HZ. EBÛ EYYÛB-İ ENSÂRÎ (Radıyallahü Anh)
Peygamberimizin (s.a.v.) mihmandârı, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Ensârdandır.
Türkiye’de “Eyyûb Sultân” olarak tanınır. Künyesi Eyyûb’dur. İsmi Hâlid olup,
babasınınki Zeyd bin Kelîb, annesininki Hind binti Rebi’a bin Kâ’b idi. Baba
tarafından, Ebû Eyyûb bin Zeyd bin Kelîb bin Salebe bin Abdi Avf bin Ganem bin
Mâlik bin Neccâr; anne tarafından da Hind binti Rebi’a bin Kâ’b bin Amr bin
İmrü’l-Kays bin Salebe bin Kâ’b’ın nesliyle Hz. Muhammed (s.a.v.) ile birleşir.
Hazrec kabilesine mensûbtur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemesine rağmen,
Medine’de Melik Tübbe’nin evinde doğdu. Melik Tübbe, Hz. İbrâhim’in dininden
olup, Yemen’de Resûlullahtan (s.a.v.) yediyüz sene önce yaşadı. Son Peygamber
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Medine’ye geleceğini devrin büyük âlimlerinden öğrenip,
buraya gelerek, yerleşti. Resûlullah (s.a.v.) için dahi binalar yaptırıp, îmân
ettiğini bildiren bir mektûb yazarak, bıraktı. Hz. Resûlullah, Hicret-i
Nebevî’den sonra Medine-i Münevvere’ye teşrif edince, vaktiyle Melik Tübbe’nin
yaptırdığı ve Hz. Hâlid’in ikâmet ettiği evin bahçesine devenin çökmesiyle bu
mektûb çıkarılıp, Peygamberimize (s.a.v.) arz edildi. Resûlullah (s.a.v.) bir
hadîs-i şerîfte “Tübbe’ye sövmeyiniz, çünkü O mü’min idi.” buyurdu.
Hz. Ebû
Eyyûb-i Ensârî, Bi’setin onbirinci senesi (m. 620) Hac mevsiminde îmân ederek
müslüman oldu. Bi’setin onikinci senesinde (m. 621) Hac mevsiminde ikinci Akabe
Biatinde bulunarak, Resûlullahın (s.a.v.) sohbeti ile şereflendi. Eshâb-ı kirâm
ve Ensâr-ı kirâmdan oldu. Hanımı Ümmü Eyyûb de (rnanha) Müslüman olup,
Peygamberimize (s.a.v.) hizmet ile şereflendi. Üç erkek, bir kız çocuğu vardı.
Eyyûb, Abdurrahman, Hâlid erkek; Amre de kız çocuğudur.
Resûlullah
(s.a.v.) Hicret’ten sonra ondört gün Kubâ denen yerde kaldı. Buradan Medine’ye
hareket etmek üzere ana tarafından akrabası ve dayıları olan Neccâroğulları’na
haber gönderdi. Neccâroğulları kılıçlarını kuşanıp geldi. Resûlullah (s.a.v.),
Cuma namazını kılıp, Medine’ye hareket ettiler. Medine’ye geldiklerinde yolun
iki tarafını dolduranlar “Resûlullah geldi! Resûlullah geldi!” deyip, sevinç
gözyaşları döküyorlardı. Medine uluları Peygamberimizin devesi Kusva’nın
yularına sarılarak: “Yâ Resûlallah, bize buyurunuz! Size yabancı olmayan, hürmet
eden, düşmanlarınızla mücadeleye gücü yeten ailemizde misafir olunuz!”
diyorlardı. Resûlullah da “Deveyi kendi haline bırakınız. Çünkü, o me’murdur.
Emir olunduğu yere gider; ona yol veriniz!” diye onlara teşekkür ediyordu.
