Hadîs-i Şerîf, : “Cebrâîl aleyhisselâm Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) geldiği zaman
Dıhye sûretinde gelirdi.” (Hadîs-i Şerîf, Müsned-i Ahmed)
Hicrî: 3 Cemâziyelevvel 1434 •Fazilet
Takvim
DIHYETÜ'L-KELBÎ R.A.
Ashâb-ı kirâm'ın büyüklerinden ve siması en güzellerinden olan Hz. Dıhyetü'l-Kelbî, Bedir harbinden önce Müslüman olmuş fakat Bedir harbine iştirak edememiş, Uhud ve sonraki harblere katılmıştı.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Cebrâîl'i (a.s.) gördüm. Cebrâîl'e en çok benzeyen Dıhye’dir.” buyurmuştur. Hz. Âişe vâlidemiz, 'Dıhye'nin sakalı, dişleri ve yüzü Cebrâîl'e (a.s.) benzerdi' demiştir.
Cebrâîl (a.s.) insan suretinde vahiy getirdiği zaman bu benzerlikten dolayı en çok Hz. Dıhye sûretinde Resûlullah'a gelirdi. Cibrîl hadisi diye meşhur olan hadîs-i şerîfte Cebrâîl (a.s.) imanı, İslâm’ı, ihlâsı ve kıyâmet alametlerini Hz. Dıhye sûretinde gelerek sormuştu.
Hz. Dıhye ticaret için gittiği Şam'dan geldiği zaman Peygamber Efendimiz'e (s.a.v.) hediyeler getirir, ikramlarda bulunurdu.
Dıhye (r.a.) anlatıyor: Peygamber Efendimiz'e (s.a.v.) yün bir cübbe ve bir çift mest hediye etmiştim. Resûlullah onları eskiyinceye kadar giydiler.
Bir gün Şam’dan gelip Resûlullah’ın huzuruna çıktım. Fıstık badem gibi taze yiyecekler ve peksimet hediye ettim. Resûlullah “Allâh’ım! Ehlimden sana en sevimli olan kimseyi bana gönder, benimle beraber bundan yesin.” buyurdular. O esnada Hz. Abbas (r.anh) göründü. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Yaklaş ey amca! Ben Allâhü Teâlâ'dan ehlimden sana en sevimli olan kişiyi bana gönder ve bunları beraber yiyelim diye dua ettim, sen geldin.” buyurdu. Hz. Abbas da oturdu, beraber yediler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Rum Kayseri Herakliyus’a İslâm’a davet mektubunu Hz. Dıhye ile gönderdi.
Hz. Dıhye Hicretin yedinci senesi Muharrem ayında Hıms’ta Herakliyus ile karşılaştı ve mektubu teslim etti. Kayser Müslüman olmaya niyetlenmiş, fakat Rumların baskısı üzerine vazgeçmiş, Resûlullah’a hediyelerle bir mektup göndermişti.
Hz. Dıhye (r.a.), Şam’ın Müzze köyüne yerleşmiş ve Hz. Muâviye’nin halifeliğine kadar yaşamıştır.
Hicrî: 3 Cemâziyelevvel 1434 •Fazilet
Takvim
Dihyetü’I-Kelbi`nin (R.A.) Müslüman Oluşu
Hikâye olunur;
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, Dihyetü’1-Kel-bî’nin Müslüman olmasını
istiyordu. Çünkü onun emrinin altında, yediyüzbin kişilik bir ailesi
vardı. Eğer Müslüman olsa bütün ailesi Müslüman olacaktı. Efendimiz
(s.a.v.) Hazretleri şöyle dua ediyorlardı:
Allahım Dihyetül-Kelbî’ye İslâmı nasib et”
Dihyetül-Kelbî Müslüman olmaya niyyetlendiği zaman, Allahü Teâlâ bunu
Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine bildirdi. Sabah namazından sonra idi.
Cebrail (a.s.) geldi. Şöyle buyurdu:
-”Allah sana selâm ediyor. Şu an Dihyetü l-Kelbî senin huzuru¬na gelmek üzeredir, diyor.”
Câhiliyet döneminde Müslümanların kalbinde Dihyetü’I-Kelbi’ye karşı bir
şey vardı. Müslümanlar bunu işitince Dihyetül-Kelbî’nin aralarına
katılmalarını hoş karşılamadılar. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri,
Sahabelerin Dihyetü’l-Kelbiye karşı bu tutumlarını ve onu sevmediklerini
biliyordu. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, sahabelere, Dihye’ye karşı
sağlam olun, onu sıcak karşılayın. Beni onunla yalnız bırakıp
giderseniz, onun kalbini İslâm’dan soğutur, demeyi ihmal etmedi.
Dihye, Mescide girdiğinde, sırtındaki cübbesini çıkartıp, yere
Dihye’nin oturması için altına serdi. Ve ona, cübbesinin üzerine
oturmasını işaret etti. Dihye Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin
cübbesini yerden kaldırdı. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin bu
kereminden dolayı, Dihye ağlamaya başladı. Dihye, Efendimiz (s.a.v.)
Hazretleri’nin cübbesini yerden kaldırdı. O mübarek cübbeyi kokladı ve
öptü. Sonra büyük bir saygı ile başının üzerine koydu. Gözlerine ve
yüzüne sürdü. Dihye:
-”Ya Rasûlellah! İslâm’ın (İslama girmenin) şartlari nelerdir? Bana söyleyin,” dedi. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri:
-” Senin önce Allah’dan başka ilah yoktur. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın Rasûlüdür.” demendir, dedi. Dihye büyük bir aşk ile tevhid kelimesini söyledi.
Sonra Dihye ağlamaya başladı. Çok şiddetli bir ağlama tuttu onu. Efendimiz (s.a.v.) sordular:
-”Ey Dihye! Sen İslâm ile şereflendin bu ağlamak nedir?” Dihye:
-”Ya Rasûlellah! Ben büyük ve fahiş bir
hata işledim. Rabbine söyle benim günahlarımın keffareti nedir acaba?
Rabbim bana nefsimi öldürmeyi emrederse öldüreyim, eğer bana bütün
malımı sadaka olarak dağıtmamı emrederse günahlarıma keffâret olması
için dağıtayım!” dedi. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri sordu¬lar:
-”Ey Dihye nedir bu günahın?” Dihye:
-”Ben Arabların Meliklerindendim.
Kızlarımın olmasından ve onların da kocaya varmalarını kendime ar ve
ayıp gördüm. Doğan kız çocuklarımı öldürdüm. Bu şekilde tam yetmiş tane
kız çocuğumu kendi ellerimle öldürdüm.” Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buna hayret ettiler. Bir şey demedi. Sükût etti. O anda Cebrail Aleyhisselâm geldi. Ve:
-”Ey Muhammed (s.a.v.)! Allah, sana selâm ediyor. Ve buyuruyor ki: Dihye’ye söyle, İzzettim ve Celâlim hakkı için sen:
Allah’dan başka ilah yoktur. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın Rasûlüdür” dediğin
zaman ben seni aff ve mağfiret ettim. Senin altmış yıllık günahlarını
örttüm ve senin altmiş yıllık kötülüklerini bağışladım. Nasıl kız
çocuklarını öldürmeni bağışlamam?” dedi. (1/183) Bunun üzerine ağlamaya başladılar. Ve şöyle buyurdu:
Allahım! Dihye bir kere şehâdet kelimesi getirmekle ve
“Allah’dan başka ilah yoktur.
Muhammed (s.a.v.) Allah’ın Rasûlüdür” demekle sen bağışladın.
Çok kere şehâdet kelimesini getiren, doğru söz ve hâlis (ihlaslı) iş
yapan (amel işleyen) mü’minler için nasıl bağışlanmazlar?
(Mü!minler acaba nasıl bir ilâhî mağfiret ve rahmete nail olacak¬lardır?)
Mesnevfde buyuruldu:
Allahı zikret. Ondan sana “Ey kulum bana dön” emri gelme¬den önce.
Sadî buyurdu:
Kıyamette kahr hitabı geldiğinde
peygamberlerin mazereti vardır.
Ben de Allah’ın rahmet ve mağfiretini ümid ediyorum.
Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi- İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri
Dıhye-i
Kelbî (r.a.) ticâretle meşgul olup, çok zengindi. Kabilesinin reisiydi. Müslüman
olmadan önce de Resûlullahı (s.a.v.) severdi. Ticâret için Medine’den ayrılıp
her dönüşünde Resûlullahı (s.a.v.) ziyâret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat
Peygamberimiz (s.a.v.) bunlara kıymet vermez ve “Yâ Dıhye eğer beni memnun
etmek istiyorsan îmân et. Cehennem ateşinden kurtul” buyurur, O’nun îmân
etmesini isterdi. Dıhye ise zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz (s.a.v.)
onun hidâyet bulması için duâ ederdi.
Bedir
gazâsından sonra bir gün Cebrâil (a.s.) Dıhye’nin îmân edeceğini Resûlullaha
(s.a.v.) haber vermişti. İmânla şereflenmek için huzur-u se’âdetlerine girince
Resûlullah (s.a.v.) üzerindeki hırkasını Dıhye’nin oturması için yere serdi.
Dıhye-i Kelbî, Resûlullaha (s.a.v.) hürmeten Hırka-i Seâdeti kaldırıp, yüzüne
gözüne sürdükten sonra başının üzerine koydu. Resûlullahın (s.a.v.) duaları
bereketiyle kalbinde îmân nuru doğmuş ve öylece Resûlullaha (s.a.v.) gelmişti.
Cebrâil
(a.s.) çok defa Resûlullahın (s.a.v.) huzuruna O’nun suretinde gelirdi.
Resûlullah (s.a.v.) Benî Ümeyye’den üç kimseyi üç kimseye benzetti ve buyurdu:
“Dıhyet-ül-Kelbî, Cebrâil’e (a.s.); Urve bin Mes’ûd-es-Sekâfî İsâ’ya (a.s.)
Abdül-üzzi ise Deccâl’a benzer.” Yine bir gün Cebrâil (a.s.) Hz. Dıhye suretinde
Resûlullaha (s.a.v.) geldi. Bu sırada Resûlullah (s.a.v.) Mescid-i Nebî’de
bulunuyordu. Daha çocuk yaşta olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin de mescidde
oynuyorlardı. Dıhye’yi (r.a.) görünce hemen ona doğru koştular. Cebrâil’i (a.s.)
Dıhye zannedip yanına vardılar ve ceplerine ellerini sokup, bir şeyler aramaya
başladılar. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki; “Ey kardeşim Cebrâil?
Sen benim bu torunlarımı edebsiz zannetme. Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne
zaman gelse hediyye getirirdi. Bunlar da hediyelerini nurlardı. Bunları öyle
alıştırdı.” Cebrâil (a.s.) bunu işitince üzüldü. “Dıhye bunların yanına
hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim” dedi. Elini bir uzattı Cennetten bir
salkım üzüm kopardı Hz. Hasan’a verdi. Bir daha uzattı, bir nar kopardı Hz.
Hüseyin’e verdi. Hasan ve Hüseyin (r.a.) hediyelerini alınca Dıhye zannettikleri
Cebrâil’in (a.s.) yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî’de oynamaya devam
ettiler. Bu sırada mescidin kapısını, ak sakallı, elinde baston, toz toprak
içerisinde beli bükülmüş ihtiyar bir kimse geldi. “Yavrularım günlerdir” açım,
Allah rızası için yiyecek bir şey verin” dedi. Hz. Hasan ile Hüseyin, biri üzümü
diğeri de narı yiyecekleri sırada bu ihtiyarı böyle görünce, hemen yemekten
vazgeçip ihtiyara vermek için mescidin kapısına doğru yürüdüler. Tam verecekleri
sırada Cebrâil (a.s.) gördü: “Durun, vermeyin o mel’ûna! O şeytandır. Cennet
ni’metleri ona harâmdır” buyurarak şeytanı kovdu.
Hicretin
beşinci senesi Resûlullah (s.a.v.), Benî Kureyza’ya kavuşmadan önce Medine’nin
yakınında bir mevki olan Savreyn’de Eshâb-ı kirâmdan bir cemâate rastladı ve
şöyle dedi: “Size kimse rastlamadı mı?” dediler ki: “Yâ Resûlallah bize,
Dıhye bin Hâlife el-Kelbî rastladı. Eğerli beyaz bir katır üzerine binmişti O
katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
“Bu Cibrîl’dir. Benî Kureyza’ya gönderildi. Onların kalelerini sarssın ve
kalblerine korku atsın diye...”
Dıhye-i
Kelbî Rumca’yı iyi bilirdi. Resûlullah (s.a.v.) onu Bizans’a Sefir olarak
gönderdi. Bu hicretin yedinci yılı (m. 629) Muharrem ayında oldu. (Hicretin
altıncı yılı Zilhicce ayında olduğu da rivâyet edilmiştir). Resûlullah (s.a.v.)
Bizans Kayseri Herakliüs’u İslâm’a davet için bir mektûb yazdırdı. Bu mektubu
yazdırdığı zaman Eshâb-ı kirâmdan bazıları, “Yâ Resûlallah! Rum taifesi mührü
olmayan bir mektubu okumazlar” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.)
emretti. Gümüşten bir mühür kazdırıldı. Mührün üzerine üç satır yazı yazılı idi.
Birinci satır Muhammed, ikincisi Resûl, üçüncü satır da Allah idi. Mektubu bu
mühürle mühürledi ve Dıhye’ye (r.a.) verdi. Mektubu Bizans Kayserine sunması
için Busrâ emirine vermesini emretti. Dıhye (r.a.), Peygamberimizin (s.a.v.)
mektubunu Kaysere sunması için Busrâ’daki Gassan emiri Hâris’e başvurdu. Hâris,
Dıhye’yi (r.a.) Heraklius’a götürmesi için Adiy bin Hâtem’i vazifelendirdi. Adiy
bin Hâtem de Dıhye’yi (r.a.) alıp, Kudüs’e götürdü. Bu sırada Heraklius da
Kudüs’te bulunuyordu. Heraklius, eğer İranlılar üzerine galip olurlarsa
Humus’dan Kudüs’e kadar yaya yürüyeceğini adamıştı. Heraklius, İran ordularını
yenince adağını yerine getirmek için; Humus’dan yaya olarak yola çıkmış, yoluna
halılar serilmiş, kokular serpilmiş ve bu hâl ile Kudüs’e ulaşmış, adağını
yerine getirmişti.
Dıhye
(r.a.), Heraklius’dan sonra Kudüs’e vardı ve Herakliüs ile görüşmek için
temaslarda bulundu. İmparatorun adamları kendisine “Kayser’in huzuruna çıktığın
zaman başını eğip yürüyeceksin ve yaklaşınca da yere kapanıp secde edeceksin.
Secdeden kalkmana izin vermedikçe de asla başını yerden kaldırmayacaksın.”
dediler. Bu sözler, Dıhye’ye (r.a.) ağır geldi ve onlara şunları söyledi: “Biz
müslümanlar! Allahü teâlâdan başka hiçbir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın
insana secde etmesi insanın yaratılışına terstir.” buyurdu. Bunun üzerine
Kayser’in adamları, “O halde Kayser, getirdiğin, mektubu hiçbir zaman kabul
etmez ve seni huzurundan kovar” dediler. Dıhye (r.a.), “Bizim Peygamberimiz
Muhammed (s.a.v.) başkasının kendisine değil secde etmesine; önünde hafif
eğilmesine bile müsâde etmez. Kendisiyle görüşmek isteyen, köle bile olsa; ona
ilgi gösterir. Huzuruna alır, derdini dinler, sıkıntısını giderir, gönlünü alır.
Bunun için Ona tâbi olanların hepsi hürdür, şereflidir” buyurdu. Bu sözleri
dinleyenlerden biri “Madem ki, Kayser’e secde etmeyeceksin, o halde üzerine
aldığın vazifeyi yerine getirebilmen için sana başka bir yol göstereyim.
Kayser’in sarayının önünde dinlendiği bir yer var. Her gün öğleden sonra bu
avluya çıkar oraları dolaşır. Orada bir minber vardır. Onun üzerinde herhangi
bir şikâyet veya yazı varsa önce onu alır okur, sonra istirahat eder. Sen de
şimdi git hemen mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu görünce seni
çağırtır. O zaman vazifeni yerine getirirsin” dedi. Bunun üzerine Dıhye (r.a.)
mektubu söylenilen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı; Arapça bilen bir de
tercüman çağırttı. Tercüman Resûlullahın (s.a.v.) mektubunu okumaya başladı.
“Bismillâhirrahmânirrahîm (Rahman ve Rahim olan, Allahü teâlânın ismi ile
başlarım). Allah’ın Resûlü Muhammed’den, Rumların büyüğü Herakl’e” diye
başlandığını görünce Herakliüs’ün kardeşinin oğlu Yennak, çok kızdı ve
tercümanın göğsüne şiddetli bir yumruk vurdu ve adamı yere oturttu. Bu sırada
Resûlullahın (s.a.v.) mektubu da tercümanın elinden düştü. Heraklius ona ne
yaptığını sorduğu zaman, “Mektubu görmüyor musun. Mektuba hem senin isminden
önce kendi ismi ile başlamış, hem de senin hükümdar olduğunu söylemeyip
(Rumların büyüğü Herakl’e) demiş. Niçin (Rumların hükümdarı) diye yazmamış ve
senin isminle başlamamış? Onun mektubu bugün okunmaz.” dedi. Bunun üzerine
Herakliüs “Vallahi sen yâ çok akılsızsın veya koca bir delisin. Ben senin böyle
olduğunu bilmiyordum. Ben daha mektubun içinde ne olduğuna bakmadan yırtıp atmak
mı istiyorsun? Hayatıma yemin ederim ki: Eğer O söylediği gibi Resûlullah ise,
mektubuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni Rumların büyüğü diye
anmakta haklıdır. Ben ancak onların sahibiyim. Hükümdarları değilim.” dedi ve
Yennak’ı dışarı çıkarttı. Hıristiyan âlimi ve Hıristiyanların reisi ve
kendisinin, müşaviri olan Üsküf’ü çağırttı ve mektub okundu. Mektubun devamı
şöyleydi: “Allahü teâlânın hidâyetine tâbi’ olana selâm olsun. Bundan sonra;
Ben seni İslâm’a davet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın. Allahü teâlâ
sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen bütün Hıristiyanların vebali senin
üzerinedir. Ey ehl-i kitab sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin; Allahü
teâlâdan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım.
Allahü teâlâyı bırakıp bazılarımız bazılarını Rab edinmesinler. Eğer bu sözden
yüz çevirirlerse: (Şahid olunuz. Biz müslümanız), deyiniz.” Resûlullahın
(s.a.v.) mektubu okunurken Heraklius’un alnından ter taneleri dökülüyordu.
Mektub bitince “Hz. Süleyman’dan sonra ben böyle (Bismillâhirrahmânirrahîm) diye
başlıyan bir mektub görmemiştim” dedi. Heraklius, Üsküf’e bu meseledeki fikrini
sorunca “Vallahi O, Musa ve İsâ (a.s.)’ın bize geleceğini müjdelediği
Peygamberdir. Zâten biz O’nun gelmesini bekliyorduk” dedi. Heraklius, “Sen bu
hususta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?” diye sordu. Üsküf,
“O’na tâbi’ olmanı uygun görürüm.” dedi. Heraklius “Ben senin dediğin şeyi çok
iyi biliyorum. Fakat O’na tabi’ olup, müslüman olmağa gücüm yetmez. Çünkü hem
hükümdarlığım gider hem de beni öldürürler.” dedi. Bunun üzerine Dıhye’yi (r.a.)
ve Adiy bin Hâtem’i çağırttı. Adiy: “Ey hükümdar, davar ve develer sahibi
Araplardan olan şu yanımdaki zât, memleketinde vuku’ bulan şaşılacak bir
hâdiseden bahsediyor” dedi. Heraklius tercümana “Memleketlerindeki hâdise ne
imiş sor bakalım” dedi. Dıhye (r.a.) “Aramızda bir zât zuhur etti. Peygamber
olduğunu beyân etti. Halkın bir kısmı Ona tabi olmaktadır. Bir kısmı da karşı
koymaktadır. Aralarında çarpışmalar vuku’ bulmuştur.” dedi. Bundan sonra
Heraklius, Hz. Peygamber (s.a.v.)hakkında araştırmaya başladı. Şam valisine emir
verip Hz. Peygamberin (s.a.v.) soyundan bir kişiyi muhakkak bulmalarını emretti.
Bu arada kendisinin dostu olan ve İbrânîce bilen Roma’daki bir âlime de mektûb
yazıp bu meseleyi sordu. Roma’daki dostundan bahsettiği zâtın âhir zaman
peygamberi olduğunu bildiren bir mektub geldi. Bu arada Şam Valisi, ticâret için
Şam’a giden bir Kureyş kervanını buldu. Bunların içinde Ebû Süfyân da vardı. Ebû
Süfyân diyor ki: “Biz Gazze’de bulunduğumuz sırada Heraklius’un Şam Valisi
üzerimize saldırır gibi geldi ve “Siz şu Hicaz’daki zâtın kavminden misiniz?”
diye sordu. “Evet” dedik. “Haydi bizimle beraber İmparatorun yanına
gideceksiniz,” dedi. Ebû Süfyân’la yanındakileri Şam’a götürdü. Şam Valisi Ebû
Süfyân’ı ve yanındakileri Heraklius’un yanına çıkardı. Bu sırada Heraklius
Kudüs’te bir kilisede idi. Vezirleriyle beraber oturmuş ve başına tacını
giymişti. Heraklius Ebû Süfyân ve yanındaki otuz kadar Mekke’liyi burada kabul
etti.
Tercüman
çağırdı ve “İçinizde peygamber olduğunu söyleyen zâta, soyca en yakın olanınız
hanginiz?” diye sordu. Ebû Süfyân “Ona soyca en yakın olan benim” dedi.
Heraklius “Akrabalık dereceniz nedir?” diye sordu. Ebû Süfyân “O benim amcamın
oğludur.” dedi. Heraklius Ebû Süfyân’ın kendisine yakın getirilmesini istedi ve
diğerlerinin de Ebû Süfyân’ın arkasında durmasını söyledi. Ebû Süfyân ilk
önceleri yalan söyledi ise de hükümdarın tehdidi ile korktu ve sonradan yalan
söyleyemedi Herakliüs; “Peygamber olduğunu söyleyen zâtın, aranızdaki soyu
nasıldır?” diye sordu. Ebû Süfyân “O zamanın en iyi soylusudur. Soy bakımından
en seçkinimizdir” dedi. Kayser tekrar “İçinizde ondan önce peygamberlik
iddiasında bulunan kimse oldu mu?” Ebû Süfyân; “Yoktu” dedi. Kayser, “O’nun
ataları içinde hiç bir hükümdar gelmiş midir?” Ebû, Süfyân; “Hayır” dedi. Kayser
“O’na halkının eşrâfı mı, yoksa fakir ve zaifleri mi tabi’ oluyorlar?” Ebû
Süfyân; “Hayır, O’na tabi olanlar fakirler ve zâiflerdir. Gençler ve
kadınlardır. Kavminin yaşlılarından ve eşrafından tabi olan pek yoktur” dedi.
Kayser “O’na tabi olanlar artıyor mu yoksa azalıyor mu?” Ebû Süfyân; “Evet
artıyorlar.” Kayser, “O’nun dinine girdikten sonra beğenmiyerek veya kızarak
dininden dönen, kimse var mı?” Ebû Süfyân; “Yoktur” Kayser, “Peygamber olduğunu
söylemeden, O’nu hiç yalanla suçladığınız oldu mu?” Ebû Süfyân; “Hayır” dedi.
Kayser, “O peygamberin hiç ahdini bozduğu sözünde durmadığı oldu mu?” Ebû
Süfyân; “Hayır olmadı. Ancak biz şimdi onunla bir müddet için çarpışmayı
bırakarak anlaşma yapmış bulunuyoruz. Bu müddet içinde kendisinin ne yapacağını
bilemiyoruz” dedi. Kayser, “Sizin O’nunla, O’nun sizinle yaptığınız harbler
nasıl neticelendi?” Ebû Süfyân; “Yenme aramızda sıra ile oldu. Bir kerre O bizi
bir kerre de biz O’nu yendik.” dedi. Kayser, “O size neyi emrediyor?” diye
sorunca Ebû Süfyân; “Yalnız bir Allah’a ibâdet etmeyi, O’na hiç bir şeyi ortak
koşmamayı emr ediyor, atalarımızın taptığı şeylere (putlara) tapmaktan bizi men
ediyor.
Namaz
kılmayı, doğru olmayı, fakirlere yardım etmeyi harâmlardan sakınmayı, ahde
vefâyı, emanete hıyanet etmemeyi, akrabayı ziyâret etmeyi emr ediyor.” dedi.
Kilisede bu konuşmalar olmuş Resûlullahın (s.a.v.) mübârek mektubu okunmuştu.
Rumlar arasında gürültüler çoğaldı. Kayser Ebû Süfyân ve yanındaki Kureyşlilerin
dışarı çıkarılmasını emretti. Daha müslüman olmayan Ebû Süfyân burada yeminle
Peygamberimizin davasının başarıyla sonuçlanacağına inandığını söylemiştir.
Dıhye (r.a.) o mübârek güzel yüzü ile Heraklius’un karşısına geçip tatlı sesi
ile: “Ey Kayser! Beni sana Humus’dan bir kimse (Haris) gönderdi ki: O, senden
hayırlıdır. Allahü teâlâya yemin ederim ki; beni, ona gönderen zât (Resûlullah)
ise, hem ondan hem senden daha hayırlıdır. Sen benim sözlerimi alçak
gönüllülükle dinleyip verilen nasihatleri kabul et. Çünkü sen alçak gönüllülük
edersen nasihatları anlarsın. Nasihatları kabul etmezsen insaflı olamazsın.”
Dedi. Herakliüs, “Devam et” dedi. Dıhye (r.a.) öyle ise ben, seni Mesih’in
kendisine namaz kılmış olduğu Allah’a davet ediyorum. Ben seni Mesih’in daha
annesinin karnında iken gökleri ve yeri yaratan ve onlara hakim olan Allah’a
davet ediyorum. (Dıhye (r.a.) bu sözüyle Hıristiyanlara göre üç Allah’dan hâşâ
ikincisi diye söyledikleri ve inandıkları Hz. İsâ’nın (a.s.) bir ilâh olmadığını
ve O dünyâya gelmeden âlemleri yaratan, bir olan Allahü teâlâya imâna davet
ediyordu.) Ben, seni önceden Musa’nın (a.s.), Ondan sonra İsâ’nın (a.s.)
geleceğini müjdeleyip haber verdiği şu Ümmî Peygambere imâna davet ediyorum.
Eğer bu hususta sen bir şey biliyorsan ve eğer kendin için dünyâ ve âhiret
se’âdetini kazanmak istiyorsan onları gözünün önüne getir. Yoksa âhiret
se’âdetin elinden gider. Dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bil
ki, senin Rabbin olan Allah cebbarları helâk edici ve rahmetleri değiştiricidir”
dedi. Herakliüs, Peygamberimizin mektubunu okuyunca öpüp gözlerine sürdü ve
başına koydu. Sonra da “Ben, ne elime geçen bir yazıyı okumadan, ne de yanıma
gelen bir âlimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve
iyilik görürüm. Sen bana Mesih’in kendisine namaz kıldığı zâtı düşünüp buluncaya
kadar mühlet ver” dedi. Herakliüs daha sonra Dıhye’yi (r.a.) yanına çağırıp baş
başa konuştu. Kalbinde olanı izhâr etti. Dedi ki: “Ben biliyorum ki, seni
gönderen zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhir zaman
peygamberidir. Yalnız ben O’na (s.a.v.) uyarsam; Rumların beni öldürmesinden
korkuyorum. Seni, onların içinde en büyük alimleri ve benden daha ziyâde itibâr
gösterdikleri bir kimse vardır. Safâtır derler, ona göndereyim. Bütün
Hıristiyanlar ona tâbi’dir. Eğer o îmân ederse, bütün hepsi ona uyup îmân
ederler. Ben de o zaman kalbimde olanı ve itikadımı açığa vururum.” Bundan sonra
Herakliüs bir mektûb yazıp, Dıhye’ye (r.a.) verip Safâtır’a gönderdi. Safâtır,
Peygamberimizin (s.a.v.) vasıflarını işitince Hz. Musa’nın ve Hz. İsâ’nın
geleceğini haber verdikleri âhir zaman peygamberi olduğunda hiç şüphesi
olmadığını söyledi ve îmân etti. Evine gitti, kapandı ve her pazar yaptığı
vaazlara üç hafta çıkmadı. Hıristiyanlar Safâtır’a ne oluyor ki o Arabla
görüştüğünden beri dışarı çıkmıyor, onu istiyoruz” diye bağırdılar. Safâtır
üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz elbise giydi ve eline asasını
alıp kiliseye geldi. O beldedeki Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp: “Ey
Nasârâ, biliniz ki, bize Ahmed’den (a.s.) mektûb geldi. Bizi hak dine davet
etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki; “O Allahü teâlânın hak resûlüdür”
dedi. Hıristiyanlar bunu işitince hepsi Safatir’ın üzerine hücum ettiler ve onu
döverek şehîd ettiler. Dıhye (r.a.) gelip, durumu Herakliüs’e haber verdi.
Herakliüs “Ben sana söylemedim mi? Safâtır, Nasârâ katında benden daha sevgili
ve azizdir. Eğer duysalar beni de onun gibi katl ederler” dedi. Buhârî’nin
Sahîh’inde zikr ettiği ve Zührî’nin rivâyet ettiği haber ise şöyledir “Herakliüs
Humos’daki köşkünde Rumların büyüklerini çağırıp kapıların kapatılmasını
emretti. Sonra yüksek bir yere çıktı ve “Ey Rum cemâati sizler se’âdete, huzura
kavuşmayı ve hâkimiyetinizin temelli kalmasını, Hz. İsâ’nın söylediğine uymayı
ister misiniz?” dedi. Rumlar, “Ey bizim hükümdarımız, bunları elde etmek için ne
yapalım” diye sordular. Herakliüs; “Ey Rum cemâati, ben sizleri hayırlı bir iş
için topladım: Bana Muhammed’in (s.a.v.) mektubu geldi. Beni dine davet ediyor.
Vallahi O, gelmesini bekleyip durduğumuz, kitaplarımızda kendisini yazık
bulduğumuz ve alâmetlerini bildiğimiz peygamberdir. Geliniz O’na tâbi olalım da
dünyâda ve âhirette selâmet bulalım” dedi. Bunun üzerine herkes kötü sözler
söyleyip homurdanarak dışarı kaçmak için kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı
olduğu için bir yere gidemediler. Herakliüs Rumların bu hareketlerini görüp,
İslâmiyetten böyle kaçındıklarını anlayınca, öldürülmesinden korktu ve “Ey Rum
cemâati benim biraz önce söylediğim sözler, sizlerin, dininize olan
bağlılığınızı ölçmek içindi. Dininize bağlılığınız ve beni sevindiren
davranışınızı gözlerimle gördüm” dedi. Bunun üzerine Rumlar Herakliüs’e secde
ettiler, köşkün kapıları açıldı çıkıp gittiler. Herakliüs, Dıhye’yi (r.a.)
çağırdı olanları anlattı. Bahşişler, hediyeler ve elbiseler verdi.
Peygamberimize (s.a.v.) bir mektûb yazdı. Mektubunu, hazırlattığı hediyeleri
Dıhye (r.a.) ile Peygamberimize (s.a.v.) gönderdi. Herakliüs müslüman olmak
istemiş, fakat makam ve ölüm korkusundan îmân etmemişdi. Peygamberimize (s.a.v.)
yazdığı mektûbta şöyle diyordu: “Hz. İsâ’nın müjdelediği Allah’ın Resûlü
Muhammed’e (s.a.v.), Rum hükümdarı Kayser’den: “Elçin mektubunla birlikte bana
geldi. Ben şehâdet ederim ki sen Allah’ın hak resûlüsün. Zaten biz seni İncil’de
yazılı bulduk ve Hz. İsâ seni bize müjdelemiş idi. Rumları sana îmân etmeğe
davet ettim. Fakat îmân etmeğe yanaşmadılar. Onlar beni dinleselerdi muhakkak
ki, bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup sana hizmet etmeyi
ve ayaklarını yıkamayı çok arzu ediyorum.” Dıhye (r.a.) Herakliüs’den, ayrılıp
Hismâ’ya geldi. Yolda Cüzzâm vadilerinden Şenar vadisinde Huneyd bin Us oğlu ve
adamları Dıhye’yi (r.a.) soydular. Eski elbiselerinden başka herşeyini aldılar.
Bu mevkide Dübeyb bin Rifâe bin Zeyd ve Kavmi, İslâmiyeti kabul etmişlerdi.
Dıhye (r.a.) bunlara geldi. Bunlar Huneyd bin. Us ve kabilesinin üzerine yürüyüp
Dıhye’den (r.a.) aldıkları şeylerin hepsini kurtardılar. Daha sonra Resûlullah
(s.a.v.) Zeyd bin Hâris’i Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. Bu
mesele böylece kapandı. O beldede olanların hepsi îmân etti. Dıhye (r.a.)
Medine’ye gelince evine uğramadan hemen doğruca Resûlullahın (s.a.v.) kapısına
gitti. Kapıyı çaldı. Peygamberimiz, “Kim o?” diye sordu. Dıhye
“Dıhyet-ül-Kelbî” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) “İçeri gir” buyurdu. Dıhye
(r.a.) içeri girdi ve bütün olardan anlattı. Peygamberimiz Herakliüs’ün
mektubunu okudu. “Onun için bir müddet daha (saltanatta) kalmak vardır.
Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir.” buyurdu.
Herakliüs daha sonra da Peygamberimize îmân ettiğini bildiren mektûb yazmış ise
de, Resûlullah (s.a.v.) “Yalan söylüyor. Nasrânî dininden dönmemiştir”,
buyurdu. Herakliüs Peygamberimizin (s.a.v.) mektubunu ipekten bir atlasa sarıp,
altın yuvarlak bir kutunun içerisinde muhafaza etti. Herakliüs ailesi bu mektubu
saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektub ellerinde
bulunduğu sürece saltanatlarının devam edeceğini söyler ve buna inanırlardı.
Hakikaten de öyle olmuştur.
Dıhye (r.a.)
Medine’de dahi sokakta gezerken, Resûlullah’ın (s.a.v.) emriyle yüzünü örterdi.
Yoksa kolay kolay kimse gözünü ondan ayırmazdı. Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvan)
Dıhye’yi (r.a.) gördükleri zaman Dıhye mi yoksa Cebrâil mi olduğunu
anlayamazlardı.
Resûlullahm
(s.a.v.) Bedir gazâsı dışındaki, bütün gazvelerine iştirak eden Dıhye (r.a.);
Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer zamanında
Yermük savaşında bulundu. Şam seferlerine katıldı. Şam’ın fethinden sonra oraya
yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hz. Muâviye zamanında Şam’da 50 (m. 672)’de vefât
etti.
KAYNAKLAR
1) Sahîh-i Buhârî cild-1,
sh-56, 7, cild-4, sh-3, 4
2) Sahîh-i Müslim, cild-3,
sh-1394
3) Mevâhib-i Ledünniyye,
cild-1, sh-238
4) Ümdet-ül-Kâri, cild-1,
sh-93
5) El-A’lâm, cild-2, sh-337
6) Üsûd-ül-gâbe, cild-1,
sh-23
7) Ensâb-ül-eşrâf, cild-1,
sh-351
8) Târîh-ül-Hamîs, cild-2,
sh-32
9) Vefa-ül-vefâ, cild-1,
sh-315
10) Sîret-i İbn-i Hişâm,
cild-3, sh-195, 501, 502, 504, 55, cild-4, sh-260
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye, sh-329, 966
13) El-A’lâm, cild-2, sh-573
14) El-İsâbe, cild-1, sh-473
15) El-İstiâb cild-1, sh-472
16) Mevâhib-i Ledünniyye,
cild-1, sh-238
17) Tehzîb-üt-tehzîb, cild-3,
sh-206
18) Kâmûs-ul A’lâm 3/2122
19) Müsned Ahmed bin Hanbel
cild-1, sh-262
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder