HAMMAMİ TERCÜMESİ 2
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا اَصْحَابَ الْقَرْيَةِ اِذْ
جَاءَهَا الْمُرْسَلُونَ ١۳
13) Onlara,
o şehir halkının (Antakyalıların) halini
misal getir. Hani oraya (İsa'nın gönderdiği) elçiler gelmişti.
Ey Muhammed! Onlara Antakya halkının hikayesini
misal ver. Onların hallerini Kureyşlilere hatırlat ve anlat.
اِذْ اَرْسَلْنَا اِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا
فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُوا اِنَّا اِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ ١٤
14) Hani onlara iki elçi
göndermiştik de ikisini de yalanlamışlardı. Bunun üzerine biz de bir üçüncü ile (onlara) takviye etmiştik.
(Bu üç zat Antakyalılara) Gerçekten biz, size gönderilmiş elçileriz
demişlerdi.
Biz her kavme resul gönderdiğimiz için, Antakya'ya
da önce iki resul göndermiştik. Fakat o şehir halkı onları yalanladılar. Biz de
o iki resulü takviye için üçüncüsünü gönderdik. Onlar da şehir halkına,
"Biz size Allah tarafından gönderilen kimseleriz; O'nun birliğini kabul
edin; O'na iman edin" dediler.
Müfessirler bu hadiseyi şöyle anlatıyorlar:
İsa Aleyhisselam, havarilerinden iki kişiyi Antakya
şehrine gönderdi. Şehre yaklaştıklarında, koyu otlatan bir ihtiyar
gördüler ki o zat Habib-i Neccar idi. Karşılaştıklarında ona selam
verdiler.
İhtiyar onlara,
- Siz kimsiniz? diye sordu.
- Biz İsa Aleyhisselam'ın elçileriyiz; insanları,
putlara tapmayı bırakıp Allah'a ibadet etmeye davet ediyoruz, dediler.
İhtiyar,
- Peki, bir mucizeniz var mı? dedi.
- Evet var. Biz, Allah'm izniyle hastaları şifaya
kavuşturur, körlerin gözünü iyi eder, alaca hastalığını tedavi eder, ölüleri
diriltiriz, dediler.
İhtiyar,
- Benim senelerdir iyileşemeyen hasta bir oğlum
var, onu iyileştirebilir misiniz? dedi.
- Bizi ona götür; bir görelim, dediler.
İhtiyar, onları alıp evine getirdi. Resuller,
ihtiyarın oğlunun vücudunu elleriyle sıvazladılar; hasta, Allah'ın izniyle
iyileşip ayağa kalktı.
Bunun üzerine Habib-i Neccar, onların davetini
kabul edip, iman etti.
Bu hadise, yani resullerin Habib'in oğlunu bu şekilde
şifaya kavuşturdukları haberi şehirde hızla yayıldı. Hastası olanlar
hastalarını getirmeye başladılar. Allah'ın izniyle, birçok hasta onların
elleriyle şifaya kavuştu ...
Uyûn isimli kitapta bu mesele hakkındaki rivayet
şöyledir:
Bahsedilen ihtiyar âmâ olup gözleri görmüyordu. Bu
iki zat, onun gözlerinin açılması için dua ettiler; Allah'ın izniyle gözleri
açıldı.
O şehirde, Natıhıs isminde, Yunan hükümdarlarının
büyüklerinden olan ve puta tapan bir hükümdar vardı. Resullerin, dua ederek
insanları şifaya kavuşturdukları haberi onun kulağına kadar gitti. Resulleri
huzuruna davet etti. Gittiler. Onlara;
-Siz kimsiniz? diye sordu.
-Biz, İsa Aleyhisselam'ın resulleriyiz, dediler.
Hükümdar,
-Buraya ne maksatla geldiniz? dedi.
Resuller,
-İnsanları, işitmesi ve görmesi olmayan putlara
tapmayı bırakıp, işiten ve gören Allah'a ibadet etmeleri için davet etmeye
geldik, dediler.
Hükümdar,
-Bizim taptığımız ilahlardan başka ilah mı var?
dedi.
-Evet, var; O seni yaratandır, seni terbiye
edendir, senin taptığın ilahları yaratan da odur, dediler.
Bunun üzerine hükümdar sinirlendi,
-Tamam, gidebilirsiniz; biz sizin söylediklerinizi
bir düşünelim, dedi.
Fakat, çıkıp giderlerken halk peşlerine düştü;
sokakta yakalayıp dövdüler.
* * *
Vehb bin Münebbih'in bu husustaki rivayeti ise
şöyledir:
İsa Aleyhisselam, bu iki kişiyi Antakya'ya
gönderdi. Antakya'ya geldiklerinde, hükümdarla görüşmek istediler. Fakat
uzun müddet görüşemediler. Hükümdar bir gün sahraya çıktığında, bu iki resul
onun işiteceği şekilde tekbir getirmeye ve Allah'ı zikretmeye başladılar.
Hükümdar buna sinirlendi. Onların yakalanıp hapsedilmelerini ve her gün 100
sopa vurulmasını emretti. Velhasıl, hem kendilerine inanılmamış oldu hem de her
gün 100 sopa vuruluyordu.
İsa Aleyhisselam, bunun üzerine oraya havarilerin
reisi olan Şem’unu gönderdi.
Şem'un, Antakya'ya gitti. Bir miktar da ekmek alıp,
kim olduğunu tanıtmadan, arkadaşlarının bulunduğu hapsaneye vardı. Hapsane
görevlisine,
- Ben bu ekmekleri içeridekilere dağıtmak
istiyorum, dedi.
Bu şekilde, izin alarak içeri girdi. Arkadaşlarını
buldu. Nasıl olupta oraya düştüklerini sorup öğrendi. Onlar da başlarından
geçeni anlattılar.
Şem'un,
- Siz işi aceleye getirmişsiniz, işinizi yumuşakça
yapmamışsınız, dedi. Devamla onlara şöyle söyledi:
- Bir kadın düşününüz. Bu kadın, gençliğinde çocuk
doğurmamış. Nihayet ihtiyarlığında bir çocuk sahibi olmuş. Yaşı ilerlediği
için, çocuğunun büyümesini bir an önce görmek istiyor. Onun için, bebeğine mama
yerine ekmek yediriyor. Haliyle, annesinin yedirdiği ekmek, bebeğin midesine
oturuyor. İşte sizin vaziyetiniz, bu kadının vaziyetine benziyor. Acelenin
şeytandan, yavaş ve ihtiyatlı hareket etmenin de Allah'tan olduğunu bilmiyor
musunuz?
Şem'un, onlarla konuşup vaziyetlerini öğrendikten
sonra hapsaneden çıktı. Yavaş yavaş hükümdarın yakınlarıyla arkadaşlık kurmaya
başladı; onlar da Şem'un ile samimi oldular, ondan hükümdara da bahsettiler.
Hükümdar, Şem'unu huzuruna davet etti. Sohbet ettiler.
Şem'un'un sohbetinden hoşlandı; ona yakınlık duydu,
aralarında samimiyet meydana geldi, Şem'un' a çeşitli ikramlarda bulundu.
Bu samimiyetten istifade ile Şem'un bir gün
hükümdara,
- Hükümdarım! Sizi, başka bir dine çağıran iki
kişiyi hapse attırdığınızı ve dövdürdüğünüzü duydum, diye laf açtıktan sonra,
- Onlarla hiç konuştunuz mu? Söyledikler neymiş,
onları dinlediniz mi? diye onu yokladı.
Hükümdar,
-Hayır; onlarla benim aramda geçen sadece senin
söylediklerinden ibaret. Sinirlendim ve öyle yaptım, dedi.
Şem’un,
-Eger uygun görürseniz, onları çağırıp bir
dinleyelim, bakalım ne diyorlarmış, dedi.
Hükümdar, Şem'un'un isteği üzerine o iki zatı
huzuruna getirtti. Şem’un onlara,
-Sizi buraya kim gönderdi? diye sordu.
Onlar,
-Ortağı olmayan ve her şeyi yaratan Allah gönderdi,
dediler.
Şem’un,
-O Allah 'ı tarif eder misiniz? dedi.
-İstediğini diler, dilediğine hükmeder, dediler.
Şem’un,
-Bize, sözlerinizin doğruluğunu isbat edecek bir
şey gösterebilir misiniz? dedi.
-Hükümdarın istediği bir şey varsa, yerine
getirebiliriz, dediler.
Bunun üzerine, hükümdar adamlarına emretti; gözleri
görmeyen, hatta hiç göz yeri olmayan ve göz yerleri dümdüz olan bir erkek
çocuğu getirdiler. Hükümdar bu çocuğun görür hale gelmesini istiyordu.
Resuller dua ettiler. Onlar dua edince, dümdüz olan
yüzdeki göz yerlerine iki yarık açıldı. Resuller çamurdan iki yuvarlak yapıp,
çocuğun yüzünde açılan yere koydular. Oraya iki de gözbebeği yaptılar. Ve çocuk
görmeye başladı.
Bunu gören hükümdar hayretler, içinde kaldı. Bunu
fırsat bilen Şem’un,
-Hükümdarım, eğer kendi ilahlarınızdan da bunların
yaptığı gibi bir şey yapmalarını isterseniz ve onlar da yaparlarsa, şeref sizde
ve ilahlarınızda kalır, dedi.
Hükümdar putların yanına gittiği zamanlar, Şem'un
da hemen oraya varır, çokça dua okur ve bol bol yalvarırdı. Bunun için hüküm
dar, onu kendi dininden zannederdi. Ona,
- Ey Şem'un! Benim senden gizlim saklım yok.
Biliyorsun ki, bizim tapındığımız ilahlar işitmez, görmez, ellerinden bir fayda
da gelmez, dedi. Resullere de dönerek,
- Sizin ibadet ettiğiniz Allah eğer ölüleri
diriltirse, size ve ona iman ederiz, dedi.
Resuller,
- Bizim ilahımızın gücü her şeye yeter, dediler.
Hükümdar,
- Burada, 7 günlük bir ölü var. Babası burada
değil. O dönmediği için gömdürmemiştim. Haydi bunu diriltin, dedi.
Hep beraber ölünün yanına gittiler. Baktılar;
ölünün rengi değişmişti. İki resul açıktan, Şem'un ise gizli olarak Allah'a dua
ettiler. Ölü, Allah'ın izniyle dirildi, ayağı kalktı ve konuşmaya başladı:
- Ben 7 gün önce müşrik olarak ölmüştüm. Beni,
ateşten 7 vadinin içine soktular. Sakın, içinde bulunduğunuz inancı devam
ettirmeyin; onu hemen terk edin.
Artık bu apaçık mucize karşısında oradakiler
dayanamayıp iman ettiler.
Dirilen şahıs konuşmaya devam etti:
- Gök kapıları açıldı; ben bakıyordum; yüzü güzel
bir genç gördüm. O genç şu üç kişiye yardım ediyordu, deyince hükümdar hayret
etti,
- Üçüncüsü kim? dedi.
Dirilen şahıs,
- Üçüncüsü bu, diye Şem'un'u gösterdi. Diğerleri de
şu ikisi diye diğer resulleri işaret etti.
Hükümdar, Şem'un'un şimdiye kadar kendi dininden
olduğunu zannettiği için hayretler içinde kaldı. Şem'un, şimdiye kadar
kendisini gözlemişse de bu hadiseyle artık her şey açığa çıkmıştı. Hükümdarı
açıkca İslama davet etti. Hükümdar ve kavmi iman ettilerse de diğerleri iman
etmediler. Cebrail Aleyhisselam, onların helak olması için bir bağırdı; onun
bağırmasıyla iman etmeyenlerin hepsi helak olup gittiler.
* * *
Diğer bir rivayete göre de hadise şöyledir:
Hükümdarın kızı ölmüştü. Şem'un, hükümdara "Bu
iki kişiden kızınızı diriltmelerini iste" dedi. O da öyle yaptı.
Resuller, hükümdarın isteğini yerine getirmek üzere
kalktılar. Namaz kılıp, sesli olarak dua ettiler. Gizlice Şem'un da dua
ediyordu. Allah (C.C.) dualarını kabul buyurup hükümdarın kızım diriltti ve
kabirden çıktı. Ve şöyle dedi:
-Bunların dediklerini kabul edin; çünkü bunlar
doğru söylüyorlar. Fakat sizin kabul edeceğinizi zannetmiyorum.
Şaşkına dönen hükümdar, kızına, öldükten sonra
neler olduğunu sordu. Kız dedi ki:
-Bugün benim öldüğümün yedinci günü. Ben öldükten
sonra, hayatta yaptıklarım getirildi. Kendimin kafir olduğumu anladım. Bundan
sonra bana her gün ateşten ayrı bir evde azap edilmeye başlandı. Her birinde
yapılan azap diğerine benzemiyordu. Yedinci evdeyken cesedimle birleştirildim;
diriltildim. Bana, "Yukarıya bak” denildi. Gökyüzüne bakınca, gök
kapılarının açıldığını gördüm. Orada güzel yüzlü bir adam vardı. Elini bu üç
kişiye uzattı ve bunlara yardım etti.
Hükümdar,
- Üçüncüsü kim? diye sordu. Kız, Şem'un'u
göstererek,
- Üçüncüsü şu genç, diğer ikisi de şunlar, diye
diğer resulleri gösterdi. Devamla dedi ki,
- Babacığım, bu üç kişi beliklerimden tutup beni
ateşten çıkardılar. Gözümü açtım, kendimi burada buldum.
Sonra, resullerden kendisini tekrar yerine iade
etmelerini istedi.
Onlar da iltica ettiler; kız kabrine girdi ve
ruhunu teslim etti.
* * *
Başka bir rivayette, iman ettikten sonra tekrar
kabre konuldu.
Bir rivayette, hükümdar iman etmeyip kafir olarak
kaldı ve "Siz buraya sadece fitne çıkarmak için gelmişsiniz" dedi.
قَالُوا مَا اَنْتُمْ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَا وَمَا
اَنْزَلَ الرَّحْمٰنُ مِنْ شَیْءٍ اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا تَكْذِبُونَ ١٥
15) Onlar,
siz bizim gibi insandan başka (şahıslar) değilsiniz. Rahman hiçbir şey
indirmemiştir. Siz, sırf yalan söylüyorsunuz dediler.
Yani, "Siz bizim gibi insansınız"
demekle, "Allah tarafından vazifelendirilmiş kimseler değilsiniz"
demek istiyorlardı. Antakyalıların bu sözlerini duyan resullerin ne cevap
verdikleri, bir sonraki ayette şöyle bildiriliyor;
قَالُوا رَبُّنَا
يَعْلَمُ اِنَّا اِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ
١٦
وَمَا عَلَيْنَا اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبٖينُ ١٧
16-17 )
Elçiler, rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bize
düşen ancak açık bir tebliğdir, dediler.
Bize düşen vazife, size risalet tebliğini
yapmaktır. Çünkü Allah kesin olarak bizi size, batıldan hakka dönmeye çağırmak
için gönderdi. Sizin üzerinize düşense, bizim söylediklerimizi kabul ederek,
hem Allah'a hem de bizdeki risalet vazifesine iman etmenizdir.
Bunu duyan Antakyalıların nasıl karşılık verdikleri
şöyle anlatılıyor;
قَالُوا اِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا
لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ اَلٖيمٌ ١۸
18) Onlar,
biz hakikaten sizin sebebinizle uğursuzlandık. (Yağmurumuz kesildi.) Yemin olsun, eğer
vazgeçmezseniz, sizi mutlaka taşlarla tepeleriz ve mutlaka bizlerden size bir
azap dokunur dediler.
Uğursuzlıkla kasdettikleri, yağmur yağmaması ve
aralarında değişik hastalıkların çoğalmasıydı.
"Bu belalar başımıza sizin uğursuzluğuzdan
dolayı geldi. Yoksa, siz buraya gelmeden önce, biz beldemizde böyle şeyler
görmemiştik" dediler. Bununla da kalmayıp, "Eğer bu vaziyetinizi bırakmazsanız,
sizi taşlayarak öldürürüz" dediler.
Resullerin cevabı, bir sonraki ayette:
قَالُوا طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ اَئِنْ ذُكِّرْتُمْ بَلْ
اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ ١٩
19) Elçiler,
uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Nasihat edilseniz de (küfrünüzden vaz
geçmeyeceksiniz) öyle mi? Doğrusu siz haddi aşmış bir kavimsiniz dediler.
Elçilerin, "Uğursuzluğunuz sizinle
beraberdir" demeleri, "Uğursuzluğunuz, kendi küfrünüz ve günahınızdan
dolayıdır; size ondan dolayı uğursuzluk geliyor" demektir.
"Nasihat edilseniz de öyle mi?" sözleri
de, "Bizim tarafımızdan Allah' a çağırılsanız da yine bizi uğursuz sayacak
ve bizi taşlayacaksınız öyle mi? Siz gerçekten müşrik bir kavimsiniz. Kendinize
gönderilen elçileri öldürme suçundan dolayı cezalandırılacaksınız."
Demektir.
Bu haber, (Elçilerin öldürülmek istenmesi haberi)
Habib-i Neccar' a ulaştı. Hemen onların tarafına yöneldi. Ayet-i kerimede onun
hali şöyle anlatılıyor:
وَجَاءَ مِنْ اَقْصَا الْمَدٖينَةِ رَجُلٌ يَسْعٰى قَالَ
يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلٖينَ ۲٠
2O) O esnada
şehrin ta öbür ucundan bir adam koşarak geldi. Ve dedi ki: Ey kavmim uyun bu
gönderilmiş (elçi)lere.
Bu gelen zat Habib-i Neccar idi. İmam Süddı,
Habib-i Neccar'ın mesleğinin elbise yıkayıcılık olduğunu, Yehb bin Münebbih ise
ipekçilik olduğunu söylüyor.
Habib-i Neccar'ın evi, şehrin giriş kapılarının en
uzağının yanındaydı. Çok sadaka veren bir kişiydi. Akşam olunca, o günkü
kazancını hesap eder, onu ikiye ayırır, yarısını çoluk çocuğuna bırakır
yarısını da fakirlere sadaka olarak dağıtırdı.
Katâde diyor ki: Habib-i Neccar bir mağarada
rabbine ibadetle meşguldü. Kendi kavminin, resulleri öldürmek istediklerini
duyunca, koşarak oraya geldi. Resullere,
-Siz bu risalet vazifesi karşılığında her
hangi bir ücret istiyor musunuz? dedi.
Onlar,
-Hayır, biz onun karşılığında bir ücret
istemiyoruz; biz sadece bizim söylediklerimize uyulmasını söylüyoruz, dediler.
Bunun üzerine Habib-i Neccar'ın ne dediğini ayet şöyle
haber veriyor;
اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْپَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ
مُهْتَدُونَ ۲١
21) Uyun sizden hiç bir ücret
istemeyen bu zatlara. Onlar hidayete (doğru yola) ermişlerdir.
Habib-i Neccar'ın "Ey kavmim! Kendileri doğru
yolda olup sizi doğru yola ve hidayete çağıran bu resullere uyun" dediğini
duyanlar,
- Demek, sen bizim dinimize sırt çevirdin. Bu
resullere uydun, dediler.
Habib-i Neccar da şöyle cevap verdi:
وَمَا لِىَ لَا اَعْبُدُ الَّذٖى فَطَرَنٖى وَاِلَيْهِ
تُرْجَعُونَ ۲۲
22) Hem ben, beni yaratana niye
kulluk etmeyeyim. Hepiniz ancak O'na döndürüleceksiniz.
Dikkat edilirse, Habib-i Neccar Hazretleri
yaratılma fiilini kendi üzerine alarak "Beni yaratan ... " diyor.
Çünkü yaratma, nimet vermenin bir eseridir ki bu nimet insan üzerinde açıkça
görülmektedir.
Kıyamette dirilmede ise mecburiyet ve zorlama
manası vardır. Yani, insanlar isteseler de istemeseler de diriltileceklerdir.
Bu manaya uugun olarak, "Kıyamette dirilip onun huzuruna çıkarılacak ve
amellerinize göre karşılık göreceksiniz" diyor ki, isteseler de istemseler
de bunun başlarına geleceğini hatırlatıyor.
Rivayete göre, "Bu elçilere uyun"
deyince, onu alıp hükümdarın huruna çıkardılar.
Hükümdar,
-Sen onlara mı uyuyorsun? dedi.
Habib-i Neccar de cevaben,
-Ben, beni yaratana niye kulluk etmeyeyim! Hepiniz
O’na döneceksiniz, diye cevap verdi.
Habib-i Neccar devamla şöyle söyledi:
ءَاَتَّخِذُ مِنْ دُونِهٖ اٰلِهَةً اِنْ يُرِدْنِ الرَّحْمٰنُ
بِضُرٍّ لَا تُغْنِ عَنّٖى شَفَاعَتُهُمْ شَيْپًا وَلَا يُنْقِذُونِ ۲۳
23) Hiç ben O'ndan
başka ilahlar tanır mıyım! Eğer o Rahman bana bir zarar vermek istese, onların
şefaatı bana hiçbir fayda vermez. Onlar beni kurtaramazlar.
Ayetteki, "Ben ondan başka ilahlar tanır
mıyım?" cümlesi, istifham-i inkâridir, yani soru şeklinde ret ve inkar
ifadesinin söylenmesidir; "Asla başka ilahlar tanımam" demektir.
Tanımam, çünkü onlar beni herhangi kötülükten
kurtaramazlar; şefaat edemezler. Beni içinde bulunduğum o kötülükten
çıkaramazlar da.
Bu sözleri Habib- Neccar' dan duyan kavmi,
-Ey Habib! Bu resuller senin babalarının dinini
inkar ediyorlar. Ya onların dinlerinden dönersin, ya da seni azap ede ede
öldürürüz, dediler.
Bunun üzerine Habib şöyle dedi:
اِنّٖى اِذًا لَفٖى ضَلَالٍ مُبٖينٍ ۲٤
24) Şüphesiz (dönsem) bu takdirde ben,
açık bir sapıklık içinde olurum.
Ben, müslüman olmuşken şimdi tekrar sizin dininize
dönmüş olsam, açık bir sapıklık içine girmiş olurum. Çünkü, sizin dininiz
batıldır.
Onlara böyle dedikten sonra resullere dönerek dedi
ki:
اِنّٖى اٰمَنْتُ
بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِ ۲٥
25)
Haberiniz olsun, ben rabbinize iman ettim. Gelin beni dinleyin ...
Habib-i Neccar iman ettiğini söyleyip "Gelin
beni dinleyin" deyince derhal yakalayıp boynundan zincirlerle bağladılar,
sonra götürüp şehrin kapısında idam ettiler.
* * *
İmam Süddı'nin ifadesine göre, onu öldürenler ona
taş atıyorlar, o ise "Allahım, kavmime hidayet ver- onlara doğru yolu
göster" diye dua ediyordu. Zaten, evliya yani Allah dostu olanlar, hep
insanların hayrına dua edegelmişlerdir. Onlar öyle yüksek bir derecededirler
ki,
asla insanlara buğz etmezler. Çünkü buğz ve
düşmanlık taşıyanlar insaf sahibi olamazlar. İnsafsız olanlar nasıl Allah dostu
olabilir!
Hatırlayınız ... Müşrikler, Uhut Harbi'nde taş
atarak Peygamberimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dişini kırmışlardı.
Peygamberimiz ise onlar için dua ediyor ve "Allahım! Kavmime hidayet
ver; onlar bilmiyorlar" diyordu.
Hasan Basri Hazretleri diyor ki:
Habib-i Neccar'ın vücudunu parça parça ettiler.
Parçalarını şehrin sokaklarına attılar.
* * *
Mübarek kabri Antakya'dadır. Allah onu cennete
koydu; orada nimetler içindedir.
* * *
Deniliyor ki: Kavmi ona işkence ediyordu. Ölmek
üzereyken Allah kalb gözünü açtı ve Habib cenneti gördü. O anda kendisine, "Ey
mutmain olan nefsin sahibi! Gir cennete ve Allah'ın azabından emin ol"
denildi. Ve cennet gösterildi. Ona ne denildiği, onun da Cenneti görünce ne
dediği ayette şöyle ifade buyuruluyor:
قٖيلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْمٖى
يَعْلَمُونَ ۲٦
26) Gir cennete denildi... Keşke
kavmim bilselerdi (dedi) ..
Cennetin güzelliklerini ve nimetlerini görür
görmez, kendisini öldürenlerin; ona nelerin verildiğini bilmelerini arzu etti.
Daha ne dediğini Kur'an şöyle haber veriyor:
بِمَا غَفَرَ لٖى رَبّٖى وَجَعَلَنٖى مِنَ الْمُكْرَمٖينَ ۲٧
27) Rabbimin
beni bağışladığını ve beni ikram görenlerden yaptığını bilselerdi, (dedi.)
Evet ... Habib-i Neccar Hazretleri, Allah'ın
kendisini affetmesinin sebebinin, İslam dinine bağlılık olduğunu kavminin
bilmesini arzu ettiği için, ruhu böyle söylemişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder