüne kadar Hazret-i Mevlâ‘nın 99 esmâsından, 1001 esmâsından bahsedenler olmuştur. Lâkin, âlem-i semâda 4000 esmâsı daha vardır ki, bundan bahsedip konuşan olmamıştır. Cenâb-ı Hakk kıyâmet gününde, küre-i arzı bu 4000 esmâ-i ilâhiyesi kadar genişleterek, bütün insanları orada cem’ edecektir.
“el-Hayyu’l-Kayyûm”: On sekiz bin âlemi yok iken îcâd edip hayat veren demektir. Yalnız hayat kâfi değildir; onu tutup muhâfaza etmek îcap eder. Hazret-i Mevlâ, “Kayyûm” ism-i şerifiyle tutmaktadır. Îsâ aleyhisselam mevtâyı ihyâ için, “Yâ Hayyu yâ Kayyûm” diye duâ ederdi. Tecrübesi kolaydır. Batmak üzere olan bir gemide, insanlar hep birden “Yâ Hayyu yâ Kayyûm” diye feryat etseler gemi batmaz, batamaz.“

Mehdi

Hz. Mehdî (aleyhirrıdvân) hakkında vâki hadîs-i şeriflerde, Fahr-i Âlem (sall’allâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz‘den sırran haber sâdır olmuştur; ancak, anahtarı kimde ise o açar ve işin hakikatini o anlar, başkası anlayamaz. Herkes anlasa sır zâhir olur. Usûle muhâlif gelir. Yani zamanın sâhibi, Resûlullah’ın vârisi perdeyi kime açarsa, ancak o anlar. Nüzûl-i Îsâ aleyhisselâm’daki sır da böyle. Allah dostlarının rütbesindeki büyüklükleri nisbetinde halleri ve sırları kapalıdır.“
„Mehdî bizim usûlumuz üzere gelecek, şimdi o devirdeyiz.“

Mu’cize-i Haberiye

«Hakikaten biz sana kevseri verdik.» (Sûre-i Kevser, 1)
„Bu sûre-i celile, bir mu’cize-i haberiyedir. Çünkü Mekke-i Mükerreme‘de nâzil olmuştur.
O zaman Resûlullah Efendimiz‘in etrafında toplanan Müslümanlar‘ın sayısı, 40 kişiden ibâret idi.
Daha ne ilim çokluğu, ne ümmetin çokluğu, ne de feyzin çokluğu vardı. Hiçbiri mevcut olmadığı halde Cenâb-ı Hakk‘ın,“Verdik” buyurmasının sebebi, tahakkuk-ı vukûuna binâen (mutlaka olacağı için)dir.“

Müslüman Cesur Olmalı

„Evvelâ îmânın 6 şartına bağlanmak, sâniyen cesur olmak lâzım. Korkaklar, Resûlullah’a tam bağlı olamazlar. Vârislerine, üstazlara da bağları gevşek olur. Müslüman cesur olmalı.“
Namaz ile İstimdât Sünnettir
Namaz mi’râc-ı mânevîdir. Müslümanlar her gün beş defa Cenâb-ı Hakk‘ın, “ekımi’s-salâh”(namazını ikâmet et, kıl) hitâb-ı izzetine muhatap oluyorlar. Bu sûretle rızk-ı sûrî ve rızk-ı mânevî ile merzûk olmak üzere günde beş defa Hazret-i Mevlâ‘nın sefer-i rahmetine çağrılıyorlar. Bu şeref, sekaleyn(ins ve cin)‘den mâadâ hiçbir mahlûka nasip değildir. Çünkü karşılığı mükâfat ve terfî-i derece olan ibâdetler, yalnız ins ve cinne mahsustur. Bazı umûrda melekler de memurlardır. Lâkin onlar imtihan olmak ve karşılığında mükâfat almak için değildir. Kendilerinde cüz’-i türâbî (toprak unsuru) ve sair anâsır bulunmadığından, melâike-i kirâm bile ehl-i salâtın nâil olduğu böyle bir ziyâfetle şerefyâb olmamışlardır.“

Resûlullah Efendimiz (sallalâhü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Biriniz, herhangi bir işte sıkıntıya düştüğü zaman iki rek’at nâfile namaz kılsın.” (Kütüb-i Sitte’den Müslim hâriç hepsi rivâyet etmişlerdir)

Namaz ile istimdât, sünnet-i seniyyedir. İnsan dara düştüğü zaman, hemen iki rek’at namaz kılmalı; onunla Cenâb-ı Hakk’a tevessül edip ilticâ etmelidir.“

„Bütün mühim işlerde büyüklerimiz hep böyle yaparlardı. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm arz-ı Bâbil’den arz-ı Şam’a hicret ederken uğradıkları beldenin kolcuları, zevcesi Hazret-i Sâre‘yi alıp saraya götürdüklerinde, İbrâhim (a.s.) hemen namaza durup işi Hazret-i Mevlâ‘ya ihâle eylemiştir.
O zâlim melik, Sâre’ye üç defa el kaldırmak isteyince, her defâsında koluna felç gelmekle (çirkin emellerinden vazgeçip) yanına birtakım hediyeler koyarak, Hazret-i Sâre’yi yolcu etmek mecburiyetinde kalmıştır.“

Namazlarda Rekat Tahsisi

Namazlarda, iki rek’at, dört rek’at diye tayin etmemeli. Cenâb-ı Hakk’ın kaç rek’at mükâfat vereceği belli olmaz. İki rek’ata iki bin rek’at, dört rek’ata dört bin rek’at ve daha fazla sevabı verebilir.“

Namazlar ve İkindi Vaktindeki Esrâr-ı İlâhî

„Eûzubillâhimineşşeytânirracîm Bismillâhirrahmânirrahîm: «Ve’l-asr». Sadakallâhülazîm. [And olsun asra, yüksek fazîletinden dolayı ikindi namazına] (Sûre-i Asr, 1)

İkindi namazı Zât-ı İlâhî ile, sabah namazı Cemâl-i İlâhî ile, diğer namazlar ise, Sıfat-ı İlâhî ile alâkalıdır. Onun için Hazret-i Mevlâ, yalnız ikindi namazına kasem buyurmuştur. Bu da, vakt-i asrdaki esrâr-ı İlâhiyye’nin büyüklüğünü gösterir. Mü’minler cennette, Cemâl-i İlâhî ile ikindi zamanında şerefyâb olacaklar. Diğer vakitlerde de sâir nîmetlerle meşgul olurlar.“

Nefs ve Râbıta

Ana, meme verdikçe çocuk büyüdüğü gibi, nefis de, arzularına uyuldukça büyür. Hatta velî olsa, peygamber olsam der. Nefs-i emmâre ancak râbıta ile terbiye olunur.
Nefis kepazeliği sever ve kötülük için rehberlik eder. Fransız kâfiri seni cehenneme götüremez lâkin nefs, seni cehenneme götürebilir.
Râbıtada geçen zaman ömre sayılmaz. Ömür dünya ile ölçülüdür. Râbıta ise uhrevîdir.
Aklın inkişâfı için râbıta ve zikr-i kalbî zarûrîdir.

Neme Lazımcılık

“Her koyunu kendi bacağından asarlar.” sözü yanlıştır. Dinimizde neme lazım demek yok. Bana lazım demek vardır.

Niçin Kitap Yazmadım?

Selefin mum ışığında yazdığı bahâ biçilmez hazine misâli eserlerin toprağa gömülerek çürüdüğünü, bakkallara satılarak çöplüklerde çiğnendiğini, bir kısmının da kütüphâne raflarında tozlanmış ve çürümeye terk edilmiş olduğunu gördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, din ilimleri yok olmağa yüz tutmuş olan bir zamanda, kitap yazmaktansa, yazılan ilmî eserleri anlayarak anlatacak ve ilmi satırdan sadra intikal ettirip yaşatacak talebe yani canlı kitap yetiştirmeyi daha lüzumlu buldum.“

Okumada Gaye ve Zâhirî İlimler

Okuyup ne olacaksın? diyenlere, şöyle cevap vermeli:
- Öğrendiğimle amel edeceğim. İlmimi ikmâl edip de vazife verildiği vakit, batağa düşmüş olan ümmeti bataktan kurtarmayı vazife bileceğim. Ve rızâ-i ilâhiyi kazanmaya çalışacağım.
Zâhirî ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören şeytanı dahi kurtaramadı, zîrâ ilmi gırtlaktan yukarı kafada kalmış, kalbine inmemişti. Kıyâs-ı fâside ile “Ben ateşten, Âdem ise topraktan halkolundu. Ateş şereflidir. Âlâ ednâya secde etmez.” dediğinden, rahmet-i ilâhiden ebediyyen mahrum oldu.“

Macaristan vaktiyle müslümandı. Fakat bir gün geldi orada yalnız zâhiri ulemâ kaldı. Zâhiri ulemâ maneviyattan mahrûm olduğu için dengeyi tartamadı. Ve işte gördüğünüz gibi hıristiyan olup gittiler. Bu din maneviyatsız muhâfaza edilemez.“
„Sırf bâtınla meşgul olanlar mülhiddir. Sırf zâhirle meşgul olanlar gâfildir. Kemâlat her ikisinin birleşmesindedir.“

On Dört“ Kemâl Adettir

«Tâ hâ»(Sure-i Tâhâ, 1)
Ebced hesabına göre buradaki “Tı” harfi 9‘dur. “He” harfi de 5 olmakla tamamı 14‘tür. On dört kemâl adettir. Bu âyet de ayın on dördüne delâlet eder. Çünkü ayın on dördünde bütün ziyâ kâmildir.
Diğer hurûf-i mukattaât gibi bir şifre olan “Tâ hâ”nın Resûlullah Efendimiz’e nisbeti, mükevvenâtın ziyâının kemâli kendisinde toplandığından ve mazhar-ı envâr-ı İlâhî olduğundandır. On dört kemâli ifade ettiğinden nûr-i Muhammedî kâmil mânâda bu asırda tecellî etse gerek.“

Rızka Değil, Razzâk’a Bağlanın

Dünya sevdâsından ukbâyı unutanlara:
- Ey gâfiller! Âhiret husûsuna gelince; Allah gafûrdur, rahîmdir, diyorsunuz. Pekâlâ! Mâdemki çalışmadan o büyük geçitten geçmek için ‘Gafûru’r-Rahîm’ diyorsunuz, öyle ise, Cenâb-ı Hakk Razzâk-ı âlemdir; haydi çalışmasanız ya! Neden böyle durmadan-usanmadan çalışıp didiniyorsunuz be ahmaklar! dersiniz.“

„Sizler rızka değil, Razzâk‘a bağlanın. Unutmayın ki sebebe bağlananlar, sebeb-i hakîki olan Hazret-i 
Mevlâ‘nın lutuf ve ihsânından her zaman mahrum kalırlar.“

Ru’yetin Hakikati Nedir?

Şu ciheti kaydetmek lâzımdır ki; ru’yetin hakikati, bu dârda [bu dünyada]rûhunu sülûk ve urûc tarikıyla “mertebe-i hakîkati’s-salât”a çıkaran ehass-ı havâsa mâlum ve münkeşif olur.
Hadiste vârid olan, “Namaz mü’minin mi’râcıdır”ın hakikati, bu zevât için sâbit ve sâdıktır. Makamu hakîkati’s-salât, merâtib-i sülûkün nihayetidir, ilerisi mertebe-i vücûbdur. [kavl-i şerifin]
Eğer bir ferd bu âlemde hakîkat-i ru’yeti anlamak isterse, rûhunu bu makama çıkarmalıdır. Ve illâ [aksi takdirde] Kitap ve sünnet ile sâbit olan ru’yete îmân eyleyerek keyfiyeti araştırmamalıdır. Çünkü bu hakikati kemâ yenbağî [münâsip olan tarzda]anlamak, ancak bu sûretle mümkündür… Eslem tarîk[en sağlam yol] budur.“ [Allâh'ı görmenin hakikatini]

Şefaat Nedir?

„Şefâat iki nevidir. Biri, kişinin kendi amelinin iktizâsı; diğeri de, Resûlullah Efendimiz’in zâtına âid olan şefâattir. Bundan mahrum olmamak lâzım. Şefâat mahşerde, arasatta, sıratta olur. Bir de, cehennemden çıkıp cennete girmek, cennette derecâtın terfîi ve Cemâl-i İlâhî’ye nâil olmak için şefâat vardır.“

Şehâdetten Büyük Bayram Olur mu?

Hazret-i Hüseyin (radıy’allâhu anh), Kûfe‘ye hareket edeceği zaman rüyâsında kardeşi Hazret-i Hasan (r.a.)‘ı gördü.

Hazret-i Hasan,

- Ey birâderim! Sen, Kûfeliler’in ecdâdımıza ne yaptıklarını bilmiyor musun? Sanki bayrama gidiyor gibi, en güzel elbiselerini giymişsin! deyince, Hazret-i Hüseyin,
- Ben şehit olmaya gidiyorum!.. Bundan büyük bayram olur mu? karşılığını vermiştir.“
Şehitlerin Temmenîleri

Kıyâmet gününde şehitlere ne istedikleri sorulunca,
- Yâ Rabbi, biz şehit olurken o esnada senin Cemâl-i İlâhî’ni müşâhede ettik. Bizi tekrar dünyaya gönder de yeniden şehit olalım, Cemâl-i İlâhî’ni bir daha müşâhede edip gelelim, derler.
Çünkü şehâdet zamanında aldıkları lezzeti hiçbir yerde bulamazlar. O tadı unutamadıkları için [tekrar tekrar] dünyaya gelip hiç durmadan şehit olup gitmeyi isterler.
Şehitlik çok büyük bir mertebedir. Bittabiî bu, i’lâ-yi kelimetullah ve harb-i mânevî uğrunda şehit olan ehl-i îman içindir.

Şerî’at-Tarîkat-Hakîkat

Tarîkat ve hakîkat, şerî’atın sûreti ile hakikatı meyânında mütevassıttır. Sûret-i şerî’at, velâyet kemallerinin şecere-i tayyibesi, nübüvvetin kemâlâtı ise, o sûretin hakikatının semeresidir. Velâyetin bütün kemâlâtının en mühimleri, sûret-i şerî’atın neticeleridir. Nübüvvetin kemâlâtı da hakikat-ı şerî’atın semereleridir. Tarikat ve hakikat, şerî’atın mütememmimleridir…

Yine ma’lumları olsun ki, şerî’at, üç cüz’den mürekkebdir: bunlar da ilim, amel ve ihlâsdan ibarettir. Bu üç cüz’ün her biri tahakkuk etmedikçe, şerî’atın kemali tahakkuk eylemez. Ne zaman ki, şerî’at tahakkuk eder, rızây-ı Bârî hâsıl olur. Rızây-ı Mevlâ ise, bütün dünyevî ve uhrevî sa’âdetlere kefildir.

Tarikat ve hakikat, üçüncü cüz’ olan ihlâsın tekmîlinde şerî’atın hâdimleridir. Anın içün “Tarîkat ve hakikat şerîâta hâdimlerdir” denilmiştir. Bunları tahsilden maksud, tekmîl-i şerî’at olup şerî’atın dışında hiç bir emir yoktur.

Tefrika

Vasiyetim olsun: Tefrikaya düşmeyiniz. Kavmiyet gütmeyiniz. Ehl-i Sünnet’in gayri olan yanlış yollara sapmayınız.

Tek Hedef

Bizim para, pul, mevki, makam, siyaset, politika, kavga ve gürültüyle işimiz yok. İstisnasız her müslümanın çocuğunu da okuturuz. Bir tek fert geri dönmüşse haber versinler.“

Trafik Kazâları ve Âyetü’l-Kürsî’nin Esrârı
Resûlullah (sall’allâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz‘in 27 sır kâtibi vardı. Âyetü’l-Kürsî Hicret’ten sonra bir gece yarısı nâzil olduğunda onu, Resûlullah’ın sır kâtiplerinden Zeyd bin Sâbit (radıy’allâhu anh) yazmıştır.

Âyetü’l-Kürsî‘ye ta’zim ve tebcîl için, bir rivâyete göre 40 bin, diğer bir rivâyete göre 80 bin melek nâzil olmuştur. Âyetü’l-Kürsî‘ye çok muazzam ve muhterem bir melek hâdimdir.

Bugün bütün vâsıtalar tehlike hâlindedir. Ancak ta’limât-ı İlâhiye ile bu tehlikelerin önüne geçilebilir. [Hava], deniz ve kara vâsıtalarına binerken «Bismillâhi mecrâhê ve mürsêhê inne Rabbî le Ğafûru’r-Rahıym [Meâli: Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allâh'ın ismiyledir. Muhakkak ki Rabbim, çok mağfiret edici ve çok rahmet edicidir]» (Sûre-i Hûd, 41) diye okuyan kimse, her türlü tehlikeden muhâfaza olunur.

Sokağa çıkarken 7 Âyetü’l-Kürsî okuyup, her defasında 6 cihete üflemeli. Yedincide, “Velâ yeûdühû hıfzuhümâ ve hüve’l-aliyyü’l-azıym” diye 3 defa okuyup “Huu” ile içine “Huu”lamak lâzım. Bu ta’limat ile vesâite binenleri, Cenâb-ı Hakk her türlü felâketten korur. Bunu söylemezdik ama, tehlikelerin umûmiyeti bizi bu esrârı söylemeye mecbur etti. Hakikaten muazzam bir esrâr-ı İlâhîdir. Ne akıl, ne mantık, ne san’at, hiç biri ona tahammül edemez. Bunun adına “Kerâmetü’n-Nebî” derler.
Bu insanlar, isyanları ile kok kömürü hâline gelmişlerdir. Kuruların yanında yaşlar da yandığından, o yaşları kurtaralım diye bu esrârı ifşâ ediyoruz.“

Ünvanınız

„Sizler, “El-mücâhid fî sebîlillâh, el-müştâk ilâ cemâlillâh, hüve ünvânüküm”(Ünvanınız: Cemal-i ilâhiye âşık, Allah yolunda mücahitlersiniz).“

Vahdet-i Vücud

„Ey İslâm Cemaatı! Biz hayatta olduğumuz halde, Vahdet-i Vücud’a gidilebileceğini mi zannediyorsunuz? Böyle bir zanna kapılmayınız, çünkü biz hayattayız.
Size ta’lim edilen Hak yolundan ayrılmayın. Vahdet-i Vücud ve sair nuru sönmüş tarîklere aslâ rağbet etmeyin.

Vakıfta Dâvâcı, Resûlullah (s.a.v.)’ın Vârisidir

Vakfedilen mala; mâlik-i hakîki Cenâb-ı Hakk, mâlik-i mecâzî insandır. Vakfeden: “Bu malı hakîki mâlikine teslim ettim, bıraktım” demek istiyor. (Bu bakımdan sûi isti’mâle uğrayan) vakıfta dâvâcı: Vâris-i Resûlullah, dâvâ vekîli: Fahr-i Âlem (s.a.v.), hâkim: Cenâb-ı Hakk’tır. Vakfa musallat olanların hâli perişan olur.“

Süleyman aleyhisselâm, kendisine postalık yapan Hüdhüd kuşunu gücendirdiği bir gün; Hüdhüd, Hz. Süleyman’ı tehdit makamında, “Vakıf tarladan toprak alır, mülküne serper ve saltanatını yıkarım” dediği rivâyet olunmuştur.

Varlığında En Ucuz, Yokluğunda En Aziz Olan Şey

Âyet-i Kerîme meâli:
«(Habîbim) de ki: Suyunuz yerin dibine savulup giderse, söyleyin bakalım, size kim bir akarsu getirebilir?» (Sûre-i Mülk, 30)
„Burada bütün nîmetlerin arasından “su” zikredildi. Çünkü susuz hayat olmaz. Onun yokluğu çok ağırdır. Eşya içinde “ehven-i mevcûd, eazz-i mefkûd” (varlığında en ucuz, yokluğunda en azîz) kabul edilir.

Bu dünyanın en büyük nîmeti “su”dur. Hazret-i Mevlâ onun içine, “el-Hayy” ism-i şerîfinin esrârını koymuştur…

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in şefâat-ı uzmâları olduğundan, beşeriyyet ne kadar isyân ve tuğyâna gitse de, Hazret-i Mevlâ suya yok olması için emir vermiyor. Müptelâ olduğumuz bütün darlık ve yoklukların hepsi hidâyete dâvet ve îkaz içindir.

Bazı insanlar utanmadan pahalılıktan ve buhrandan bahsederler. Halbuki bugün zamanımızda en pahalı ve en buhranlı metâ’ din olmuştur. Buna varıp parmağını basan yok. İtaatullahtan mahrum olan milletler ve memleketler, maddeten ne kadar bolluk içinde olsalar da, yine darlıktadırlar. Çokluk para ile olmaz. Berekât-ı ilâhiyye lâzımdır.“

Yemekte Niyet

Yemek yerken, su içerken, “İbâdet için kuvvet olsun yâ Rabbî” diye, Mevlâ’nın huzuruyle olduğunu düşünmek lazım.

Yeryüzü Yuvarlaktır, Cennet de Öyle…
«Onların Rabbleri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir…»(Sûre-i Beyyine, 8 )

„Sekiz cennetten altısı sıfâtının, ikisi de zâtının ve cemâlinin cennetidir. Cennât-i Adn, [sâir] cennetlerin görülebileceği bir yerdir ki, hepsinin ortasıdır. Orada, bütün cennetleri seyretmek için minberler vardır. Dileyen kimseler bu minberlerden diğer cennetleri seyredebilirler. Bundan, cennetin de dünya gibi yuvarlak olduğunu anlıyoruz.

Yunus Emre

Yûnus Emre’den söz eden birine:
- Yûnus Emre ne yapmış; vahdeti vahdette aramış. Köşesine çekilmiş kendine hizmet etmiş. Biz, vahdeti kesrette (çoklukta), rızâ-i Hakk’ı halk arasında, halka hizmette arıyoruz. Enbiya-i Mürselîn yolundayız, buyurdular.

… ve Diğer Sözler
  • Benim evlatlarıma Tarih öğrenmek farzdır.
  • Benim evlatlarımın her biri bir Süleyman’dır. Ben daha yüz sene yaşayacağım.
  • Ben size “eceztü” dediğim zaman sizler alim olmadınız, ilmin anahtarlarını almış oldunuz. Bu aldığınız anahtarla Anadolu’ya gidecek, büyük büyük kitapları açacaksınız ve onun içindeki hakikatleri Ümmet-i Muhammed’in evladına anlatacaksınız.
  • Ben şu denî dünyayı, evlâtlarımın kirli tırnağına değişmem.
  • Biz akla ve zekâya kıymet vermeyiz. Salıverdin mi evinin yolunu bulabilecek kadar aklı olsun kâfidir.
  • Biz Cenab-ı Hakk’ın Ahirette bize vereceği selahiyetle, mahşer halkına şöyle dürbünle bakacak, kimin bize bir merhabası, ilgisi, sevgisi, alakası, Allah yolunda bir hizmeti varsa hepsine şefaat edecegiz.
  • Biz, terakkî anlarında çürükleri terkederiz. Asker de harekât ânında hastaları bırakır. Bununla beraber, nâdim olup dönenler, kabul olunur.
  • Bu dinin garip anlarında hizmet gören, saltanatını sürmeden ölmez. Benim kardeşlerim fukara olmayacak.
  • Bu dünyanın cefâsından sefâsına sıra gelmez, gâfil olmayın, ilme çalışın, geçen günler geri gelmez.
  • Ders okuturken takıldığınız bir yer olursa, orada fazla durmayın. Nasıl ki etrafı kazılan bir ağaç kolayca devrilirse, evveli ve âhiri anlaşılan kitabında ortasını anlamak kolaylaşır.
  • Dışımız halk ile, içimiz Hak ile…
  • Din asıl, dünya ve siyaset fer’idir. Dünya ve siyaset dinin inkişâfına alet olabilir. Fakat din, dünya menfaat ve siyasetine âlet olamaz. Âlet edenlere lanet vardır.
  • Edep, akıl ve şeriata muvâfık hâl ve harekete denir.
  • Ey İslâm Cemaatı! Biz hayatta olduğumuz müddetçe, Resûlullâh’ın eshâbına yalan isnadında ve iftirada bulunulabileceğini mi zannediyorsunuz? Böyle bir zanna kapılmayınız, çünkü biz hayattayız.
  • Her yerde birlik ve beraberlik lazımdır. Muvaffak olmak için her hususta ittifak etmeli ve dayanışmayı asla elden bırakmamalıdır. Çünkü Allah’ın nusreti, maddi ve manevi yardımı cemaat ile beraberdir. Toplu çalışanlar bunun semeresini kısa zamanda elde ederler.
  • Hizmet muvaffak olsun da, varsın bizim yerimiz caminin pabuçluğu olsun.
  • Hulûs-i kalble tahsil olunan ilim, ayn-ı ibâdettir.
  • İlim, muhabbet, kâmil itikad ve havf isyâna mânidir.
  • İlim, nûr-ı ilâhidir. İnsan ise kovan. Kirli bir kovanda arının durmadığı gibi, isyan ve zulmetle kirlenmiş vücud ve kalbde de ilim durmaz.
  • İlmin farz-ı ayın olduğu bu günde, sekiz saatten aşağı ders okumak kâfî gelmeyecek.
  • İnsan gibi, ilminde anâsırı erbaası vardır; ağızdan öğrenmek ve anlatmak, gözünden görmek, kulağından işitmek, eliyle yazmakla beraber, kalbiyle de feyz-i ilâhiyi çekecek.
  • İnsanlarla iyi geçininiz. Kimseyi darıltmayınız. Günün birinde araba kaldırmaya olsun, yarar.
  • Kâinatı saran karanlığı kaldırma zamanı gelip de, ezelî hüküm icâbı ins ü cinnin nebîsi, Habîbü Rabbi’l-Âlemin Kur’ân-ı Kerim’le gönderilip âleme safâ verdiği gibi o Resûlullâh’ın hususî yaratılmış vârisleri de, ilâ yevmi’l-kıyam devam edecek olan dîn-i mübîni, binlerce belâya katlanarak yılmadan yürütecekler.
  • Kalemsiz talebe, kurşunsuz avcıya benzer.
  • Maşayı ateşe koyup çekmekle ısınmaz, beklerse ateş gibi olur, dersler de böyledir. Az okumaktan istifade o kadar olur.
  • Râbıtaya ehil olmayanlara ilim öğretmek harâminin eline kılıç vermek gibidir. Fuyûzât-ı ilâhiden mahrum olduklarından öğrendikleri ilmi dünya menfaatine âlet ederler.
  • Sihir, insanın nefsindeki habâseti, başka bir habâsete bağlayarak, bir başkasına havâle etmektir.
  • Tırnağını şu dünyaya değişmediğimiz bir evlâdımız için, küre-i arzın altı üstüne gelse, bir şey lâzım gelmez.
    Yâ Rabbî! Dünyayı kalbime koyma, elimden de alma.
KRONOLOJİ
Miladi/Rûmi
1888/1304 Süleyman Efendi (k.s.), Silistre’nin Hezergrad kasabasının Ferhatlar köyünde dünyaya geldi.
1913/1329 Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye  Medreseleri Kısm-ı Âli (Sahn) Medresesi’ne girdi. Doğrudan üçüncü sınıftan başladı.
1915/1331 3. Sınıf 1. şubesini 90 üzerinden 88 puanla bitirdi.
1916(Eylül)1332 4. Sınıfı 80 üzerinden 76 ile bitirdi.
1916  (30 Eylül) 1337 Medresetü’l-Mütehassisîn’in (Süleymaniye Medresesi) Tefsir-Hadis kısmına girerek Hâfız Ahmed Paşa Medresesi’ne kaydoldu.
1918/1334 İstanbul Müderrisliği Ruûsu verildi.
1919
(27 Mayıs)/1335 Süleymaniye Medresesi’nin Tefsir-Hadis şubesinden mezûn oldu.
1926 Köyü olan Ferhatlar’ı son defa ziyaret ederek 40 gün kaldı.
1927 Babası Osman Efendi  vefat etti.
1936 Bilfiil irşâd vazifesine başladı.
1939 İlk defa tevkif edilerek, birinci şubenin tabutluklarında işkence ve hakaretle dolu 3 gün geçirdi.
1941 Bulabildiği bir kaç talebeye ilim öğretmeye başladı.
1944 İkinci defa tevkif edildi. Birinci şube tabutluklarında, 8 gün işkenceye tâbi tutuldu.
1949 Kur’ân Kursları’nın açılmasına, sınırlı da olsa müsâade eden kanunun yürürlüğe girmesiyle, Süleyman Efendi Hazretleri’nin ilim öğretme faaliyeti bir nebze rahatladı.
1951 Süleyman Efendi Hazretleri, Şehzadebaşı’ndan Kısıklı’ya taşındı ve Avrupa yakasındaki talebelerin tedrisini damadı Kemal Kacar’a bıraktı.
1951 Çamlıca’da, Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Bey’in köşkünün birinci katında ilk düzenli Kur’ân Kursu faaliyeti başladı.
1952 Çamlıca’da Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin Çilehanesi’nin yanında ilk resmî Kur’an Kursu, Üsküdar müftülüğüne bağlı olarak açıldı.
1956 Cezâyir Müslümanlar’ının Fransız sömürgeciliğiyle mücadelesi esnasında, va’zlarında “Müslüman kardeşlerimize duâ edelim” dediği için, defalarca karakola çağrıldı ve ifadesi alındı.
1957 Bursa’da tertiplenen  mehdilik hâdisesi üzerine tutuklandı ve Kütahya Hapishanesi’nde, 69 yaşında olmasına rağmen 59 gün hapsedildi. İdam talebiyle yargılandı, berâat etti.
1959 (16 Eylül) İstanbul Kısıklı’daki Hâne-i  Seâdetlerinde, 72 yaşında oldukları halde dâr-ı bekâya intikâl ettiler.