Onlar da deveyi bırakıyorlardı. Deve, sonunda Neccâroğulları yurduna gelip
çöktü. Peygamberimiz, “Akrabamız evlerinden hangisinin evi daha yakındır?”
diye sorunca Neccâroğullarından Ebû Eyyûb-i Ensârî: “Yâ Nebîyyallah! Benim evim
yakındır, işte şu evim, bu da kapı”, diye göstererek Resûlullahı evine davet
etti. Peygamberimiz (s.a.v.) Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin evinde Mescid-i
Nebevî, hücreler ve odalar bitinceye kadar kaldı. Ebû Eyyûb-i Ensârî, O’nun gece
bekçiliğini ve muhâfızlığını yaptı. Kendisi, hanımı Ümmü Eyyûb Fâtıma ve annesi
Hind (r.anha) gece-gündüz, Resûlullah’a (s.a.v.) hizmet ettiler. Böylece
Mihmandârlık makamı, Hz. Âdem’den (a.s.) kıyâmet gününe kadar, hiç kimseye nasip
olmayan bir şeref, Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî’ye nasip ve ihsan olundu. Evlerinde,
şahıslarına pek çok hadîs-i şerîf söylenmiştir. İlk gün Medine ahalisi, Hz. Ebû
Eyyûb-i Ensârî’nin evine geldi. Gelenlerin içinde Musevî âlimlerinden Abdullah
İbn-i Selâm da vardı: Abdullah bin Selâm, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) cemâl-i
şerîfine bakıp; “Bu yüz yalancı yüzü değildir” diyerek, hemen müslüman oldu.
Buyurdular
ki: Bir defasında Resûlullah (s.a.v.) ile Hz. Ebû Bekir’e yetecek kadar yemek
hazırlayıp, huzurlarına götürdüm. Resûlullah (s.a.v.) “Yâ Ebâ Eyyûb! Ensâr’ın
eşrafından otuz kişiyi davet et” buyurdu. Ben yemeğin azlığım ve belki
Resûl-i ekrem (s.a.v.) bu yemeği çok zannettiler diye düşünürken tekrar, “Yâ
Ebâ Eyyûb! Kureyş’in eşrafından otuz kişiyi davet et” buyurdular. Binlerce
düşünce ile Kureyş’ten otuz kişi davet ettim, geldiler. O yemekten yediler,
doydular. Bir mucize olduğunu anlayıp, imânları kuvvetlendi ve bir daha bîat
ettiler. Gittiler sonra “Altmış kişi davet et” buyurdular. Ben mucize,
olarak yemeğin azalmadığını gördüğümden, daha ziyâde sevinerek altmış kişiyi Hz.
Resûlullah’ın huzuruna davet ettim. Geldiler, o yemeklerden yediler. Hepsi Hz.
Resûlullahın mucizesini tasdîk ederek döndüler. Ardından: “Ensârdan doksan
kişi çağır” buyurdular. Çağırdım, geldiler. Resûlullah’ın (s.a.v.) emri
üzerine onar onar o sofraya oturup, yediler hepsi de bu büyük mucizeyi görüp,
gittiler. Yemek ise benim götürdüğüm kadar, sanki hiç el sürülmemiş gibi
duruyordu. Yine anlattılar; “Resûlullah’a (s.a.v.) daima akşam yemeği yapıp,
gönderirdik. Kalanını, bize geri gönderdiği zaman, ben ve Ümmü Eyyûb, Hz.
Resûlullah’ın elinin değdiği yerleri araştırarak, oralardan yer ve bununla
bereketlenirdik. Yine bir gece, yapıp gönderdiğimiz soğanlı veya sarımsaklı
yemeği Resûlullah geri çevirmişti. Onda elinin izini göremeyince, feryâd ederek
yanına gittim. “Yâ Resûlallah! babam, anam sana fedâ olsun! Siz akşam yemeğini
geri çevirdiniz. Fakat, onda elinin izini göremedim. Halbuki ben ve Ümmü Eyyûb,
geri çevirdiğin yemekte elinin değdiği yerleri araştırmakta ve bununla
bereketlenmekteydik.” dedim. Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki; “Bu sebzede
bir koku his ettim. Ondan yemedim. Ben melekle konuşan bir kişiyim.” “O
yemek harâm mıdır?” diye sorunca, “Hayır! Fakat ben kokusundan dolayı ondan
hoşlanmadım.” buyurunca; “Senin hoşlanmadığın şeyden ben de hoşlanmam!”
deyince Peygamberimiz (s.a.v.), “Siz onu yiyiniz.” buyurdu. “Bunun
üzerine biz de ondan yedik ve bir daha Resûlullah’a (s.a.v.) o sebzeden yemek
yapmadık.” Peygamberimizin Herise (keşkek) yemeğini çok sevdiğini Hz. Eyyûb-i
Ensârî hazretleri rivâyet etmiştir.
Resûlullah
(s.a.v.) Medine-i Münevvere’de bir kuşluk vakti, müslümanların iki gözbebeği Hz.
Ebû Bekr-i Sıddîk ve Hz. Ömer-ül-Fârûk ile karşılaştı. Üçü beraber Ebû Eyyûb-i
Ensârî hazretlerinin evine gittiler. Evde olmadığını öğrenince, nerede olduğunu
sordular. Bahçede çalışmakta olan Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretleri, Resûlullah’ın
(s.a.v.) sesini işitip koşarak eve geldi. “Merhaba Yâ Resûlallah! Hoş geldiniz.
Arkadaşlarınızla beraber safa geldiniz” diyerek karşıladı. Bahçede çalıştığını
beyan edip, hurma ağacından bir salkım kopararak geldi. Salkımda üç çeşit hurma
vardı. Hz. Resûlullah “Yâ Ebâ Eyyûb! Bu salkımdaki kuru hurmaları ayır”
buyurunca; “Yâ Resûlallah! Emir sizindir. Ancak, size hayvan kesip, et ikram
edeceğim.” Resûlullah da; “Eğer hayvan keseceksen, sütlü hayvan kesme”
buyurdu. Eyyûb-i Ensârî (r.a.) oğlak kesip, Ümmü Eyyûb (r.anha) da yarısını
söğüş, diğer yarısını da kızarttı. Sıcak bir ekmek hazırladı. Etleri ekmeğin
üzerine koyup, sofraya getirdi. “Yâ Resûlallah, buyurunuz” deyince, Resûlullah
(s.a.v.); “Yâ Ebû Eyyûb! Bu ekmek ile etten bir parça da kızım Fâtıma’ya
götür, çünkü ben biliyorum ki; epey zamandan beri Fâtıma bu yemeği yememiştir.”
Emir yerine getirilip, sofra kalktıktan sonra Peygamberimiz “Bütün bu
nimetler, ekmek, et, hurma, taze hurma ne güzel. Bu nimetler şükür ister.”
buyurup ağladılar. “Nefsim, yed’i kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim
ki, bu nimetler yüzünden, yarın kıyâmet gününde siz suâl olunacaksınız”
buyurduktan sonra ilâve ettiler; “Ancak, sağlığınızda elinize geçen
ni’metleri yemeğe başlarken “Bismillah”, doyduğunuz zaman da
“Elhamdülillahillezi eşbaanâ ve en âme aleynâ fe efdâle” diyerek Cenâb-ı Hakk’a
şükür ve duâ ediniz. Zira, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği rızık, bu sebeple, size
kifâyet eder.” Gitmek üzereyken, “Yâ Ebâ Eyyûb! Yarın da sen bize gel”
buyurarak davet etti. Davete icâbet edip, Resûlullahın yanına gitti. Resûlullah
(s.a.v.) Ebû Eyyûb-i Ensârî (r.a.) hazretlerini çok sevdiğinden, mükâfat olarak,
o’na bir cariyesini ihsan edip, “Yâ Ebâ Eyyûb! Bu cariye hakkında Allahü
teâlâdan hayır iste. Çünkü, bu cariye bizim yanımızda bulunduğu müddetçe, bundan
hayırdan başka birşey görmedik” buyurunca, Resûlullah (s.a.v.) yanından
ayrıldıkta; “Ben Fahr-i âlem hazretlerinin vasiyetlerinde hayır görüyorum. O
hayır da ancak bu cariyeyi âzad etmektir.” deyip âzad etti. Ebû Eyyûb-i Ensârî
(r.a.) Peygamberimiz (s.a.v.) için, hergün bir sofra hazırlamak âdetiydi. Bu
izzet ve ikramıyla derecesi çok yükseldi.
Hz. Ebû
Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin Ensâr-ı kirâm, Eshâb-ı kirâm, Mihmandâr-ı Nebevî ve
Hz. Muhammed (s.a.v.) ve yakın arkadaşlarına ev sahipliği gibi üstünlüklerinin
yanında daha pekçok hâlleri vardır. Bedir, Uhud, Hudeybiyye ve diğer bütün
gazvelerde (harplerde) Resûlullahın yanında bulundu ve Resûlullahın hayır
dualarına kavuşdu. Bir çok muharebelerde sancakdarlık hizmeti ile şereflendi. Bu
sebeple kendisine (Sancaktâr-ı Resûlullah) unvanı verildi. Resûlullah (s.a.v.)
efendimiz, Eshâb-ı kirâm arasında âhiret kardeşliği sözleşmesi yaptırırlarken,
Hâlid bin Zeyd ile Mus’ab bin Umeyr hazretleri arasında da âhiret kardeşliği
akdi yaptırmıştır. Hâlid bin Zeyd hazretleri Cemel ve Sıffîn vakalarında, Hz.
Ali’nin yanında bulundu. Kumandanları arasında yer aldı. Hz. Ali şehîd oluncaya
kadar hep yanında bulundu. Suriye, Filistin muharebelerinde Mısır ve Kıbrıs’ın
fethinde de bulundu. Gayet şecaatli ve pek kahraman idi. Bir muharebede bir
özründen dolayı bulunamadığı için hep üzülürdü.
Hurmalarını
çalan cinniyi gece yakalayıp: “Bu zamana kadar çaldıklarını sana helâl ederim.
Ancak bir şartım var. O da sizin zararınızdan kurtulmanın çaresini söylemendir.”
buyurunca cinni, Haşr sûresinin sonunu okumaktır cevabını vermiştir.
Çok cömert
idi. Evi herkese açıkdı. Eline geçeni Allah yolunda verirdi. Köleleri ve
cariyeleri azâd eder, onlara ihsanda bulunurdu. Sünnet-i seniyyeye çok bağlı
idi. Dünyayı sevmez, dünyâlıktan hoşlanmazdı. Resûlullah’ın (s.a.v.) vefâtından
sonra sık sık Ravda-i mutahhara’ya gidip, ağlardı. Bir defa imâm olup,
yanındakilere namaz kıldırdıktan sonra, arkadaşlarına: “Şeytân kalbime vesvese
etti ve bana, bu insanların arasında imamlığa müstehak senden başka bir ferd
yoktur. Sen şimdi insanların hepsinden efdalsin, bu açık bir hâldir dedi ve
bundan sonra mecbur olmadıkça imamlık yapmayacağıma kalbimi ucub ve riyadan
koruyacağıma söz verdim” buyurdu.
Ebû Eyyûb-i
Ensârî aynı zamanda ilim ve takvada da çok ileri idi. Vahiy kâtipliğinde
bulunmuştur. Hemen birçok Sahâbî kendisinden ilim ve hikmet dersleri almış,
Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin doğru anlaşılmasında kendisine müracaatta
bulunmuştur. Kurra-i Kirâm’dan yani, Kur’ân-ı kerîmi ezbere bilenlerin
meşhûrlarından olup, Tabiînin kıraat âlimi idi. O her gittiği yerde “Mihmandâr-ı
Nebevî” olarak büyük alâka ve hürmet görmüştür.
Hz. Ali’nin,
hilâfeti zamanında Basra valisi Abdullah bin Abbas’ın (r.a.) yanına gitmişti,
İbn-i Âbbas kendisini görünce ona pek çok hürmet etmiş ve konağını ailesine
tahsis etmiştir. Basra’dan ayrılırken de, konağın bütün kıymetli eşyaları
hediyye edildi. Yirmibin veya kırkbin dirhem gümüş, yirmi ve kırk köle ihsan ve
takdim edilmişse de, o köleleri âzâd etti ve paraları da onlara dağıttı.
Hz. Muaviye
zamanında Mısır’ı da ziyâret eden Ebû Eyyûb-i Ensârî burada da büyük hürmet ve
alâka ile karşılanmıştır. Mısır Valisi Ukbe bin Âmir idi. Vali ile aralarında
şöyle bir hâdise geçti. Vali bir gün akşam namazına gecikti. Cemâat bir hayli
bekledi. Nihayet cemaata gelip imâm oldu. Namazı geç de olsa kıldırdı. Cemâat
arasında Ebû Eyyûb-i Ensârî de vardı. Namazdan sonra Ebû Eyyûb-i Ensârî Valiye
“Ey Ukbe, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) akşam namazını geciktirenler hakkında şu
sözünü duymadın mı? “Ümmetim, akşam namazını yıldızların gökyüzünü
kaplamasına kadar tehir etmedikçe hayır üzeredir, yahut fıtrat üzeredir.”
Hz. Ukbe, “Evet” diye cevap verince, “O halde akşam namazını niçin bu kadar
geciktirdiniz?” diye sordu. Ukbe (r.a.) meşguliyeti sebebiyle bu gecikmenin vâki
olduğunu ifade edince, Ebû Eyyûb-i Ensârî “Yemin ederim ki, senin bu yaptığını
görerek halkın Resûlullah da böyle yapardı, zehabına düşmesinden endişe ederim”
dedi ve valiyi ikaz ve işaret etti.
Onun Mısır
seyahatinin asıl sebebi bir hadîs-i şerîfi, validen tahkik etmekti. Resûl-i
Ekrem’den (s.a.v.) rivâyet edilen hadîsi bizzat Peygamberden (s.a.v.) duyan Hz.
Ukbe’den başkası hayatta kalmamıştı. Ebû Eyyûb-i Ensârî, durumu Ukbe’ye
bildirip, kendisini dinlemek istediğini söyledi. Ukbe mezkûr hadîs-i şerifi şu
şekilde anlattı: Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Her kim bu dünyâda bir
mü’minin kusurunu örterse, Cenâb-ı Hak da kıyâmet gününde onun kusurunu örter.”
Hz. Ebû Eyyûb böylece bir hadîsi tahkik etmenin gönül huzuru ile Medine’ye
dönmüştür. Onun için, Allah yolunda cihâd için cepheye gitmek ne ise, bir hadîs
için de uzun yolları katetmek aynı derecede mukaddes bir vazifeydi.
Hz. Ebû
Eyyûb, dört halife devrini de idrak ederek nihayet Hz. Muaviye’nin İstanbul
fethi için teşkil ettiği orduya da yetişmiştir. Resûlullahın (s.a.v.) İstanbul
fethi için verdiği müjdeyi kalbinin derinliğinde bir sır gibi saklıyordu. Yaşı
ilerlemesine rağmen bu müjdeye kavuşma şerefi ve heyecanıyla dolu idi. Hicretin
ellinci (m. 670) senesinde Mısır’a gelerek bizzat katıldığı bu ordu ile İstanbul
önlerine kadar gelen Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî, çarpışmalar sırasında hastalandı ve
yatağa düştü. Hasta yatağından harbin seyrini takip ediyor ve bir an önce
iyileşip, savaşmayı arzuluyordu. Ordu kumandanı Yezîd bin Muaviye kendisini
bizzat gelip ziyâret etti. İyi olması temennisinde bulundu. Yezîd’in
ziyâretinden memnun olan Ebû Eyyûb-i Ensârî ecelinin yaklaştığını hissederek,
Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfini rivâyet ederek “Kostantiniyye’de
kalenin yanında bir recul-i sâlih defn olunacaktır” vasiyette bulundu:
“Şayet burada vefât edersem, cenazemi hemen defn etmeyin. Ordunun gidebileceği
yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defn edin.” Mihmandâr-ı
Nebevî, demek ki, manevî olarak defn edileceği yeri görmüş ve müslümanların
hayâli olan İstanbul fethine bir adım daha yakınlaşmak istemişti. Gerçekten bir
müddet sonra Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî ruhunu Rahman’a teslim eyledi. Vasiyeti
üzerine askerler nâşını elleri üzerinde ordunun vardığı en üç noktaya taşıdılar.
Tekbir ve dualarla defn ettiler.
Hz. Ebû
Eyyûb-i Ensârî sağlığında göremediği o fethi vefâtından sonra kabrinden temaşa
etmek istemişti. Bu bakımdan İstanbul’un manevî fatihi olarak kabul edilen Ebû
Eyyûb-i Ensârî, bu toprakları asırlardır şereflendirmiş ve nurlandırmıştır. Onun
defn edilmesinden sonra ordu kumandanı Yezîd, mezarına bir zarar gelmemesi için,
Bizans Kayserine bir elçi gönderdi. Orada yatanın Peygamber Mihmandârı olduğunu
ve Ona gelecek en küçük bir zararın, İslâm dünyâsında bulunan bütün kiliselerin
yıkılıp yerle bir olmasına sebep olacağını ihtar etti. Gerek bu tehdit, gerekse
Hz. Peygamberin büyük Sahâbîsi olması sebebiyle, Hıristiyanlar onun mezarına
zarar verememiş, hattâ müslümanlar gibi onun mezarını ziyâret ederek manevî
yardımını dilemişlerdir. Zamanla o mezarda yatan zâtın hüviyeti Bizanslılarca
unutulmuş, fakat manevî havası sonraki asırlarda da devam etmiştir.
Bundan sonra
İstanbul üzerine daha pek çok sefer tertip edilmiştir. Ancak her defasında
muhkem kalelerle korunan şehir feth edilememiş, bu şeref Osmanlı Padişahı Fatih
Sultan Mehmed Hân ve askerlerine nasip olmuştur. Osmanlı Sultanı Fatih Sultan
Mehmed Hân (1429-1481) İstanbul’un fethini gerçekleştirdikten sonra devrin büyük
âlim ve gönül sultanlarından Akşemseddin hazretlerine: “Ey benim muhterem Hocam!
Tarih kitaplarının yazdığına göre, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)
efendimiz hazretlerinin mihmandârı Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (r.a.) mübârek kabri,
burada (İstanbul) kalenin yakın bir yerindeymiş. Himmetinizle kabr-i şerîfin
yerini bulmak ve bilmek arzusundayım” buyurunca Akşemseddin, Sultana hitaben;
“Sultanım ben geceleri şu semtte bir yere nûr inmekte olduğunu görüyorum. Zan
ederim ki, o nurun indiği yerde, o mübareğin kabr-i şerîfi olsa gerektir”
buyurdu. Beraber bugünkü türbenin bulunduğu yere geldiler. Akşemseddin
hazretleri bir müddet teveccühte bulunduktan sonra: “Evet, Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin
ruhu şerifi ile şimdi mülâkat ettim, İstanbul’un fethini tebrik edip, “Beni
zulmet-i küfürden kurtardın.” buyurarak ferah ve sürûrunu belirtti buyurunca,
Fatih Sultan Mehmed Hân ve Akşemseddin ile maiyeti hep beraber, işaret edilen
yere geldiler. Sultan Fatih, Akşemseddin hazretlerine; “Efendim! Kabri şerîfin
yerini tayin buyurunuz ki, üzerine türbe yapalım” dedi. Akşemseddin hazretleri
şimdiki türbenin bulunduğu yerde bir müddet teveccüh ve murakabede bulunduktan
sonra, mezarın baş tarafından bir yeri göstererek: “Burasını kazınız. İnşâallahü
teâlâ, iki arşın sonra yazılı bir mermer çıkacaktır. İşte orası Hz. Mihmandâr-ı
Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabr-i şerîfidir” buyurdu. İşaret edilen yer kazıldı.
Buyurduğu gibi yazılı mermer bulundu. Sultan Fatih, Akşemseddin hazretlerinin
kerâmetine hayran kalıp, ziyadesiyle memnun oldu. Fatih Sultan Mehmed Hân, Ebû
Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin kabri üzerine bir türbe, Akşemseddin ve ailesine
mahsus odalar ile bir de câmi-i şerîf bina ettirdi. Burası bütün müslümanların
ziyâretgâhı haline geldi. Câmi-i şerîfe 1136 (m. 1723) senesinde iki uzun minare
yapıldı. Osmanlı Sultanı Üçüncü Selim Hân 1203 (m. 1789), 1223 (m. 1807) Eyyûb
Sultan Camii’ni 1215 (m. 1800) senesinde yeniden yaptırdı, ilk Cuma namazında
Sultan Selim Hân da bulundu. Eyyûb Sultan Camii’nin son tamirini 1380 (m. 1960)
senesinde devrin başvekili Adnan Menderes yaptırdı. Türbenin son tamirini
Osmanlı Sultanlarından ikinci Mahmud Hân 1255 (m. 1808), 1223 (m. 1839)
yaptırdı. Sanduka üzerindeki yazılar, Sultan’ın el yazısıdır. Türbedeki asılı
levhadaki iki beyti Sultan Üçüncü Selim Hân söyleyip, devrin meşhûr hattadı
Yesârîzâde yazmıştır.
Alemdâr-ı Kerimi şâh-ı iklimi
risâletsin
Muinim ol benim, dâim,
bâhakkı Hazret-i Bari
Selim ilhâmi her dem, yüz
sürer bu Ravza-i Pâke
Şefaatle kerem kıl, yâ Ebâ
Eyyûb el-Ensârî
Hz. Ebû
Eyyûb el-Ensârî, Peygamber efendimizden bizzat işiterek 150 hadîs-i şerîf
rivâyet etti. Bunlardan bazıları şunlardır:
Bir gün Hz.
Hâlid bin Velid’in oğlu Abdurrahman muharebe sırasında yakaladığı dört esirin
katlini emretmişti. Dördünün de atılacak oklarla can vermesini istemişti. Ebû
Eyyûb bunu haber alınca Abdurrahman’ı ikaz etmiş ve “Resûl-i Ekrem’den (s.a.v.)
işkenceli ölümleri nefy ettiğini duydum” diyerek bir hadîs-i şerîf nakletmiştir.
Bir başka
rivâyetinde:
Bir adam
Resûlullaha gelerek, “Yâ Resûlallah, bana veciz şekilde nasihat eder misin?”
dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) nasihat isteyen o adama şöyle dedi: “Namazını
kıldığın zaman, sanki dünyâya veda ediyormuşsun gibi ol, yarın özür dileyeceğin
bir sözü söyleme, insanların elindekinden ümidini kes.”
“Ramâzan-ı
şerif ayında tamamen oruç tuttuktan sonra, şevval ayında altı gün daha oruç
tutan kimse, bütün sene oruç tutmuş gibi olur.”
“Kim Allaha
ortak koşmadan ibâdet eder, namazı kılar, zekâtı verir. Ramazan ayında oruç
tutar ve büyük günahlardan sakınırsa, muhakkak onun için Cennet vardır.” Eshâb-ı kirâm, “Yâ Resûlallah! Büyük günahlar
nelerdir?” diye sordular. Resûlullah buyurdu ki: “Allah’a ortak koşmak,
müslüman bir kimseyi öldürmek ve cihâddan kaçmaktır.”
“Kılınan her
namaz hatalara bir set çeker.”
“Sizden
birisi helâya gittiğinde kıbleye yönelmesin ve kıbleye dönmesin.”
“Akşam
namazına, yıldızlar doğmadan önce acele ediniz.”
“Sadakanın
efdali, (en faziletlisi) akrabaya verilendir.”
“Bir
müslümana, din kardeşini, üç günden daha fazla terk etmek, karşılaştıklarında
birbirinden yüz çevirmek helâl olmaz. Bunların en hayırlısı ilk önce selâm
verendir.”
“Bir
mücâhidin, fi sebilillah, düşmana hücum ve garat (akın) etmek üzere hareket ve
faaliyette iken, üzerine güneşin doğması ve yine akşam üzeri harb meydanında
karargâhına (gecelemek için) dönmesi Allahü teâlâ indinde, güneşin üzerlerine
doğup, battığı bütün dünyâ mal ve mülkünden daha efdal, daha hayırlı ve
sevabbdır.”
KAYNAKLAR
1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3,
sh-49
2) Taberî Târîhi cild-3, sh-2324
3) Üsûd-ül-gâbe cild-5, sh-143
4) Hadikat-ul-cevâmi cild-1,
sh-243
5) Sahîh-i Müslim cild-1, sh-243
n
6) Ensâb-ül-eşrâf cild-1, sh-267
7) Semhudî Vefâ-ül-vefâ cild-1,
sh-190
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder