31 Ekim 2013 Perşembe

RIZIK



Ayeti Kerime: 

“Yeryüzünde yaşayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allâh’a aid olmasın...” 
 (Hûd Sûresi, âyet 6)
Hicrî:26 Zilhıcce 1434   •Fazilet Takvim

RIZIK


Rızık, yiyip içmek ve sâir sûretle faydalanmak için Allâhü Teâlâ’nın verdiği ve gönderdiği şeylerdir. Âyet-i Kerîme’de meâlen “Yerde debrenen hiçbir hayat sahibi yoktur ki rızkı Allâh’a aid olmasın.” buyurulmuştur.
Her ferdin rızkı ezelde takdir edilenden fazla ve noksan olmaz.
Hiçbir kimse başkasının rızkını yiyemez.
Her hayat sâhibinin rızkını takdir edip veren Allâhü Teâlâ’dır. Zira ondan başka rızık verici yoktur.
Nitekim (meâlen):
إِنَّ اللَّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ
“Şüphe yok ki, o (Allâh)'dır rızkı veren, güç ve kuvvet sâhibi ve kuvveti şiddetli olan odur 
(Zâriyât sûresi, âyet 58)” buyuruldu.
Hicrî:26 Zilhıcce 1434   •Fazilet Takvim

Rızık

Cenab-ı Hak buyuruyor: 
  •  وَمَا مِن دَآبَّةٍ فِي الأَرْضِ إِلاَّ عَلَى اللّهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ
  • Yeryüzünde rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. O, onların karar kıldıkları yerleri de, emaneten durdukları yerleri de bilir. Onların hepsi apaçık bir kitaptadır. 
  • (Hud Suresi : 6)
Yeryüzünde hiçbir  hiçbir canlı yoktur ki, kesinlikle onun rızkı Allah'a ait olmasın.  Gerek insan, gerek diğer canlıların rızkı, kuvveti, gıdası ve beslenmesi, yaşamak için gerekli olan bütün şartlar ve sebepler Allah'a aittir. İsteyerek ve istemeyerek  o canlının o rızka kavuşması Allah'ın yükümlülüğü altındadır. Gerçi yaşatmak istemediği vakit, rızkını kesiverir ve O kesince kimsenin vermesine imkân ve ihtimal yoktur. Fakat yaşatmak istediği sürece de bütün âlem onu önlemeye ve engellemeye çalışsa yine de göndereceği rızkı gönderir. Karar ettiği yeri de bilir, emaneten bulunduğu yeri de bilir. Durduğu, oturduğu, gezdiği, dolaştığı, yattığı, öleceği yeri de vakti de bilir. Bütün bunları bilir ve ona göre rızkını verir. Hepsi bir kitab-ı mübindedir,  levh-i mahfuza yazılmış, Allah'ın bilgisinden yaratılış alanına çıkarılmıştır ki, bu kitabı görebilen melekler oradaki yazıyı açıktan okur ve anlarlar.

O halde insan rızkını Allah'dan istemeli ve rızık için değil, Allah için çalışmalıdır. Rızık meselesi o kadar endişe edilecek bir şey değildir. Allah'dan başkasından rızık beklemek boşunadır.
Rızık, Allah Teala'nın bütün canlılara, yiyip içerek gıdalanmaları ve faydalanmaları için lütfettiği şeylerdir. Bu tarife göre rızkın içersine, yiyecek, içecek ve insan hayatını sıcak ve soğuktan korumaya yarayan elbise ve mesken gibi şeyler girer. Herkes kendisi için takdir edilen rızkını yer, bir kimse başkasının rızkını yiyemez.Kimse kendi için takdir edilen rızkını yemeden ölmez.
Allah'ın ilminde bir insanın ömrü boyunca yiyeceği rızıklar belli olup, bunlar helal yoldan kazanma yoluna gitmelidir, haram olan şeyleri ve helal olmayan yollardan temiz yiyecekleri elde edenler, kendileri için haram olan rızkı elde etmiş ve yemiş olurlar. Allah Teala'nın insanların haram yollardan rızık elde etmelerine rızası yoktur. Haram lokmada hiç hayır yoktur.
Cenab-ı Hak buyuruyor:
  •  وَلَوْ بَسَطَ اللَّهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَوْا فِي الْأَرْضِ وَلَكِن يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَّا يَشَاء إِنَّهُ بِعِبَادِهِ خَبِيرٌ بَصِيرٌ
  • Eğer Allah rızkı kullarına bol bol verseydi, mutlaka yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Fakat O dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları hakkıyla görür. 
  • (Şura Suresi 27)
Peygamberimiz buyuruyor:
  • Başınız hareket ettiği ve sallandığı müddetçe rızıktan ümid kesmeyin. Zira insan, derisiz kızıl bir et parçası halinde doğarda Allah Teala onun rızkını verir.
  • Dünyalık husunda daima senden düşük olana bak, senden ilerde olana bakma.
Hz.Ömer (r.a.):
  • İçinizden biri, rızık talebini bırakıp da mescidde oturmasın. Kim böyle  yapar ve "Allah'ım beni rızıklandır" derse, şüphesiz bu, sünnete aykırıdır. Bilirsiniz ki, gökten ne altın yağar, ne de gümüş.
Sadi:
  • Ne karınca zayıf olmakla aç kalır, ne de aslan pençesinin ve kuvvetinin zoruyla karın doyurur.
Ebu Kilabe:
  • Bence, hayatını kazanmak için çalışan kimse, mescidde oturan kimseden daha faziletlidir.

Kaynaklar:
1) Elmalı Tefsiri
2) Şamil İslam Ansiklopedisi
3) Güzel Sözler, Bilal Eren


Rızık nedir?

Rızık dini bir terimdir. Dini bir terim olan rızık; İnsanların yaşamının devam etmesini sağlayan, insanlara fayda sağlayan, yenilebilen ve içilebilen Allah'ın herkese nasip ettiği kendisinden faydalanılan maddi ve manevi her şey rızık olarak adlandırılmaktadır. Arap dil bilimcileri rızık kelimesinin ata (ihsan), pay, şükür, yağmur ve yiyecek manasında kullanıldığını da tespit etmektedirler. Kalbin rızkı dini ilimdir. Namaz manevi bir rızktır. İnsanların ve hayvanların ecelleri ve nefeslerinin sayısı belli olduğu gibi, her insanın bedeninin ve ruhunun rızkları da bellidir. Rızk hiç değişmez, azalıp çoğalmaz. Kimse kimsenin rızkını yiyemez. Kimse kendi rızkını yemeden, bitirmeden ölmez. Rızk, maaşa, mala, çalışmaya bağlı değildir. Ama yine rızk için çalışmak dinimizin emridir

Çeşitli inanca sahip insanlar rızkı nasıl görürler?

 1- Kafirler: Rızkın yalnız çalışmaktan geldiğine inanırlar.
2- Müşrikler: Rızkın hem Allah’tan, hem de çalışmaktan geldiğini sanırlar.
3- Münafıklar: Rızkın Allah’tan geldiğini bilir; ama rızkı verir mi vermez mi endişe içindedir.
4- Fasıklar: Rızkın Allahü tealadan geldiğine inanır ama, çalışırken Allah’a asi olurlar.
5- Salih müminler: Rızkın Allah’tan geldiğine ve çalışmanın, sebebe yapışmak olduğuna inanır. Çalışırken, Allahü tealaya asi olmaz, haram işlemez.

Rızk’ın Kur’an’daki anlamları nelerdir?

1- Dünyaya ve Ahirete ait devam eden bir bağış,
2- Canlılara nasib olan şey,
3- Faydalanılan gıda.

Helalinden rızkımızın artması için neler yapabiliriz?

Her işin sebeplerine yapışmak gerekir. Sebeplerden birincisi, dua etmektir. Dua kabul olursa, hiç beklenmedik bir yerden rızka kavuşulabilir.

Rızık ile ilgili hadisler nelerdir?

1- Sadaka vermeye devam edenin rızkı artar !
2- Cömerdin evine rızık, devenin göğsüne vurulan bıçaktan daha tez gelir.
3- Namaz kılmak, rızkın bereketine sebep olur.
4- Yalan söylemek rızkı azaltır.
5- Zina, fakirliğe yol açar.
6- Sabah uykusu rızka manidir.
7- Sabah namazını kıldıktan sonra uyumayın, rızkınızı aramaya çalışın!

Rızık kelimesinin cümle içerisinde kullanımı

Hiç kimse rızkını bitirmeden ölmez.



HÂRUN ALEYHİSSELÂM




Hadîs-i Şerîf
 “Kim küçük çocuğunu ‘Lâ ilâhe illallâh’ deyinceye kadar terbiye ederse Allâhü Teâlâ onu hesaba çekmez.” 
(Hadîs-i Şerîf, Taberânî, el-Mu'cemu's-Sağîr)
Hicrî:25 Zilhıcce 1434   •Fazilet Takvim

HZ. HÂRUN ALEYHİSSELÂM


Hz. Harun, Hz. Musa aleyhisselâmın ana-baba bir büyük kardeşi, vezîri ve peygamberlik işlerinde ortağı idi. Pek güzel ve beyaz yüzlü, fasih, halîm bir zât idi.
Hz. Musa Tûr’a gittiği zaman Benî İsrail’den buzağıya tapanlara “Sizin Rabbiniz, Rahman ve Rahîm olan Allâhü Teâlâ’dan başka değildir. Bana tâbi olunuz, benim emrime itaat ediniz! Sâmirî gibi bir münafığın sözüne bakmayınız!” diye müessir öğütler vermiş ise de, kabul etmediler. Kendisi bir tarafa çekilerek Hz. Musa’nın dönmesini beklemiş, Benî İsrail'i tefrikaya, mücâdeleye düşürmemek için daha ileri gidememişti.
Hz. Musa’dan yedi ay veya üç sene evvel, yüz yirmi üç yaşında olarak Tih sahrasında vefat etmiş, Tûr-ı Sînâ civarında Mürran dağındaki bir mağaraya defnedilmiştir.
Hicrî:25 Zilhıcce 1434   •Fazilet Takvim


Harun Aleyhisselam

İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden.Hazret-i Musa’nın ana-baba bir büyük kardeşidir. Babasının ismi, İmrân bin Yasher’dir.Soy itibariyle Yakub aleyhisselamın oğullarından Lâvî’ye dayanır.Mısır’da doğdu. Musa aleyhisselamdan üç sene önce Tûr-i Sinâ’da vefat etti.

Harun aleyhisselam,İsrailoğulları üzerine Firavun’un ve kıbtîlerin zulüm ve baskılarının arttığı sırada doğdu. Çocukluğu ve gençliği Mısır’da geçti. Musa aleyhisselama peygamberlik emri bildirildikten sonra, Harun aleyhisselama da peygamberlik emri bildirildi. Musa aleyhisselamla birlikte Firavun’a gitmeleri, onu ve avânesini Allahü teâlâya îmâna dâvet etmeleri emredildi. Harun aleyhisselam, Musa aleyhisselamla birlikte Firavun’u ve adamlarını hak dîne inanmaya dâvet ettiler.

Kendisinin tanrı olduğunu iddiâ eden ve insanların kendisine secde etmelerini isteyen Firavun, Musa ve Harun aleyhimesselâmın dâvetini ve îzâhlarını kabul etmedi.İlk önce alay edip hakâret dolu sözler sarf etti. Musa aleyhisselama inananlara ve İsrailoğullarına korkunç zulümler yaptırdı.İsrailoğulları durumlarını Musa ve Harun aleyhimesselâma bildirip, dua istediler. Allahü teâlâ, Firavun ve kavmine îkâz olarak musîbetler gönderdi. Musa ve Harun aleyhimesselâm, Allahü teâlânın emriyle İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarıp, Kızıldeniz’den yürüyerek Sina Yarımadasına geçtiler. Firavun ve ordusu da geçmek için denize yürüyünce, küfür ve azgınlıklarının cezâsı olarak, boğulup helâk oldular.

Musa aleyhisselam, kavmiyle berâber Tih Sahrasındayken Allahü teâlâdan gelen vahiyle Tevrat-ı şerîf’i almak üzere Tûr Dağına gittiği sırada Harun aleyhisselamı yerine vekil bıraktı. Musa aleyhisselam Tûr Dağındayken, İsrailoğulları Harun aleyhisselamı dinlemeyip Sâmirî adında bir münâfığın hîlelerine kapılarak, yaptıkları altın buzağı heykeline taptılar.Harun aleyhisselam kavminin bu câhilce ve azgınca hareketi karşısında onlara nasîhatlerde bulundu.Onları bu inanış ve hareketlerinden uzaklaştırmaya çalıştı.Onun nasîhat ve uyarılarını bir kısmı kabul ettiyse de bir kısmı kabul etmedi.Harun aleyhisselamı tehdid ettiler.Harun aleyhisselam, kendisine tâbi olan 12.000 kişiyle birlikte onların içinden ayrılmak veya onlarla sert bir şekilde mücâdele etmek istedi. Fakat Musa aleyhisselamın, “İsrailoğullarını parçaladın, birbirinden ayırdın!” diyeceğini düşünerek, bu işten vazgeçti. Musa aleyhisselamın Tûr’dan dönmesini bekledi.

Musa aleyhisselam, Tûr Dağından dönüşünde kavminin altın buzağı heykeline taptığını görünce çok üzüldü. Bu hâlin sebebini Harun aleyhisselama sordu. Harun aleyhisselam da İsrailoğullarının kendisini dinlemediklerini ve kendisini ölümle tehdid ettiklerini, Sâmirî adında bir münâfığa uyarak bu yola saptıklarını bildirdi.Musa aleyhisselam Sâmirî’ye beddua etti ve İsrailoğullarının tövbe etmelerini bildirdi.İsrailoğulları, Musa aleyhisselamın dediklerini kabul ettiler ve tövbe ettiler. Bu mücâdeleler sırasında Harun aleyhisselam da Musa aleyhisselamla birlikte gayret etti.

Allahü teâlâ, Musa aleyhisselama kavmini toplayıp, Arz-ı Mev’ût denilen bölgeye (Filistin ve Şam bölgesi) götürmesini ve puta tapan Amâlika kavmiyle harb etmesini emretti.İsrailoğulları, o beldelerde zâlim ve kuvvetli hükümdârların bulunduğunu ileri sürerek harbe gitmediler. Allahü teâlâ bu isyânları sebebiyle İsrailoğullarına kırk yıl müddetle Arz-ı Mev’ûd’a girmeyi haram kıldı.İsrailoğulları bu kırk sene içinde Tih Sahrâsında şaşkın ve perişan şekilde dolaştılar. Bu sırada Harun aleyhisselam da Musa aleyhisselamla birlikte İsrailoğullarının sıkıntılarına sabretti.

Harun aleyhisselam, İsrailoğullarının nankörlükleri üzerine, cenâb-ı Hakk’ın kendilerini Tih Çölünde kalmaya mahkûm ettiği kırk senenin sonlarına doğru, hazret-i Musa’dan birkaç sene veya bir rivâyete göre üç sene evvel vefat etti.Kabrinin nerede olduğu husûsunda çeşitli rivâyetler vardır.

Harun aleyhisselamla ilgili olarak Kur’ân-ı kerîmin Mâide, A’râf, Yunus, Tâha, Furkan, Şuarâ, Kasas, Saffât sûrelerinde bilgi verilmektedir.


29 Ekim 2013 Salı

YÛŞA TEPESİ; CEBEL-İ YÛŞA



Hadîs-i Şerîf:
 Peygamberler kabirlerinde diridirler namaz kılarlar. 
 (Hadîs-i Şerîf, Müsned-i Ebî Ya’lâ)
Hicrî:24 Zilhıcce 1434   •Fazilet Takvim

YÛŞA TEPESİ; CEBEL-İ YÛŞA

Yûşa tepesi Beykoz’un kuzeyinde 195 metre rakımlı bir tepe olup üzerinde bir câmi ile Hazret-i Yûşa aleyhisselâmın kabr-i şerîfleri vardır. Tepenin zirvesinden Karadeniz ile boğaz tamamen latîf bir manzara halinde görülmektedir. Dağın kuzey eteğinde Âb-ı Hayât nâmında bir menba vardır. Kuzeybatı eteğinde ve deniz sâhilinde Macar tabyası, güneyinde Anadolukavağı bulunmaktadır. Yürüyerek bir saatte çıkılabilir.

Buradaki mescid Sultan Üçüncü Osman’ın sadrazamı Mehmed Saîd Paşa tarafından yaptırılmıştır. Kitâbesinde câmiin 1169’da Şeyh Muhammed bin Murâd-ı Nakşibendî’nin delâleti ile yapıldığı yazmaktadır. Zamanında buraya hademe ve postnişîn dahi tayin edilmişti. Kabrin yanındaki kitâbede ise burada ‘Yûşa bin en-Nûn’ aleyhisselamın medfun olduğu yazılıdır. Cami, Sultan Abdülazîz zamanında yanmış ve tamir görmüştür. Tepenin eteğinde Fatih Sultan Mehmed’in Tokad’ın fethedildiğini haber aldığı bahçe; Tokat Bahçesi vardı.
Hicrî:24 Zilhıcce 1434   •Fazilet Takvim

Yuşa Tepesi, Anadolu Kavağı, İstanbul


Yuşa Tepesi, İstanbul Anadolu kıyısında Anadolu Kavağı'nda bulunan ve denizden 200 metre yükseklikte bulunan ve Hz.Yuşa Peygamber'in mezarı olduğu rivayet edilen bir tepedir.

Anadolu Kavağı ve Beykoz'a yolu düşenlerin mutlaka uğraması tavsiye edilen ve muhteşem boğaz manzarasına sahip olan Yuşa Tepesi, Çamlıca Tepesi'nden sonraki İstanbul'un ikinci en yüksek tepesidir.

Yuşa Tepesi'nde Hz.Yuşâ Türbesi, Çeşme ve Camii bulunmaktadır. Buradaki uzun türbenin Hz.Yuşa Peygamber'in mezarı olduğuna inanılmaktadır.

Yuşa Tepesi, tarihte her zaman kutsal bir yer olarak kabul edilmiş ve çeşitli uygarlıklar tarafından burada kendi dinlerinin mabet ve tapınakları inşa edilmiştir. İlkçağlarda bu alanda Zeus tapınağının bulunduğu ve Bizans döneminde ise bu tapınağın Hagios Michael adında bir kiliseye çevrildiği rivayet edilmektedir. 1509 yılındaki büyük depremde bu yapıtların yıkıldığı rivayet edilmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise bu tepeye, 1755 yılında Sadrazam 28.inci Çelebizade Mehmet Sait Paşa tarafından  bir mescit yaptırılmıştır. Aynı zamanda burada bulunan ve halk arasında Yuşa Peygamber’e (a.s.) ait olduğu düşünülen mezarın etrafına bir duvar çekilmiştir.

Yuşa Camii ise Sultan Abdülaziz dönemindeki yangından sonra 1863 yılında aslına uygun olarak yenilenmiştir.

1990'lı yıllardan sonra burada Beykoz Müftülüğünün öncülüğünde başlayan ve 2000'lerde de devam eden çalışmalarla, görevli lojmanları, kültür evi, kütüphane, yemekhane, şadırvan gibi sosyal ve kültürel amaçlı müştemilat inşa edlmiş, camii ve çevresi önemli ölçüde tadil edilerek ihya ve imar edilmiştir.

Anadolu Kavağı'nda bulunan Yuşa Tepesi'ne ulaşım için en pratik ve hızlı yol; Üsküdar'dan kalkan 15A no.lu Anadolu Kavağı otobüslerine binmek ve Doğu Kapısı Durağında indikten sonra Yuşa Tepesi'ne yürümektir.

Anadolu Kavağına ulaşım için ayrıca; Eminönü'nden günde 3 defa kalkan şehir hatları vapurları ile Sarıyer'den her saat başı hareket eden tekneler kullanılabilir.

Üsküdar'a ulaşım için ise; Eminönü, Kabataş veya Beşiktaş'tan Üsküdar'a vapurla (www.sehirhatlari.com.tr) geçilebilir. Üsküdar ile Anadolu Kavağı arası yaklaşık 30 kilometredir.

İstanbul Beykoz Yuşa Tepesi


Beykoz İlçesi'nde, İstanbul'un denize en yakın ve en yüksek tepesi Yuşa Tepesidir.(200 metre).
Burada gömülü olan zatın Yuşa Peygamber olduğuna inanılmaktadır.
Bu inanışı doğruluyacak hiçbir belge olmamakla birlikte, yine de halk arasında buraya büyük bir ilgi vardır.
Yuşa Tepesi’ndeki bu türbe her türlü sıkıntı ve dilek için ziyaret edilmekte ve adak adanmaktadır.
Türbedeki Mezarın uzunluğu yaklaşık 17metredir(nedeni: nerede yattığı tam bilinmediği için veya büyüklüğüne duyulan saygıdan)
Daha sonra dilekleri gerçekleşenler adaklarını geciktirmeden yerine getirmektedir.
Burada ki yapıları ve camiiyi 3.Osman ın sadrazamlarından 28.Çelebizade Mehmet Said Paşa yaptırmıştır.
ama çeşitli depremler ve yangınlarla çok fazla tahrip olmuştur.
Günümüzdeki yapılar 1863 yılında Sultan Abdülaziz tarafından onartılmıştır.



28 Ekim 2013 Pazartesi

GIYBET HARAMDIR



Hadîs-i Şerîf:
 “Muhakkak kıyâmet günü kulun amel defteri açılmış olarak verilir de: ‘Yâ Rabbi, şu gün şöyle şöyle hayır yapmamış mıydım.’ der. ‘Onlar insanları gıybet ettiğin için defterinden silindi,’ denilir.” 
(Hadîs-i Şerîf, Kenzü’l-Ummâl)
Hicrî:23 Zilhıcce 1434   •Fazilet Takvim

GIYBET HARAMDIR


Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Kim bir kardeşi gıyabında gıybet edilince müdafaa ederse Allâhü Teâlâ’nın onu cehennem ateşinden koruması hak olur.” buyurdular.
Gıybet bir kimseyi yanında bulunmadığı bir vakitte hoşuna gitmeyecek şey ile anmaktır. Eğer kötülediği şey o kimsede varsa gıybet olur. Yoksa iftirâ olur ki bu daha büyük günahdır.
Diri yahut ölü, Müslüman veya gayr-i Müslimi gıybet etmek haramdır. Yine bir şahsı anmaksızın onun anlaşılabileceği vasıflarla anarak söylemek de gıybet olur. Eğer o şahıs anlaşılmazsa câizdir.
Hâsılı, kendisiyle maksadın ifâde edilebileceği her türlü şey gıybet olup haramdır.
İnsanların sakınması için fasıkın; açıkça günah işleyenin ve facirin; itikadı bozuk kimsenin gıybetini yapmak sevaptır.
Bir köy veya mahalle ahalisinin bazı fena hallerini söylemek de gıybet olmaz. Herkesi değil o işi yapanları kasdettiğinden kimlerden bahsettiği bilinmez.
Nikâh, yolculuk, ortaklık, komşuluk, emânet teslîm etmek gibi şeyler için bir kimse hakkında kendisine sorulduğunda söylediği doğru şey gıybet olmaz.
Bir müşterinin sahte para verdiğini görenin, bundan sakındırmak için söylemesi gıybet olmaz.
Gıybetin tevbesi, gıybet ettiği kimseden affetmesini istemektir. Onu bulamazsa onun keffareti istiğfâr ve tevbe etmek ve pişman olmaktır. Eğer mümkün ise gıybet ettiği şeylerin hepsini ona bildirip affetmesini istemeli ve Allâh’dan af talep edip tevbe etmelidir. Ancak eğer bildirmesi bir fitneye sebep olacak ise bildirmez.
Gıybet ettiği kimse ölmüş ise vârislerinden helâllik istemesi gerekmez. Onun keffareti pişmanlık, tevbe ve istiğfârdır.
Gıybeti işiten kimse eğer lisanıyla yahut gücü yetmiyorsa kalbiyle olsun onu reddetmez ise günahta ortaktır. Bu kimsenin gücü yetiyorsa oradan kalkması, veya sözü başka mecraya taşıyarak bu gıybete mâni olması lazımdır.
Hicrî:14 Zilhıcce 1434   •Fazilet Takvim


27 Ekim 2013 Pazar

YÛSUF HEMEDÂNÎ KUDDİSE SİRRUHÛ



Hadîs-i Şerîf:
 “Kıyâmet gününde isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyle ise isimlerinizi güzel koyunuz.” 
(Hadîs-i Şerîf, Sünen-i Ebû Dâvûd)

Hicrî:14 Zilhıcce 1434   •Fazilet Takvim


HÂCE YÛSUF HEMEDÂNÎ KUDDİSE SİRRUHÛ


Silsile-i Sâdât’ın sekizinci altın halkası Yûsuf Hemedânî Hazretleri Hicrî 440 (m. 1048) senesinde Hemedan’da doğdu. Künyeleri Ebû Yakub, babasının ismi de Yakub’dur. İmâm-ı Âzam Hazretlerinin torunlarındandır. Hanefi mezhebinden idi. Zâhirî ilimleri öğrendi; kemal mertebesine ulaştı. 
Bundan sonra, ibadet, riyâzet ve mücâhede yolunu seçti ve Silsiletü’l-Müceddidînin yedinci halkası, Ebû Ali Fârmedî (k.s.) Hazretlerine intisab etti, Seyr u sülûkünü tamamladı.
Yaya olarak otuz yedi defa hac yapmış, binlerce defa Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmiştir. Gece namazının her rek’atinde bir cüz Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Tefsir, hadis, fıkıh, usûl ve furûa dair yedi yüz metin kitap ezberlemiştir. Yedi bin putperestin Müslüman olmasına vesile olmuştur. Hayatının büyük bir kısmını yolculukta geçirdi. Hayatının sonuna doğru Semerkand’a geldi ve evlendi. Her ayın başında Semerkand halkını ve âlimlerini davet eder, ilmî konuşmalar yapardı. Hızır (a.s.) ile sohbet ederdi. Güzel ok atardı. Göz hastalıklarına ve ağrılarına ilaç yapardı. Yazısı çok güzel idi. Çarşıda pazarda pişmiş şeyleri yemezdi. Odasında hasır, keçe, iki minder ve ibrikten başka bir şey yoktu. Ders okutur, çok nafile namaz kılar ve oruç tutardı.
Son zamanlarında bazan Herat bazan Merv’de kaldı. Herat’tan Merv’e giderken yolda, 535 (m. 1140) senesinde vefat etti. Vefat ettiği yere defnolundu. Daha sonra na’ş-ı şerîfleri Merv’e naklolundu.
Vefâtı yaklaşınca müridlerinden Hâce Abdullah Berekî, Hâce Hasen Endâkî, Hâce Ahmed Yesevî ve Hâce Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretlerine hilâfet verdiler. İrtihalinden sonra irşad vazifesini Hâce Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri devam ettirmişlerdir.
Yûsuf Hemedânî Hazretlerinin, Menâzilü’s-sâlikîn, Menâzilü’s-sâirîn ile Farsça Rütbetü’l-hayat ve Arapça ‘Risâle fi enne’l-kevne müsehharun li’l-insân’ isimli bir risâlesi vardır.  
Hicrî:14 Zilhıcce 1434   •Fazilet Takvim



YÛSUF-U HEMEDÂNÎ KUDDİSE SİRRUHÛ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Yûsuf bin Yâkûb Hemedânî olup, künyesi Ebû Yâkûb’dur. İmâm-ı A’zam hazretlerinin neslindendir. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin sekizincisidir. 1048 (H.440) senesinde Hemedan’da doğdu. 1140 (H.535) de Herat’tan Merv’e giderken yolda vefât etti.
On sekiz yaşında Bağdat’a gelip, fıkıh ilmini Ebû İshâk-i Şîrâzî’den öğrendi. Yaşı küçük olmasına rağmen, Ebû İshâk kendisine husûsî ihtimâm gösterirdi. Bunun ve diğer fıkıh âlimlerinin derslerine devâm etmekle, Hanefî mezhebinde fıkıh ve münâzara âlimi oldu. İsfehan ve Semerkand’da, zamanın meşhûr hadîs âlimlerinden hadîs ilmini öğrendi. Tasavvufu Ebû Ali Fârmedî hazretlerinden öğrenip, onun sohbetinde yetişerek kemâle ulaştı. Abdullah-i Cüveynî, Hasan Simnânî ve birçok büyük zât ile görüşüp, sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi. Yaya olarak otuz yedi hac yaptı. Kur’ân-ı kerîmi sayısız hatmetti. Gece namazlarında her rekatte bir cüz okurdu. Tefsir, hadîs, kelâm ve fıkıh ilminden yedi yüz cüz ezberindeydi. İki yüz on üç mürşîd-i kâmilden istifâde etti. Yedi bin kâfirin îmâna gelmesine sebeb oldu. Hızır aleyhisselâm ile çok sohbet etti.
Altmış yıldan fazla, insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl oldu. Yüzlerce talebe ondan ders aldı. Abdullah-i Berkî, Hasan-ı Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlık-ı Goncdüvânî gibi büyük velîler yetiştirdi. Bunlardan Ahmed Yesevî, Türkistan tarafına göç edip, insanları irşâd ederek büyük hizmetler yaptı. Yûsuf-i Hemedânî, bütün dostlarına, talebesi Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’ye tâbi olmalarını söyledi. Kendisinden sonra, bu talebesi insanlara doğru yolu gösterdi.
Yûsuf-ı Hemedânî, önce Merv şehrinde bir müddet kalıp Herat’a gitti ve uzun zaman kaldı. Sonra, tekrar Merv’e gelip bir müddet daha kaldıktan sonra Herat’a döndü. Herat’tan Merv’e yolculuğu sırasında vefât etti. Kabri Merv şehrinde olup, ziyâret edilmektedir.
Yûsuf-i Hemedânî, İmâm-ı A'zama pekçok bağlıydı. Irak, Horasan, Mâverâünnehr bölgelerinin muhtelif şehirlerinde bulunarak, halka saâdet yolunu anlatmak ile meşgûl olmuştur. İlmi, fazîleti ve kerâmetleriyle İslâm dünyâsında tanınıp, çok sevilmiştir.
Hakîkî İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden olan Yûsuf-i Hemedânî orta boylu, buğday benizli, kumral sakallı, zayıf bir zât idi. Eline ne geçerse muhtaçlara verir, kimseden bir şey istemezdi. Herkese karşı çok iltifât eder, yumuşak ve merhametli davranırdı. Yolda yürürken bile Kur’ân-ı kerîm okumakla meşgûldü. Hoş-dû denilen yerden, câmiye gelinceye kadar bir hatim okur, mescid kapısından, Hasan Endâkî ve Ahmed-i Yesevî hânesine varıncaya kadar Bekara sûresini okurdu. Geri dönerken Âl-i İmrân sûresini bitirirdi. Arada bir yüzünü Hemedân’a çevirir ve çok ağlardı. Selmân-ı Fârisî hazretlerinin âsâsı ile sarığı kendisindeydi. Her ay başında, Semerkand âlimlerini çağırarak onlarla sohbet ederdi. Bir taraftan köylülere ve yanına gelen herkese doğru din bilgilerini öğretmeye çalışır, insanlarla uğraşmaktan, onları yetiştirmek için çalışmaktan hiç sıkılmazdı. Diğer taraftan, ağrılara ve yaralara ilâç yaparak herkesin derdine devâ bulmaya çalışırdı. Böylece, maddî ve mânevî hastalıkların tabîbi, mütehassısı olduğunu isbât ederdi.
Talebelerine ve kendisini sevenlere dâimâ Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda gitmelerini tavsiye ederdi. Kalbi, bütün mahlûkât için derin bir sevgi ile doluydu. Gayr-i müslimlerin evlerine giderek, onlara İslâmiyeti anlatırdı. Her şeye sabır ve tahammül eder, herkese karşı muhabbet gösterirdi. Altın ve gümüş eşyâ kullanılmasına müsâde etmez, fakirlere zenginlerden daha fazla îtibâr ederdi. Zühd sâhibi idi. Dünyâya ehemmiyet ve kıymet vermezdi. Odasında hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka bir şey bulunmazdı. Talebelerine, dört büyük halîfenin menkıbe ve fazîletlerinden bahseder, onlar gibi ahlâklanmalarını nasîhat ederdi.
Bir gün, Hemedân’dan bir kadın, ağlayarak Yûsuf-i Hemedânî’nin huzûruna geldi ve dedi ki: “Oğlumu Bizanslılar esir etmişler.” Kadına; “Sabredin” buyurdu. Kadın; “Sabredecek hâlim kalmadı.” dedi. Bunun üzerine Yûsuf-i Hemedânî hazretleri; “Yâ Rabbî, bu kadının oğlunu esirlikten kurtar. Üzüntüsünü neşeye çevir!” diye duâ etti. Kadın dönünce oğlunu evde buldu. Hayret etti. Oğluna; “Anlat evlâdım! Buraya nasıl geldin?” dedi. Oğlu; “Biraz evvel İstanbul’daydım. Ayaklarım bağlı olup, başımda muhâfız vardı. Âniden bir kimse geldi. Beni kaptığı gibi, bir anda buraya getirdi.” dedi.
Yûsuf-i Hemedânî’ye, İslâm âlimlerinin ve kıymetli rehberlerin azalıp yok olduğu zaman ne yapmak lâzım? denildiğinde; “O zaman, her gün o büyüklerin yazdığı kitaplardan bir miktar okuyunuz.” buyurdu.
Sayısız kerâmetlerin ve fazîletlerin kendisinde toplandığı veliyyi kâmil bir zât idi. Kerâmetlerinin en büyüklerinden birisi; Allahü teâlâyı tanımak yolunda çok yüksek derece ve makamlar sâhibi olan, Abdülhâlık-ı Goncdüvânî gibi büyük bir velîyi yetiştirmesidir.
Yûsuf-i Hemedânî hakkında uygunsuz şeyler söyleyip, onu kötüleyen bir kimse vardı. Bu durum Yûsuf-i Hemedânî hazretlerine intikâl edince, üzüldü ve yakında cezâsını görür buyurdu. Birkaç gün içinde o kimse, eşkıyâlar tarafından öldürüldü.
Bir defâ Yûsuf-i Hemedânî insanlara vâz ederken iki kimse gelip, “Sus! Yanlış şeyler söylüyorsun” dediler. “Asıl siz susunuz. Size diri denmez!” buyurdu. O anda, o iki kişi orada ölüverdiler.
Necîbüddîn Şîrâzî isimli bir zât şöyle anlatıyor: Bir zamanlar velîlerin sözlerinden birkaç parça elime geçmişti. Mütâlaa ettim. Bana gâyet hoş geldi. Bu sözü araştırdım. Kimin sözüdür, bundan başka eserleri var mıdır, bu zâtı bulayım da, önüne diz çökeyim dedim. Bir gece rüyâda, heybetli, vekarlı, ak sakallı, pek nûrânî bir zâtın evimize girdiğini gördüm. Hemen abdesthâneye gitti. Abdest alacaktı. Beyaz bir kaftan giymişti. Kaftanın üzerinde iri hatla, altın suyu ile, Âyet-el-kürsî baştan ayağa kadar yazılmıştı. Ben onun arkasından gittim. Kaftanı çıkarıp bana verdi. Bu kaftanın altında ondan daha göz kamaştırıcı bir yeşil kaftan daha vardı. Bunda da, önceki gibi aynı hatla, altın yazıyla Âyet-el-kürsî yazılmıştı. Onu da bana verdi. “Ben abdest alıncaya kadar bunları tut!” buyurdu. Abdest aldı ve; “Bu iki kaftandan hangisini istersen sana vereyim.” buyurdu. Hangisini verirseniz, bence sevgilidir dedim. Yeşil kaftanı bana giydirdi. Beyazı da kendisi giydi. Sonra: “Beni bilir misin? Ben, o okuduğun parçaların müsannifiyim. Sen onu arzuluyordun... Ben Ebû Yâkûb Yûsuf-i Hemedânî'yim. Ona, yâni o okuduğun yazılara Zînet-ül-Hayât adını verdim. Ayrıca Menâzil-üs-Sâlikîn ve Menâzil-üs-Sâyirîn gibi sevilen eserlerim de vardır.” buyurdu. Uyanınca çok sevindim. Ona olan muhabbetim çok arttı.
İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin Fetâvâ-i Hadîsiyye isimli eserinde anlatıldığına göre, Ebû Saîd Abdullah, İbn-üs-Sakkâ ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî ilim öğrenmek için Bağdat’a geldiler. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri o zaman çok gençti. Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin, Nizâmiyye Medresesinde vâz ettiğini duymuşlardı. Bunlar, onu ziyâret etmeye karar verdiler. İbn-üs-Sakkâ; “Ona bir soru soracağım ki cevâbını veremeyecek.” dedi. Ebû Saîd Abdullah; “Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?” dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edeb timsâli olan Abdülkâdir-i Geylânî de “Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sâdece huzûrunda beklerim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim” dedi. Nihâyet Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin bulunduğu yere vardılar. O anda orada yoktu. Bir saat kadar sonra geldi. İbn-üs-Sakkâ’ya dönerek; “Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevâbını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin suâl şudur. Cevâbı da şöyledir. Ben görüyorum ki, senden küfür kokusu geliyor.” buyurdu. Sonra Ebû Saîd Abdullah’a dönerek; “Sen de bana bir suâl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevâbını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyet ettiğin suâl şudur ve cevâbı da şöyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün ile geçecek.” buyurdu. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî’ye döndü. Ona yaklaştı ve; “Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdat’ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve; “Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir.” dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyâyı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyor gibiyim.” buyurdu ve sonra gözden kayboldu. Kendisini bir daha göremediler.
Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî yetişti. Zamânında bulunan evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makamlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübârek sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Bir gün yüksek bir kürsîde oturuyor vâz ediyordu. Buyurdu ki: “Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir.” Zamânında bulunan bütün evliyâ, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında boyunları eğri olurdu. Bunlar meydana çıktıkça, Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin senelerce önce kerâmet olarak haber verdiği hâller anlaşılıyordu.
İbn-üs-Sakkâ’ya gelince, o Yûsuf-i Hemedânî ile aralarında geçen o hâdiseden sonra, şer'î ilimlerle meşgûl oldu. Çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamânın sultânına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans’a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok alâka gösterdiler. Nihâyet, onların yalanlarına aldanarak hıristiyan oldu. Bu hâdiseyi anlatan zât diyor ki: “Bir gün onu gördüm. Hastaydı. Ölmek üzereydi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O başka tarafa çevirdi. Tekrar kıbleye döndürdüm. O tekrar başka tarafa çevirdi ve böylece öldü.”
Ebû Saîd Abdullah da diyor ki: “Ben Şam’a geldim. Bâzı vazifelerde bulundum. Çeşitli sıkıntılar ile hayâtım geçti. Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin, her üçümüz hakkında da söylediği aynen meydana geldi.”
El-Meşrevü’r-Revî kitâbının sâhibi olan Cemâleddîn Muhammed bin Ebî Bekr el-Hadramî eş-Şafiî buyuruyor ki: “Bu menkıbe, rivâyet edenlerin çokluğu sebebiyle lafızları değişik olsa bile, mânâ yönünden tevâtür hâlini almış bir menkıbedir. Allahü teâlânın evliyâsını inkâr etmeye cüret edenler, neûzü billâh, İbn-üs-Sakkâ’nın durumuna düşmekten çok korkmalıdır. İlminin ve amelinin çok olmasına rağmen, İbn-üs-Sakkâ’nın, sonunda böyle sonsuz bir felâkete düşmesinin sebebinin, evliyâ hakkında edebsizlik yapması olduğu Behcet-ül-Musannife’de Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin menkıbeleri anlatılırken zikredilmektedir.

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1164
2) El-A’lâm; c.8, s.220
3) Şezerât üz-Zeheb; c.4, s.110
4) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.289
5) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.135
6) Hadâik-ul-Verdiyye; s.106
7) Reşahât (Arabî); s.14
8) Reşahât (Osmanlıca); s.17
9) Kalâid-ül-Cevâhir; s.110
10) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.14
11) İrgâm-ül-Merîd; s.48
12) Behcet-üs-Seniyye; s.11
13) Rehber Ansiklopedisi; c.18, s.232
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.7, s.367
15) Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî; Süleymâniye Kütüphânesi, İbrâhim Efendi Kısmı, No: 430