9 Haziran 2012 Cumartesi

Ravza, Yeşilkubbe.... "Evimle minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir"




Yeşilkubbe....


Ravza, bahçe ve cennet anlamlarına gelir. Ravza-i Mutahhara geniş anlamıyla,
âlemlerin Efendisi Hz. Muhammed (s.a.s)'in medfün bulunduğu yer ve Mescid-i Nebi demek ise de,
özel manasıyla Mescid-i Nebi'nin içinde Hz. Peygamber (s.a.s)'in kabr-i saadetleriyle minber-i şerif arasında kalan kısım demektir.
Bu yer 10 m. genişliğinde ve 20 m. uzunluğunda 200 m2 lik bir sahadır. Bu alanın fazileti ile ilgili olarak Allah Rasulu şöyle buyurur:
ما بين بيتي و منبری روضة من رياض الجنة"Evimle minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir"
(Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 268).






Medine'de bulunan Mescid-i Nebi'nin fazileti hakkında Allah elçisi şöyle buyurur: "Fazla sevap umarak, içinde namaz ve ibadet için şu üç mescid dışında hiç bir mescid için yolculuk yapmak uygun olmaz: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî ve Mescid-i Aksâ" (Tecrid, IV,199);
Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram dışında, diğer mescidlerde kılınan bin namazdan (sevap yönüyle) daha hayırlıdır" (Tecrid, IV, 249).

Zikredilen faziletleri bünyesinde bulunduran mescidde, Hz. Muhammed (s.a.s)'in medfûn bulunduğu "Hücre-i Saadet", Kâbe dahil yeryüzünün her noktasından, göklerden ve arştan daha üstün ve şerefli kabul edilmiştir (Tecrid, IV 258).
Kabr-i saadetlerini ziyaretin faziletiyle ilgili olarak şu iki hadis zikredilir:
"Kabrimi ziyaret edene şefaatim sabit bir hak olur" ; Kim ki, beni vefatımdan sonra ziyaret ederse, hayatımda ziyaret etmiş gibidir"
(Acluni, Keşful-Hafâ, Beyrut 1351, II, 250).

Bu hadisler göz önüne alınınca, Medine'de Hz. Peygamber (s.a.s)'in kabrini ziyaret etmenin ve bu Mescid'de namaz kılmanın sevabı kendiliğinden ortaya çıkar. Bundan dolayı müslümanlar, gerek hac ve gerekse umre için yaptıkları seyahatlarda bu mübarek yerin ziyaretine çok önem verir.
Bu mescid ve kabri ziyaret, İslam âlimlerince mendûb bir amel olarak kabul edilmiştir. Öte yandan Hanefi bilginleri, mâlî durumları elverişli olan kimseler için bu ziyareti vâcib derecesinde saymışlar;
bir zaruret olmaksızın terkedilmesini büyük bir gaflet ve katı yüreklilik olarak kabul etmişlerdir.

Mescid-i Nebî ve kabr-i saadetin hac ibadetinden önce veya sonra ziyaret edilmesi caizdir. Ancak Medine-i Münevvere, hacının yolu üzerinde bulunmadığı takdirde yapılan hac farz ise, merkad-i saadetin hacdan sonra ziyaret edilmesi daha uygun görülmüştür. Böylece günahlardan arınılmış halde Hz. Peygamber (s.a.s)'in huzuruna çıkılmış olur.
Fakat Medine, Mekke'ye giderken hacının yol uğrağı ise, önce Resulullah'ın kabr-i şerifini ziyaret etmek gerekir. Bu durumda kabr-i saadetin ziyaretini hacdan sonraya bırakmak, kişinin katı yürekli olduğuna işarettir. Eğer yapılan hac nafile ise, kabr-i saadetin hacdan önce veya sonra ziyareti arasında fark yoktur.
Her hacı kendi durumuna göre hareket etme serbestisine sahiptir.

Hac veya umre yapmak amacıyla Medine'ye gelen kişi, temiz elbiseler giyer, güzel kokular sürünür, salavât-ı şerife getirerek Mescid-i Nebi'ye "Bâbü's-Selâm" veya "Bâb-ı Cibril" denilen kapıların birinden girer. İki rekât "Tahıyyetül-Mescid" kılar.
Eğer namazı imkan bulursa Resulullah (s.a.s)'ın mihrabı yanında, mümkün olmazsa minber veya mihraba yakın bir yerde, bu da mümkün değilse "Ravza-i Mutahhara" denilen kabr-ı saadet ile minber arasında kalan kısımda kılar. Burada yer bulunamadığı takdirde Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında yapılan Mescidin herhangi bir yerinde kılmak efdaldir. Bu da mümkün olamıyorsa,
Mescidin sonradan genişletilen kısımlarında uygun bir yerde kılınabilir.
Tahiyettül-mescidden sonra, bu saadete erişmesi sebebiyle iki rekât da "şükür namazı" kılar ve istediği duaları yapar.
Sonra da tevâzu ve âdâbına uygun olarak Hz. Muhammed (s.a.s)'in kabr-i saadetine yaklaşıp başı hizasında durarak,
Rasulullah'ın kendisini gördüğünü ve sözlerini duyduğunu
düşünerek selâm verip dua okur.









Ravza-i Mutahhara adı verilen alan içinde "Ebu Lübâbe" ve "Hannâne" adında direkler vardır.
Bu direklerin neye işaret olduğunu şöyle anlatmak mümkündür: Ebu Lübâbe, Ensardan ve Evs kabilesindendir. Kureyzaoğulları savaşında, düşmana, teslim olmaları halinde kendilerine verilecek cezanın ölüm olacağını işaret etmiş olduğundan kendisini, suçluluk psikolojisi içinde Mescid-i Nebî'de bir sütuna bağlattı.
Tövbesi kabul edilip Hz. Peygamber (s.a.s) tarafından çözülmedikçe bağını hiç kimseye çözdürmeyeceğine ve bir şey yiyip içmeyeceğine yemin etmişti. Yedi gün bağlı kaldıktan sonra tövbesi kabul edilmiş ve bağını Resulullah (s.a.s) çözmüştür.

Ebu Lübâbe'nin kendisini bağlattığı direğin yerindeki sütuna hâlen "Üstüvâne-i Ebu Lübâbe" denilmektedir.
Üstüvâne-i Hannâne, Mescid-i Nebi'de minber yapılmadan önce Hz. Peygamber (s.a.s)'in dayanarak hutbe okuduğu hurma kütüğüdür. Daha sonra minber yapılıp Resul-u Ekrem oradan ayrılınca ve hutbeyi minberde okumaya başlayınca bu hurma kütüğü ağlar gibi ses çıkardı. Hz. Peygamber minberden inip mübarek eli ile onu mesh ettikten sonra sesi kesilmişti.
Bu kütüğün bulunduğu yerdeki sütuna "Üstüvâne-i Hannâne" (Ağlayan sütün) adı verilmektedir
Burasi maneviyati oyle buyuk bir mekan ki :
Sa'd ibn Ebi Vakkas (r.a)'dan rivayet edildigine gore Rasulullah (s.a.v)'ın şöyle soylemis:
Mescidimde namaz, Mescid-i Haram hariç,
diğer mescitlerde kılınan bin rekât namazdan daha hayırlıdır"

Iste bu dusunceler ile icinde yürünüyor bu mübarek yerde....
Öyle buyuk ki bir ucundan obur ucuna ulasmak icin epey caba sarfetmek gerekiyor...
Kubbeli ve revakli yapisi bize hic yabanci gelmez. Iceride kuslar ucusuyor, Bu nasil mumkun oluyor derken , ortalarda kucuk avlular bulundugunu ve buradan gokyuzunun muhtesem maviliginden suzulerek gelen kuslarin iceriye dogru kanat cirptiklarini gorursünüz.

Peygamber Efendimiz in kabri Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in kabir leriyle birlikte simdi bu buyuk Mescidin ortalarinda ve arkaya dogru kalan kisminda yesil kubbenin altinda yer aliyor .


O kubbeyi Memluk sultani yaptirmis , Osmanli sultani I. Mahmut zamaninda ise tekrar onarilip yenilenerek yesile boyanmis.
O yuzden buraya Kubbetu'l-Hadra yani yesil kubbe deniliyor.
Ravza–i Mutahhara, ise Efendimiz SAV in kabri ile minberi arasına deniyor.
Efendimiz  genelde nafile namazlarını burada kılarmış. Bir hadisinde Efendimiz  şöyle buyuruyor:

'Benim evimle minberim arası cennetten bir parçadır.'


Iste bu nedenle orada namaz kilmak icin insanlar birbirleriyle yarisiyorlar. Simdi umre zamani vakit namazlarinin disinda asiri kalabalik olmadigindan bu mumkun oluyor.

AncakHac zamani ve Ramazan ayinda vakit namazlari arasinda saatlerce bekledikleri halde sira gelmeyen secde edecek bir karis yer bulamayan insanlar olur.

Ravza da namaz kilmak.
Maalesef bayanlar ic kisimdan cok yakinina kadar ilerleseler de Peygamber Efendimiz in kabrini gormeleri mumkun olmuyor.
Sadece erkeklerin ziyareti mumkun.
Onlarda ahsap kafesin dokusu arkasindaki kabri pek goremeden onunde dua ediyorlar.

Bir ara disariya cikarak, bahceden arkaya geciyorsunuz. Orada hacı arkadaşlarla bulustugunuzda sizi Yesil kubbe ye dogrudan acilan kapinin onune
yani Bab–üs Selam kapisina kadar götürür.
Kapi acik uzaktan da olsa Kainatin Efendisi’nin kabrini
cevreleyen kafesleri gorebilirsiniz.
Orada dualar edilir.gzyş

Zaten bu Mescidin , bu mekanin maneviyati oyle yuksektir ki her noktada Onu hissetmek mumkun. Kalbiniz surekli bir kusun kanat cirpmasi gibi cirpinir.


şu anda namaz kıldırılan mihrab...

Vakit namazi yaklasirken birden Mescide dogru buyuk bir insan akini baslar ve icerisi hinca hinc dolar.



Dikkati cekecek bir husus Mekke de Kabe de bulunanlarin cogunlugunu Umre ve ziyaret icin disaridan gelenler olustururken ,
burada cok sayida yerli insanin vakit namazini eda etmek icin mescidi doldurmasidır .
Yine ziyaretciler de cok sayida tabiki.
Bu koskoca mekanda Kainatin Efendisi’nin evinde ,
binlerce insane tek bir yurek oluyor ve
Rabbinin huzurunda duruyor o an.

__________________



Hz.Peygamberi ve Peygamber Mescidini ziyaret ,sıradan bir ziyaret değildir.
Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:

"Ey iman edenler!Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin.Birbirinize bağırdığınız gibi,Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın;yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir."(Hucurat,49/2)

Medine bir özlemdir.Medine'ye duyulan özlemin altında yatan,Peygambere duyulan özlemdir.
Onun getirdiği değerlere duyulan özlemdir.


Onun getirdiği değerlere duyulan hasrettir.Fakirlerin,kimsesizlerin,yoksulların,du lların,yetimlerin hiçbir zaman geri çevrilmediği makama sevgi,ilgi ve cömertlik kapısına duyulan özlemdir.İnsan verilen değerler,gönülleri kandıran Hikmet kapısına duyulan özlemdir.
Kardeşliğe ,dostluğa ve samimiyete duyulan özlemdir.


Medine'de bulunulduğu süre içerisinde ,her namazınızı Mescid-i Nebevi'de kılmayı,frısat buldukça Ravza'yı ziyaret etmeyi;
hadisi şerifte Cennet bahçelerinden bir bahçe olarak nitelendirdiği Hz. Peygamber efendimiz (s.a.s) 'in evi ile minberi arasında izdihama yol açmamak,huzurunda olmanın edebini ihlal etmemek şartıyla iki rekat da olsa nafile namaz kılmaya çalışalım.
H.z Peygamber efendimizin dünyada en yakın dostları olduğu gibi, ebedi istirahatgahında da yanı başında bulunan Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer'e de selam verip dua edelim.
Medine'de Mekke'deki gibi umre ve tavaf yapılamaz.
Medine'de Mescid-i Nebevi de 40 vakit namaz tamamlama şansımız var.
Sevgili Peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.s.), Mekke'den Medine'ye (M.622) hicret ettiklerinde; Medine'de herkes O'nu misafir etmek istiyordu.
Devesini serbest bıraktı ve devenin çöktüğü yere en yakın evde,
Hz.Eyyub El-Ensari'nin evinde misafir oldu.
Devenin çöktüğü boş arsa alınarak bir mescid inşa edildi. Mescidin inşası bittikten sonra, çevresine mescide bitişik birkaç oda yapıldı ve Hz.Peygamber buraya taşındı.
Hz.Muhammed (s.a.s.), Medine'de bu odalarda kaldı ve orada vefat etti.
Mübarek vücudu da vefat ettiği odaya defnedildi.
Mescid daha sonraları büyütüldüğünden,
Peygamberimizin kabri, bugün Mescid-i Nebi'nin içerisinde kalmıştır.
Hz.Peygamberin kabri ile, hayatta iken hutbe okudugu minberin arasına
''RAVDA-I MUTAHHARA'' denilir.
Peygamberimiz çoğu zaman namazlarını burada kılardı. O, buranın fazileti hakkında
''evimle minberim arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir'' buyurmuştur.



Mescid-i Nebevi'nin tüm kapılarının üstünde Peygamber efendimiz(s.as)'in ismi yer alıyor.


Osmanlı devletinin Mescid-i Nebevinin kapılarının bir tanesini bile görmek
bizim için nasıl bir gurur kaynağı anlatamam.
malesef Suudi hükümeti bizim Türklere ait olduğu için diğer
dört kapının üzerinden simgeyi sildirmiş bir tanesi kalmış.

__________________

Ravza, bize dünyada bulunmanın ruhunu duyuran biricik binadır.
Bu mübarek bina ile münasebet ve kalbî alâkalarımız bizde öyle kudsî heyecanlar hâsıl eder ki, onu düşünüp,
onun hakkında bir şeyler söylerken, sanki iffetiyle tanıdığımız bir namus âbidesini anlatıyor gibi yanlışın en küçüğüne dahi düşmeyelim diye korkar ve tir tir titreriz.

Onun aydınlık semtine dehalet eden her ruh, vicdanının derinliklerinde, Nâbi’nin:
“Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-u Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu.”

na’tının yankılandığını duyar ve irkilir.

Mekke, beşer tarihi boyunca bir kısım kısa aralıkların istisnasıyla, hep insanlığın mihrabı olmuştur. Mekke’nin bu hususiyeti Kâbe’den ötürüdür. Ve bu yönüyle de Kâbe, mihraplar mihrabıdır.
Bu muhteşem mihrabın bir de minberi vardır ki
Sahibine vücudumuzun zerrâtı adedince salât ü selâm olsun
o da Cennet bahçelerinden daha temiz olan Ravza-i Tâhire’dir.

Bahçe mânâsına gelen Ravza, inanmış insanların mukaddes şeylere karşı duydukları alâka, bu alâkadan kaynaklanan duygu, düşünce ve tasavvurların sürekli değişen telakkilerle, sanat-mâbed-metâf-ı kudsiyân2 mülâhazaları içinde öteden beri, bir çeper ve bir surla sınırlandırılmaya çalışılmış bir “Hazîrat’ül-kuds”tür.3

Bu mübarek mekân, hürmet hissi ve sanat telakkisiyle defaatle zarf değiştirmiş.. dış nakışlarıyla tekrar ber tekrar oynanmış; ama kat’iyen gönüller âlemiyle alâkalı ruh ve mânâsına ilişilmemiş ve ilişilememiştir.
Sahibinin ruhuna doğru parçalanmış sineler gibi aralanan kapılar veya onun ruhundan insanlığa açılan menfezlerin çokluğu gibi, Ravza-i Tâhire’nin de pek çok kapısı vardır. Bu kapılar arasında en namlısı da şâir Nâbî merhûmun:
“Felekde mâh-ı nev Bâbüsselâm’ın sîne-çâkidir.”
sözüyle anlattığı “Bâbüsselâm” (Selâm Kapısı)’dır.

Selâm verip bu kutlu kapıdan içeriye girenler, iki adım ötede Gönüllerin Efendisi’yle karşılaşacakmış gibi bir ruh hâleti hissederler. Hisseder ve âdeta kendilerini bir kısım farklı esintilere salmış gibi olurlar.
Peygamber huzurunda bulunmanın vakar, ciddiyet ve temkiniyle, namaz kılan, dua eden, salât ü selâm okuyan Hak âşığı gönül erlerinin safları arasında, tıpkı nurlu bir koridorda yürüyor gibi, ışık alarak, aşk u şevkle dolarak Muvâcehe’ye4 doğru ilerleyen uyanık bir insan, her adım başı, akla-hayale gelmedik sürprizlerle karşılaşacağı hissiyle ilerler. Hele Muvâcehe, hele Muvâcehe...

Oraya ulaşan nezih ruhlar, artık gözleri hiçbir şey görmüyor gibi, sadece O’nu anar ve inler, sadece O’nun hayal ve misaliyle teselli olurlar. Hele bir de, daha önceden hazırlanmış ve hayalinde birkaç defa o eşiğe baş koyup vicdanının derinliği ve gönlünün sınırsızlığıyla oraya varmışsa..
doğrusu öyle bir tabloyu tasvir için sözün nutku tutulur ve beyan, aczini ifadeden başka kelime bulamaz...

İnsan, daha çok hüzünle gülümseyen bir yüze benzeteceği, mübarek Merkad’in kıble cihetindeki sütrenin önüne varınca, ümit ve emel heyecanıyla çırpınıp duran yüzlerce âşık ruhla karşılaşır. Bu alabildiğine yeşil ve sihirli nur iklimi, derecesine göre hemen herkese, bir başka âlemin kapısının önünde bulunma hissini verir.
Öyle ki, Muvâcehe’ye ulaşan her âşık ruh, bir iki kadem ötede sevgilisiyle buluşacakmış gibi his ve heyecanla köpürür ve vicdanında aşk u şevkin kalem ve mürekkep görmemiş besteleri duyulmaya başlar.. derken, o altın iklimin sesleri, sözleri, görüntüleri bin bir tedaî5 ile onun bütün benliğini sarar ve onu zaman üstü sırlı bir kuşağa çeker götürür.
Bu kuşağa ulaşan herkes, bugünü dünle, dünü de Dost’un ışık çağıyla bir arada idrak eder ve onun meclisinden sızıp gelen en mahrem fısıltıları duyar ve kendinden geçer...

Ravza-i Tâhire karşısında hayat, hep bir hülya ve rüya gibi yaşanır. Bütün bütün ona sırtını dönmeyen hemen her ruh, onun elinden aşk şarabı içmiş, mest olup kendinden geçmiş gibi, bir türlü bu sihirli âlemden ayrılmak istemez.

Burada fikirler durur, ruhlar duyguların tesirine girer ve bütün gönülleri bir vuslat arzusu sarar. Burada, insanın içinde birer çiçek gibi açan mahrem hülyalar, âdeta insana Cennet bahçelerinin hazlarını ve cennetliklerin neş’e ve huzurunu tattırır gibi olur. Burası, hassas ruhların hülyalarına matkap salmak için Kudret eliyle ta ezelden plânlanıp kurulmuş ve hisleri, istekleri, sevgileri tutuşturan, besteleyip mırıldanan, dünyada, gökler ötesinin bir uzantısı gibidir. Burada, kendini inanç buudlu tasavvurların rengîn ve zengîn iklimine salabilenler, uçsuz bucaksız hülyalara dalar; yaşadıkları hayatın içinde bir sır, bir hafî, bir ahfâ6 yolcusu gibi çok defa bizim için gizli kalan ve insanoğlunun asıl benliğini teşkil eden bir başka “ben”in var olduğunu duyarlar.

Âdeta, şehadet âleminin ince tenteneli perdesi delinip de her şeyin hakikatiyle beraber insanın özü de meydana çıkmış.. dolayısıyla herkes kendini uhrevîleşmiş gibi hisseder ve öbür âlemin âhengine uyar ve kendini firdevsî hazlar içinde bulur.

Bizler, her zaman kendimizi Kâbe’de ibadet, Ravza’da da aşk u hasret kuşağında hisseder; birincisinde kulluk sırrını idrakle cevap vermeye çalışır, ikincisini de samimiyet ve vefa ile kucaklarız.

Buralarda duyduğumuz şeylerin aslını tam tefrik edemesek bile, en duygulandırıcı şeylerden daha duygulandırıcı, en vecd verici şeylerden daha coşturucu, hülyasıyla mest olduğumuz bir âlemi, kendine has ahengi, şiirî büyüsüyle duyar ve ifadesi imkânsız hislerle yerlere kapanacak hâle geliriz.

Her zaman, aşk u şevkin gelgitleri arasında yaşanan buradaki hayat, bir vuslat demi, bir “şeb-i arûs”7 neşvesi içinde yaşanır.
Her çığlık, her inilti, dosta açılan kapıların gıcırtıları gibi yüreklere ürperti salar. Ruh “vuslat” der inler ara sıra dost yüzü kendi çağıyla kapısının önünde el pençe divan duranların, gözlerini yummuş, saygıyla bir menfez kollayanların hayallerine kâh açılır, kâh kapanır. Ama sürekli imrendirir, sürekli ümitlendirir ve daima rikkatli geçer...

Burada duvarlar, sütunlar ve aşk matkaplarıyla oyulmuş gibi görünen kubbeler, hatta döşemeler, sergiler hemen her şey, mavi, yeşil, sarı her rengin nazlı çiçeklerini andırır mahiyette, güzelliklerin en derinlerine açılmış yaşıyor gibidir...

Zaten her zaman nezih bir ruha benzetebileceğimiz Merkad ve Yeşil Kubbe, âşıkların duygu ve düşünce dünyalarındaki derinliklerle yan yana gelince öyle muammalaşır ki, insan bulunduğu yeri Cennet’ten kopup gelmiş bir parça sanır.

Bugüne kadar mânevî havası ve ledünnî zevkleriyle pek çok feyizli makam gördüm.. bir hayli mübarek mahalleri müşâhede fırsatını buldum. Ama bunlar arasında, ruhumda en derin izler bırakan, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) köyü –o köyün izleri ebedlere kadar gönüllerimizde yaşasın– olmuştur. Ruhum o beldeyi her zaman bir “dâüssıla” hasretiyle kucaklamıştır.
Kucaklarken de “İşte bir avuç toprağını cihanlara değiştirmeyeceğim beldeler beldesi!” demiş içimi çekmişimdir.
Bunlar, bir ham ruhun duyup hissettiği şeyler. İrfanla kanatlanıp aşkla şahlanmış büyük sinelerin duyup hissettiklerini onlardan dinlemek ve onlardan öğrenmek icap eder.

Bu mevzuda benim söylemeye çalıştıklarım ise,
beceriksizliğin ve istidatsızlığımın çehresinde hamiyet ehlini gayrete
getirme arzusundan başka bir şey değildir...

Bu kadarcık olsun bir şey yapabilmişsem,
onu Ruh-u Seyyidü’l-Enâm’ın teveccühüne vesile sayar,
kapısının tokmağına dokunur “
Beni de Yâ Resûlallah..!” derim.

Dipnotlar
1. Amâ: Varlığın eter ötesi safhası veya semâların bir bulutsu görünümünde olduğu ilk ân... Tasavvufta, Vâhidiyet tecellîsi.
2. Metâf-ı Kudsiyân: Kudsîlerin çevresinde dönüp durduğu yer ma’nâsına Şâir Nâbî’ye ait bir söz.
3. Hazîrat’ül Kuds: Tasavvurlar üstü bir cennet bahçesi.
4. Muvâcehe: Kıble tarafından Efendimiz’in nur-efşan kabrini çevreleyen mübarek parmaklıklar.
5. Tedâi: Çağrışım.
6. Hafî-Ahfâ: İnsandaki mahiyeti pek fazla keşfedilemeyen duygular.
7. Şeb-i Arûs: Kutlu kavuşma, âşıkın maşukuna kavuşması anı.


Ustuvanetul Muhallaka (kokulu sütun)

Bu sütun diğerlerine göre bir cihetle farklı bir özellik arz eder. Bu sütun efendimizin ayrılığına dayanamayıp ağlayan hurma kütüğünün yerine konmuştur. Sahabi ve tabiin efendilerimiz de bu sütuna çok önem verirler ve onun önünde namaz kılmaya gayret gösterirlerdi. Bu sütun mihrab-ı nebiye kıble cihetinden yapışık olan ve üzerinde “hazihi ustuvanetul muhallaka” diye yazılı olan sütundur. Muhallaka Arapça kokulandırılmış, koku sürülmüş anlamına gelmektedir. Haluk denen bir koku sürüldüğü için muhallaka denmiştir. Bu sütuna Mushaf sütünu da denmektedir. Zamanında içine Mushaf koymak için yapılan bir sandığın bu sütunun yanına konmasından dolayı buna Mushaf sütunu da denmiştir. Muhallaka (Süslenme) Sütununda,
Rasulullah"ın  huzuruna varmak isteyen kimselerin bu sütunun
yanında kendilerine çeki düzen verip güzel koku sürdükleri söyleniyor.


Bu sütunun fazileti hakkında çok raivayetler vardır. Bunlardan bazılarını zikredelim. Tabiinden seleme ibni El-Ekvaa’ın azatlı kölesi anlatıyor. Seleme ile Mescid-i Nebeviye gelirdik o daima Mushaf sütununun yanından namaz kılardı. Ben ona “ya eba muslim görüyorum ki hep bu direğin yanında namaz kılıyorsun.”
dediğimde ben de efendimizi hep burada namaz kılarken gördüm dedi.

Enes bin Malike sorulduğunda “Mescid-i Nebevinin neresinde namaz kılmak istersin?
o efendimizin kıldığı yerde yani kokulu sütunun yanında buyurmuştur.



Âişe sütunu

Bu sütun, minber tarafından üçüncü, kıble tarafından üçüncü, kabri şerif tarafından üçüncü sütundur. Üzerinde “hazihi üstuvanetu âişe” diye yazılıdır. Bu sütuna kur’a, ve muhacirin sütunu da denmiştir. Ayrıca yanlış olarak kokulu sütun olarak da adlandıranlar olmuştur.

Bu sütunun bu isimlerle isimlendirilmesinin sebeplerine gelince…

Kur’a sütunu denmesinin sebebi efendimiz bu sütuna işaret ederek burada bir nokta vardır ki insanlar orada kılınan namazın ne olduğunu bilselerdi aralarında kura çekerlerdi buyurmuşlardır.

Aişe sütunu denmesinin sebebi hz.
Âişe bu sütunun yerini tesbit edip tayin eden kişi olduğu için Âişe sütunu denmiştir.

Muhacirin sütunu denmesinin sebebi Mekke’den hicret eden muhacirler genelde onunda yanında otururlardı onun için muhacirin sütunu denmiştir.

Muhallaka denmesinin sebebi ise semhudinin ifadesine göre
bu sütunda diğeri gibi haluk denen koku ile kokulandırılırdı.

Bu sütunu sahabeler Hz. Aişe validemize sormuşlar oda yukarıda geçen faziletinden bahsetmişler fakat hangi sütun olduğu sorulduğunda hiçbir şey söylememiş ibni zübeyr ondan bir sır olarak onu öğrenmiş ve diğer sahabelere daha sonra öğretmiştir.
Bundan dolayı bu sütuna Âişe sütunu denmiştir.

Ebû Lübâbe Sütunu

Minber tarafından dördüncü sütundur. Kabri şerif tarafından ikincidir. Kıble tarafından ise üçüncüdür. Ebu Lübabe diye isimlendirilmesi Ebu lübabenin işlediği bir hatadan dolayı kendisini bu direğe bağlayarak “ölünceye kadar veya Allah beni affedinceye kadar burada bağlı kalacağım” demesinden dolayıdır. Bu sütuna tevbe sütunu da denir. Çünkü Ebu Lübabe burada bağlı kaldığı sürede tevbesi kabul edilmiştir.

Efendimiz nafile namazlarını bu sütunun yanında kılardı. Bu sütunu önemli kılan diğer bir husus ise efendimizin kabrinin hizasında olmasıdır.
Hatta efendimizin başının hizasındadır.

Ebu Lübabe hadisesi.

Hz. Aişe r.a. anlatıyor…

Efendimiz Yahudi Beni Kurayza kabilesini 25 gün muhasara etti. Kuşatma gittikçe zorlaşıyordu. Onlara Allah rasulunun hükmüne razı olun dendi. Onlar da ebu lübabeyle istişare ettiler Ebu Lübabe de rasulullahın hükmünün ölüm olacağını ifade etmek için eliyle boğazını işaret etti.
Sonra onlar Sad ibni Muazın hükmüne razı oldular.”

İbni Kesir tefsirinde bu olayı kısaca şöyle nakleder.

Enfal suresinin 27. ayeti Ebu Lübabe hakkında nazil oldu. Efendimiz onu beni kurayzaya Allah resulünün hükmüne razı olun diye gönderdiğinde onlar Ebu lübabeyle istişare ettiler ve hükmü sordular o da eliyle boğazını işaret etti. Yani kesecek demek istedi. Fakat hemen ne yaptığının farkına varıp pişman oldu. Bu yaptığı Allaha ve rasulüllaha hıyanetti. Onun için kendi kendini cezalandırmak için ölünceye kadar hiç zevki ,tadı tadmayacağına yemin etti ve Mescid-i Nebeviye giderek kendini orada bir direğe bağladı. O şekilde dokuz gün bağlı kaldı. Bazen açlıktan baygınlık geçirir olmuştu. Hakkında affolduğuna tevbesinin kabul olduğuna dair ayet nazil oldu. İnsanlar gelip onu müjdeliyorlardı. Bağlarını çözmek istiyorlardı o hayır çözmeyin efendimiz gelip kendi eliyle çözünceye kadar vallahi çözmeyeceğim diyordu. Ve neticede efendimiz s.a.v. çözdü. Ya Rasulellah ben bütün malımı
Allah için vermeye niyetlendim dediğinde efendimiz üçte birini ver yeter dedi.


Serir sütunu


Tevbe sütununun doğusundaki sütundur. Hücre-i saadetin parmaklıklarına yapışıktır. Üzerinde “hazihi ustuvanetusserir” diye yazılıdır. Serir karyola anlamındadır. Efendimizin itikâf zamanı karyolası buraya konduğundan bu isim verilmiştir. Burası efendimizin evi ile mescidin tam ortasıdır.
Bazen Hz Aişe validemiz kendisi hücresinde olduğu halde buradan
efendimizin ayaklarını ve başını yıkamış, saçını taramıştır.

Bu sütunun Efendimizin itikâf yeri olduğunda ittifak vardır.


Mahres (hares) sütunu

Kuzeyden serir sütununun arkasına düşmektedir. Üzerinde “hazihi ustuvanetulmahres” diye yazılıdır. Buna mahres denmesinin nedeni ;sahabi efendilerimiz efendimiz a.s.korumak amacıyla bu sütunun dibinde otururlardı. Bu sütuna aynı zamanda Hz. Ali sütunu da denir çünkü Hz. Alinin evi buraya yakın bir yerde bulunuyordu ve r.a. bu sütunun yanında namazlarını kılardı.

Efendimiz kendini bekleyen yani koruyan sahabiler’e “والله يعصمك من النلس” ayeti nazil olunca “artık beni beklemeyin rabim beni koruyor” dedi.
Amcası Abbas r.a. da onu koruyanlar arasındaydı.


Vüfud sütunu

Bu sütun da Hücre-i saadetin parmaklıklarına yapışıktır. Kuzeyden mahres (hares) sütununun arkasına düşer. Üzerinde “hazihi ustauvanetul vufud” diye yazılıdır. Vufud dışarıdan gelen heyetler demektir. Efendimiz dışarıdan gelen heyetleri burada kabul ederdi. Bundan dolayı bu isimle isimlendirilmiştir. Bu sütunun yanında Benî Temîm’in efendimize dışarı çıkması için seslenme hadisesi cereyan etmiş, onların efendimizi dışarı çağırmaları efendimizi rahatsız etmiş ve Allah celle celeluhu onları uyararak konuyla ilgili hucurât suresindeki ayeti inzal etmiştir.

Zikri geçen son üç sütun için Berzenci şunları söylemektedir. “bu üç sütun sultan Kayıtbay zamanında büyük kubbe inşa edilirken içeride kalan asıl sütunlara işaret etsin diye hücrenin kenarında yarım olarak inşa edilmişlerdir. Bu sütunlara verilen isimler aslında içeride ki sütunların isimleridir bunların onlara yakın olması ve onlara delalet etmesi için bunlar onların isimleri ile isimlendirilmişlerdir.


Marbaatul kabr sütunu

Bu sütuna makamı Cibril de denir.

Teheccüd sutunu
 

Ravza-i Mutahhara:

Resulullah"ın (s.a.a) evi ve minberinin arası; Resul-i Ekrem (s.a.a) bu mekanı bir cennet bahçesi olarak nitelemiştir. Orada kılınan namazlar oldukça faziletli ve edilen dualar kabuldür.

Şu anda bu alan, aşağı tarafı beyaz harem taşlarıyla örülen sütunlarla belirlenmiştir.

Resulullah"ın (s.a.a) diktiği ve onun kendi zamanında üzerine tavan yapılan sütunlar alanını gösteren işaret;
şu anda bu alan kırmızı renkli ve sarı çizgili sütunlarla belirlenmiştir.

Mescid-i Nebi"nin Resulullah"ın  kendi zamanındaki alanı;
şu anda bu alan, üzerine "Hadd-u Mescid-in Nebi" diye yazılan sütunlarla belirlenmiştir.


Şüphesiz bu sütunların hepsinin ayrı ayrı fazileti var. Sahabi efendilerimiz bu sütunların her birinin yanında namaz kılamaya azami gayret gösterirlerdi. Ayrıca mescidin diğer sütunlarına da değer verirler onların da yanında namaz kılmaya gayret ederlerdi.
Malik bin Enes r.a. bunu sahabede böyle gördüğünü rivayet eder.

Mescidi nebevinin birkaç kez yandığını defalarca yeniden inşa edildiğini ve defalarca genişletildiğini söylemiştik. Ancak efendimizin mescidinin sütunlarının bazı mimarlar tarafından yerlerinin değiştirilmesi istenmesine rağmen ehli medinenin itirazları üzerine buna muvaffak olamamışlardır.
Aralarında uzun tartışmalar olmuş hatta inşaat bekletilmiş karar için padişahlara müracaatlar edilmiş ve sonunda padişahın direklerin yerlerinin değişmemesi
üzerine karar vermesi karşısında hiç birinin yeri değişmemiştir.

Bundan dolayı bu direklerinde yanların namaz kılma sahabeden kalma bir sünnettir,
onların yanında namaz kılmak bir fazilettir.

Hurma kütüğü

Hurma kütüğü

Üstûn-ü hannâne ez hecr-i Rasûl
Nâle mîzed hem çü erbâb-ı ukûl

“İnleyen sütun -direk- Resûl’ün ayrılığı ile akıl sâhipleri gibi ağladı, inledi.”

Der meyân-ı meclis-i vâ’z ân çü nân
K’ey-vez âgeh geşt hem pîr u cevân

“Vaaz meclisinin ortasında öyle bir inledi ki, o iniltiyi orada bulunanların ihtiyarından gencine hepsi duydu.”

Güft Peyâmber: Çi hâhî ey sütûn
Güft: Cânem ez fîrâkat geşt hûn

“Peygamber Efendimiz (sav) sordular: ‘Ey direk niçin inliyorsun? Ne isliyorsun?’
Direk dedi ki: ‘Senin ayrılığından dolayı canım öyle bir yandı ki içim kan doldu.’”

Mesnedet men bûdem ez men tâhtî
Ber-seri minber tü mesned sâthî

“Ben senin dayanağındım, bana dayanıyordun. Beni bıraktın da yeni bir dayanak yaptın ve ona dayanıyorsun. İşte bu ayrılıktan dolayı inliyorum.”

Hz. Mevlânâ burada tarihî bir olayı anlatıyor: Resûlullah (sav) Medine’ye hicret buyurduktan sonra büyük dayısı tarafından akraba -uzak kuzeni- olan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyub el-Ensârî, yâni Eyüp Sultan Hazretlerinin evinde misafir olarak ikâmete başladılar. Hz. Hâlid’in evi iki katlı idi. Efendimiz gelecek olan birçok ziyâretçiye merdiven çıkmak zahmeti olmasın diye alt katta kalmayı tercih buyurdular. Yedi aylık ikâmetleri süresince Efendimiz rahatsız olmasın diye Hz. Hâlid ve âilesi hep parmak uçlarına basarak yürüdüler. Bu hâl, bir hürmet göstergesinden ibâret değildir. Buna muhabbet derler, aşk derler. Eyüp Sultan Hazretlerinin evinin batı istikâmetinde boş bir arazi vardı. Bu boş arsa Sehl ve Sehhil isminde iki yetim kardeşe âitti. Efendimiz orada bir mescit ve kendisi için de bir hücre, odacık, yapılmasını arzu buyurunca o iki kardeş bu arsayı bağışlamak istediler. Fakat Efendimiz, yetim hakkı yememek örneği göstermiş olmak için, o arsayı para ile satın aldı. Paranın da alındığı kaynak Hz. Ebû Bekir idi.

Hicretin yedinci ayında o arsa üzerinde inşaata başlandı. Taş temeller üzerine kerpiç duvarlar örülerek inşaat bitirildi, üzeri hurma dallarıyla kapatıldı. Bu ilk mescitte mihrab ve minber yoktu. Tavanı tutmaya yarayan sekiz adet direk vardı. Daha sonra o direkler isimlendirilmiştir; “Tövbe Direği” de denilen “Ebû Lübâbe Direği”, “Serir Direği” bunlardandır.

 Resûlullah en çok Tövbe Direği’ne yakın bir yerde namaz kılar ve kıldırırlardı. Bu Mescid-i Nebî’nin yüzölçümü 1010 metrekaredir. Daha sonra -Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanlarında- yapılan genişletme çalışmaları; Halîfe Velîd bin Abdülmelîk zamanında, daha sonra halîfe olacak olan Ömer bin Abdülazîz’in Medîne valiliği sırasında da devam etti, Resûlullah’m en çok namaz kıldığı yer olarak bilinen yere mihrab yaptırıldı.  
(Hz. Osman zamanında yapılan Mescid-i Nebevî’yi genişletme çalışmalarında da bir mihrabın yapıldığından bahsedilir ise de çok kabul gören bir rivayet değildir. İlk minber ise bizzat Resûl-i Ekrem Efendimiz’in emirleri ile yaptırılmıştır. İşte, Mesnevî-i Şerîf’te anlatılan olay bu minber ile ilgilidir.)

Hz. Peygamberimiz, Mescid-i Şerifte vaaz gibi, hutbe gibi sebeplerle konuşacağı zaman ayağa kalkar, mübârek yüzünü ashabına dönerek konuşurdu. Mescidin tavanını tutmaya yarayan direklerin dibinde müsait bir yer olmadığından Efendimiz (sav) kıble duvarının yakınlarında bütün cemâati görebileceği ve cemâatin de O’nu görebileceği bir yerde durur ve konuşmalarını ayakta, bir yere dayanmadan yapardı. 

Resûlullah (sav) peygamberâne nezâketinden ve inceliğinden dolayı hiç kimseye arkasını dönmezlerdi. Bu tarzda ayakta durarak konuşması Zât-ı Seniyyelerinin yorulmasına sebep olabileceği endişesiyle Ashâb-ı Kirâm’dan bazı zevat, Efendimiz’e bir dinlenme ya da daha az yorulmalarını temin etmek üzere “Serir Sütûnu” diye anılan sütünün yakınlarına, duvar tarafına kalın bir hurma kütüğü koydular. Ve Efendimiz (sav) konuşurlarken hiç olmazsa sırtını bu kütüğe dayasın da, biraz daha az yorulsun, diye düşündüler ve bunu kendilerine kabul etmesi için niyâz ettiler.

Yüksek ahlâkı gereği hiçbir ricâ ve talebi geri çevirmeyen Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (sav), okuyacağı hutbe ve vaazları bu hurma kütüğüne yaslanarak okumaya başladı. Bu hâl beş sene kadar sürdü. Hicretin sekizinci yılı sonlarında Müslümanların çoğalmış olması sebebiyle, arka tarafta kalanlar Efendimiz’in o güzel yüzünü iyice göremez oldular. Ve tekrar ricâcı olarak dediler ki: “Yâ Resûlallah! Müsâade buyurursanız Size bir minber yaptıralım, oraya çıkın da arkada kalanlar da cemâlinizi görsünler.” Efendimiz tabiî bu ricâyı da kabul buyurdular. Ve Saîdeoğulları Kabilesinden Saîd bin Âs’ın kölesi ve çok iyi bir marangoz olan Bâkum, üç ayaklı, üç basamaklı ve sırt dayamaya mahsus yeri olan ahşap bir kürsü yaptı. Efendimiz bu ahşap kürsüden vaaz ve hutbelerini okumaya başladı.

İşte Efendimiz (sav) ilk defa hurma kütüğünden ayrılarak bu kürsüye çıktığında, Mesnevi lisânından naklettiğimiz olay oldu. O hurma kütüğü herkesin duyabileceği kadar yüksek sesle ağlamaya, inlemeye başladı. Merhamet, şefkat, mürüvvet kaynağı olan Resûl-i Ekrem Efendimiz hemen minberden indi ve o ayrılık acısıyla inleyen hurma kütüğüne sarıldı, kucakladı, onu teselli etti. Ashâb-ı Kirâm’ın ileri gelenlerinden Câbir bin Abdullah Hazretleri bu hâdiseyi anlatırken şöyle der; “Efendimiz hurma direğini kucakladığında, direk tıpkı ağlayıp ağlayıp da anasının kucağına çıktığı zaman susan ama eski ağlamasının tesiriyle nefesi hıçkırıklı olan bir bebek gibi hıçkırıyordu.”

Bu hâdise Enes b. Mâlik, Abdullah ibn Abbas, Ebû Saîd el-Hudrî, Abdullah b. Ömer gibi Ashâbın diğer büyükleri tarafından da nakledilmiştir. Tabiînin ulularından ve tasavvufun önderlerinden Hasan-ı Basrî Hazretleri de bu hâdiseyi sık sık anar ve “Yazıklar olsun bize ki, Resûlullah muhabbetinde bir kütük kadar olamadık!” diye ağlardı.
 O Hasan-ı Basrî böyle derse acaba biz ne demeliyiz?

Nûreddîn-i Câmî Hazretleri bir kitabında bu konuya değinirken: “Dünyada Resûlullah’m hayât-ı seniyesindeki görülen mûcizelerden en çok görgü şahidi olan mûcizesi budur. Âlem-i cemâli teşrifinden sonraki velîlerin kerametinden de en çok görgü şâhidi olanı, Seyyid Ahmed er-Rufâî Hazretlerinin Şebeke-i Şerîfden görünen Resûl-i Kibriya’nın mübarek elini öpmesidir.” diye kaydetmiştir.

O ahşap minber çeşitli tarihlerde yedi defa tamir edildi, yenilendi. Nihâyet hicretin 578. yılında tâmir kabul etmeyecek derecede çürüdü ve yıkıldı. Kalıntısından teberrüken sakal tarakları yapıldı ve dağıtıldı. Daha sonra Mescid-i Saadete çeşitli minberler yaptırıldı. Bugünkü mermer oymalı güzel, zarif minber Sultan III. Murad Han’ın Mescid-i Nebevî’ye hediyesidir. Projesi ve çizimi de Mimar Koca Sinan’a âittir. (Efendimiz’in kabr-i saâdetlerinin ziyâret -muvâcehe penceresinin ahşap doğramaları da, bugünkü metâl parmaklıklarla değiştirildiğinde, Şam’da Abdülganî-i Nablûsî Hazretlerinin kabrinin muvâcehe penceresine monte edilmiştir. Nice Resûlullah âşıklarının âşıkâne nazarlarının değdiği o ahşap doğramalar Abdülganî Hazretlerinin kabri ziyâret edildiğinde, elbette ayrıca ziyâret edilmelidir.)

Pekiyi o hurma kütüğü ne oldu? Tekrar Mesnevî-i Şerîf’e bakalım.

Güft: hâhî ki turâ nahl-i künend
Meşrik u garbi zî tû mire çinend
Yâ der-ân âlem hakat servi küned
Tâ ter u tâze bî-mânî tâ ebed

“Resûlullah (sav) ağlayan direği kucaklayarak teselli edip susturduktan sonra, sordu: “Sen bu kurumuş hâlinden yeniden yemiş, meyve verecek hâle dönerek yemişlerinden doğudakilerin de batıdakilerin de yemelerini mi istersin? Yoksa öteki âlemde bir cennet servisi olarak sonsuza kadar hep ter ü tâze mi kalmak istersin?”

Güft: ân hâhem ki dâim şüd bekâş
Bîşnev ey gâfil kem ez çû bî mebâş

“Direk dedi ki, dâima bakî olanı isterim. Yâni dünyada değil âhirette canlanmayı isterim.”
Mevlânâ Hazretleri burada bir öğüt veriyor:
“Bîşnev ey gâfil, Ey gâfil kişi dinle! Dinle de bir kütükten daha değersiz olma. Yâni ebedî nimetleri elinden kaçıracak kabahatleri yapma, Hakk’ın emirlerine uy!”

Ân sütûn râ defn kerd ender zemîn
Tâ çi merdûn haşr kerdet yevm-i dîn

“Ve Resûl-i Kibriya din gününde, yâni kıyâmette, insanlar gibi dirilsin ve ebedî hayatı yaşasın diye o ağacı kendi minberinin altına gömdürdü.”

Ve hâlâ orada… Ve birkaç adım ötesinde de Resûlullah (s.a.v.)… Ayrılmadı… (Gerek III. Murad Han’ın yaptırdığı minberin konulmasında, gerek Sultan Abdülmecîd Han’ın yaptırdığı Mescid-i Nebevî’nin yenileme çalışmalarında ve gerekse son zamanlarda Suûdîlerin yaptırdığı tâmirat ve genişlemelerde o hurma kütüğü! Hep Resûlullah Efendimizin gömdürdüğü yerde duruyor.)

 Semâda ve arzda ve ikisi arasında ne varsa her şey Allah’ı zikreder. İsrâ Sûresi’nin 44. âyetinde, Âyete’l Kürsî’de ve daha birçok âyette bu hakikat belirtilir. 

Tasavvufta hizmet kadar önemli diğer unsur sohbettir. Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunmak bahtiyarlığına erenlere, bizler asırlardan beri “Ashâb-ı Kirâm” diyerek hürmet ediyor, isimlerini her anışımızda onlara dualar ediyor, onların yardımlarını, himmetlerim diliyoruz. Bunun sebebi, en yüksek sohbet sahibi olan Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunup, O’nu dinlemek şerefine ermenin yüceliğidir. İşte onlar böyle dinlediler ve dini,   elden ele, dilden dile ve gönülden gönüle bize naklettiler. 


Mescid-i Nebevi'nin bir eşini göremezsiniz















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder