ABDÜLHAMÎD HAN-II
Babası....................
: Abdülmecîd Han
Annesi....................
: Tîr-i Müjgan
Sultan
Doğumu..................
: 21 Eylül 1842
Vefâtı.....................
: 10 Şubat 1918
Tahta Geçişi............
: 31 Ağustos 1876
Saltanat Müddeti.....
: 33 sene
Halîfelik Sırası.........
: 99
Osmanlı pâdişâhlarının otuz dördüncüsü, İslâm halîfelerinin doksan dokuzuncusu. Sultan Abdülmecîd Han’ın İkinci oğlu olup, 21 Eylül 1842 Çarşamba günü sabah saat 5’de eski Çırağan Sarayı’nda Tîr-i Müjgan Sultan’dan doğdu. On yaşlarında annesini kaybeden şehzâde Abdülhamîd, Perestû Kadınefendi’nin himayesine verildi ve iyi bir eğitime tâbi tutuldu.
Arabî’yi. Ferîd ve Şerîf efendilerden; Fârisî’yi kazasker Ali Mahvî Efendi ve sadrâzam Safvet Paşa’dan; Tefsîr, Hadîs, Fıkıh ilimlerini, Gümüşhânevî Ömer Hulûsî Efendi’den; Fransızca’yı Gardet, Edhem ve Kemâl paşalardan; Osmanlı târihini vak’anüvis Lütfi Efendi’den öğrendi. Spor ve at biniciliğini Lala Mehmed Sâdık Ağa ve Mâbeynci Osman Efendi’den, Silâh tâlimlerini ve diğer Askerlik bilgilerini hünkâr yaveri çeşitli subaylardan, Şaziliyye tarîkatını Mehmed Zafîr Efendi’den, Kâdiriyye tarîkatını Rumeli kazaskeri Halebli Ebü’l-Hüdâ Efendi’den öğrenerek zamanın ilimlerini tahsîl etti.
Aynı zamanda iyi bir hattat ve marangoz idi. Marangoz atölyesi ve çiftlikleri vardı. Koyun besletti, üstübeç mâdenleri işletti. Para kazanarak zengin olup, servetini, saltanatı sırasında din ve devlet hizmetlerine sarfetti. Zekâsı ve politik kabiliyeti dolayısıyla amcası sultan Abdülazîz, onun serbest bir ortamda yetişmesini sağladı. Mısır ve Avrupa seyahatlerinde yanında götürdü.
Şehzâde Abdülhamîd, zamanını ibâdetle, din ve fen ilimlerini öğrenmek, ata binmek, silâh kullanmak ve spor yapmakla değerlendirirdi. Çok kültürlü, şahsı için iktisatlı, hayır ve hasenâtı için pek cömert, ileri görüşlü, dış siyâsette fevkalâde maharetli, yerli ve yabancı basını devamlı tâkib eder, her şeyi iyi öğrenmek isterdi. Dedesi sultan Mahmûd’u kendine örnek almıştı. Fevkalâde bir zekâ ve hafızaya sahipti. Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kimseyi asla unutmazdı. Çok nâzikti, herkesin gönlünü almasını iyi bilirdi.
Babası sultan Abdülmecîd Han vefât ettiğinde on dokuz yaşında idi. Amcası sultan Abdülazîz Han’ın 1876’da şehîd edilmesinden sonra ağabeyi şehzâde Murâd pâdişâh oldu. Fakat rahatsızlığı sebebiyle tahtta ancak üç ay kalabildi. Velîahd şehzâde Abdülhamîd, otuz dört yaşında iken 31 Ağustos 1876 Perşembe günü Osmanlı tahtına oturdu. 7 Eylül günü Eyyûb Sultan Câmii’nde kılıç kuşandı ve kıratına binerek, Edirnekapı’dan şehre girip Topkapı Sarayı’na yürüdü. Yollarda biriken halk tezahürat yapıyor ve yeni pâdişâhtan çok şeyler bekliyordu.
Yeni
pâdişâh seraskerlik dâiresini, medreseleri, âlimleri, evliyâyı, bahriye
nezâretini, hastahâneleri ve hastaları ziyaret edip, devletin ileri gelenlerini
çağırarak ziyafet verdi. Zaman zaman, haber vermeden, çeşitli câmilere gidip,
halkın arasında aynı safta namaz kıldı. Sultân’ın bu hareketleri, halkın hoşuna
gidiyor, onu daha çok sevmelerine sebeb oluyordu. Halkı ile kaynaşan sultan
Abdülhamîd Han, tahta geçtiği zaman Mütercim Rüşdî Paşa sadrâzam idi.
Bosna-Hersek’de ayaklanmalar olmuş, Karadağ, ordumuzu yenmiş, Sırbistan savaş
îtân etmişti. Girid’de huzursuzluk sürüp gidiyordu. Rusya, Osmanlı Devleti’ni
hasta adam olarak görüyor ve parçalamak için elinden geleni yapıyordu. Bunun
için, Osmanlı topraklarında yaşayan hıristiyanları ayaklandırıp, ortalığı
karıştırıyor ve devleti devamlı baskı altında tutmaya çalışıyordu. Başlıca
istekleri; Osmanlı Devleti’ni parçalayıp, Balkanlar ile Orta Doğu’da küçük
devletler kurmaktı, İngiltere ve Fransa da Osmanlı Devleti’nin parçalanacağına
kesin gözle bakıyor; bilhassa İngiltere böyle bir parçalanmanın Rusya elinden
olmasını istemiyordu. Çünkü Osmanlı Devleti’nin parçalanması, Rusların sıcak
denizlere inmesine sebeb olacak, bu da İngiltere’nin Hindistan ve Ortadoğu’daki
nüfûzunu tehlikeye sokacaktı.
Sultan Abdülhamîd Han, tahta geçtikten kısa bir süre sonra, sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa’nın istifasını kabûl etmedi. Bu arada Midhât Paşa ve arkadaşlarını öldürüp, Pâdişâh’ı tahttan indirmeyi plânlayan dört yüz kişilik bir grup ortaya çıkarıldı. Kânûn-i esasî hazırlığı için, müslüman ve gayr-i müslimlerden meydana gelen bir komisyon kuruldu. Midhat Paşa ile sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa’nın arası açılınca, 19 Aralık 1876 günü sadrâzam görevinden istifa etti ve Şûrâ-yı devlet reîsi Midhat Paşa sadârete getirildi. Sadrâzam aynı zamanda Kânûn-i esâsîyi hazırlayan hey’ete başkanlık ediyordu. Midhat Paşa, bir hukukçu olmayıp, meşrûtiyet rejimi üzerinde de gerekli bilgilerden yoksundu ve kendisine ermeni hukukçu Odyan Efendi akıl hocalığı yapıyordu.
Midhat Paşa’nın başkanlığındaki komisyonun hazırladığı Kânûn-i esâsîde, “Türkçe’nin yanısıra azınlıkların konuştuğu dillerin de resmî dil sayılması, pâdişâhın (daha doğrusu Sultân’ı kukla gören Midhat Paşa’nın) insanları muhâkemesiz sürgüne göndermek hakkının bulunması (113. Madde), Sultân’ın bütün selâhiyetini yok etmek için, anayasanın büyük devletlerin kefaleti altına alınması” gibi maddeler bulunmakta idi: Sultan Abdülhamîd Han, Türkçe’den başka dillerin resmî dil olmasına, insanların muhâkemesiz sürülmesine ve anayasanın büyük devletlerin kefaleti altına alınmasına karşı çıktı. Fakat muhakeme edilmeden sürgüne gönderilmemeyi Midhat Paşa’ya kabul ettiremedi. Çünkü Midhat Paşa kendisine rakip kimseleri uzak yerlere sürgün ettirmek için bu maddeyi koydurmuştu. Sultân’ın emri ile, Kânûn-i esasının Avrupa devletlerinin kefaleti altında bulunduğuna dâir madde çıkarıldı. Midhat Paşa’nın başlıca gayesi olan devlet bünyesindeki her milletin kendi dilini resmen kullanabileceği ile ilgili madde de tâdil edilip, Türkçe’nin resmî dil olduğu yazıldı. Nihâyet 25 Aralık 1876 günü Midhat Paşa’nın eseri olan Birinci Meşrûtiyet îlân edildi
(Bkz. Meşrûtiyetler ve Kânûn-i Esâsî).
Bâb-ı âlî hareketli günler yaşarken, Osmanlı ordusu Sirbistan ve Karadağ’da harb ediyordu. Osmanlı kuvvetleri beşe ayrılmış olup, üçü Sırbistan ikisi de Karadağ üzerine gönderilmişti. Sırbistan üzerine gönderilen ordu birlikleri Vidin, Niş ve Yenipazar dolaylarında bulunuyordu. Vidin’deki kuvvetler Osman Nûrî Paşa, Niş’dekiler Ahmed Eyyûb Paşa, Yenipazar’dakiler de Ali Paşa ile Mehmed Paşa komutasına verilmişti. Karadağ’a karşı da iki kolordu gönderilmiş olup, İşkodra kolordusu Derviş Paşa’nın, Hersek kolordusu da Ahmed Muhtar Paşa’nın kumandasında idi. Bütün bu ordunun toplamı, Mısır askerleri ile birlikte yüz bin kişiyi buluyordu. Osmanlı ordusunun başkumandanlığı, serasker ve serdâr-ı ekrem Abdülkerîm Paşa’ya verilmişti. Vidin bölgesi kumandanı Osman Nûrî Paşa, Sırp saldırılarını durdurmayı ve geri püskürtmeyi başardı. Daha sonra Sırplarca kuvvetli şekilde tahkim edilmiş Zayça kasabası ele geçirildi. Niş bölgesindeki harp de Osmanlı kuvvetleri lehinde gelişiyordu. Sırp kuvvetlerinin bu yenilgileri İstanbul’da büyük sevinç uyandırmakla berâber, mütâreke için bir yabancı müdâhalesinin olabileceği göz önünde tutularak, buna meydan verilmemesi için serdâr-ı ekrem Abdülkerîm Paşa’ya derhâl Belgrad üzerine yürümesi ve Sırplıları böylece barışa mecbur etmesi için emir verildi. Belgrad üzerine yürüyen Abdülkerîm Paşada Sırp ordusunu ağır bir mağlûbiyete uğrattı. Osmanlı ordusu Belgrad’a girmek üzere iken, Rusya’nın İstanbul elçisi Osmanlı hükûmetine bir ültimatom verdi. Bâb-ı âlî, asî Sırplı ve Karadağlı tebeası ile iki aylık bir mütâreke yaptı. Rusya bu hareketiyle, Balkan ihtilâfının çözülmesi teşebbüsünü İngiltere’nin elinden almış oluyordu. Bu durum Hindistan yolunu tehlikeye sokmuştu. Rusya’nın hareketini önlemek için İngiliz hükümeti 5 Kasım’da muhtariyet ve ıslâhat mes’elelerinin devletler arası bir konferansta görüşülmesini teklif etti. Bu teklifi kabul eden, Almanya, İngiltere, Avusturya, Fransa, Rusya, İtalya ve Macaristan devletleri büyükelçileri ile birlikte konferansa katılmak üzere İstanbul’a birer murahhas gönderdiler. Osmanlı Devleti’ni hâriciye nâzırı Safvet Paşa’nın başkanlığında bir hey’et temsil ediyordu. 23 Aralık 1876 günü başlayan görüşmeler bir ay kadar sürdü
(Bkz. Tersâne Konferansı).
Tersâne konferansı, Bâb-ı âli’ye Tuna (Bulgaristan) ve Bosna-Hersek eyâletlerinde ıslâhat yapması için teklifte bulundu. Midhat Paşa, konferansın tekliflerini incelemek için, Bâb-ı âlî’de toplanan gayr-i müslimlerin de bulunduğu fevkalâde mecliste yaptığı konuşmada, Rusya hakkında bir hükûmet başkanının ağzından çıkmaması gereken sözler söylediği gibi, diğer Avrupa devletlerine de çattı. Harb aleyhinde rey kullanacakları, peşinen vatan sevgisizliği ve ihaneti ile itham etti. Meclis, Tersane konferansı tekliflerini reddetti. Midhat Paşa, talebe ile işsiz güçsüz takımına para dağıtarak pâdişâh penceresinin altına kadar harb için nümayişler yaptırdı. Yeni Osmanlı basını da harp kundakçılığında Midhat Paşa’dan aşağı kalmıyordu. Sükûnet bozulmuş ve bir ihtilâl havası esmeye başlamıştı. Bu havada diplomasi kaidelerinin işlemiyeceği, işlese bile aleyhte netîce vereceği tabiî idi. Midhat Paşa’nın Dâmâd Mahmûd Celâleddîn ve Müşir Redif Paşa gibi ikî tarafdân, Pâdişâh’a ordunun da harb istediğini ve Rusya’nın yenileceğini, İngiltere’nin de Osmanlı yanında harbe katılacağını söylediler. İkinci Abdülhamîd Han, bu fikirlerin üçüne de katılmamakla beraber, tahta yeni geçtiğinden harbi önleyecek nüfuza sahip değildi. Bu gelişmeler üzerine Pâdişâh da, Tersane konferansı tekliflerinin reddini tasdîke mecbur kalınca, Avrupa devletleri büyükelçileri, yerlerine birer mazlahatgüzâr bırakarak, İstanbul’u terkettiler. Bundan sonra İngiltere’nin teklifi ve Rus elçisi İgnatief’in çalışmaları ile Londra’da bir konferans toplandı ve 31 Mart 1877’de Rusların tekliflerini ihtiva eden protokolü Bâb-ı âli’ye bildirdiler. Osmanlı Devleti aleyhinde çok ağır hükümler taşıyan bu protokol Pâdişâh’ın emriyle mecliste görüşülerek reddedildi ve durum 12 Nisan 1877’de hükûmet tarafından batı devletlerine bildirildi. Böylece siyâsî yollardan mes’elenin hâlli imkânsız hâle geldi. Bu görüşmeler yapılırken, Midhat Paşa İngiltere’den Kânûn-i esâsî’nin tatbikinin batılı devletlerce garanti edilmesini istedi. Ayrıca Osmanlı sülâlesini tahttan uzaklaştırıp yerine kendi ailesini getirmek istemesi ve Pâdişâh’a tahakküme yeltenmesi üzerine Sultan tarafından 5 Şubat 1877’de sadrâzamlıktan azledilerek sürgüne gönderildi. Sadârete de Şûrâ-yı devlet reîsi İbrâhim Edhem Paşa tâyin edildi. Abdülhamîd Han Midhat Paşa’yı sürgüne gönderirken,
Midhat Paşa’nın Kanün-i esâsî’ye koydurduğu, yüz on üçüncü maddeye istinaden göndermiştir.
Sultan
Abdülhamîd Han, devletin savaşa girmesini hiç bir zaman doğru bulmamış, bunun
bir felâket olduğunu söylemişti. Ancak Midhat Paşa, hareket ve sözleriyle,
halkı ve devlet erkânını, harb için, iyice şartlandırmış ve Rusya ile harbi
kaçınılmaz bir hâle getirmişti. Abdülhamîd Han, Midhat Paşa’nın; “Rusya ile
savaşmamız lâzım!..” raporuna karşı; “Rumeli’nin tamâmiyle elimizden çıkmasına
sebeb olacaklar!” diyerek muhtemel bir felâketi bir bakıma haber vermişti.
Midhat Paşa’nın bu konuda en büyük yardımcıları serasker Redîf ve Dâmâd Mahmûd
Celâleddîn Paşa idi. Cevdet Paşa bunlar için; “Midhat Paşa sanki tüfeği
doldurdu. Dâmâd Mahmûd Paşa üst tetiğe çıkardı. Redîf Paşa ateş etti. Bu üç
kişi devletin başına bu felâketi getirdi” demektedir. 24 Nisan 1877 günü Rusya
Osmanlı Devleti’ne resmen harb îlân etti. Mâlî 1293 senesine rastladığı için 93
harbi denilen bu savaş, Edirne mütârekesine kadar, dokuz ay sürdü.
Meşrutiyetçilerin Müşir (mareşal) yaptıkları Süleymân Paşa, Şıpka geçidinde
büyük gaflet yaparak en seçkin Türk birliklerinin harcanmasına sebeb oldu. Bu
hezimet, kahramanlık olarak gösterildi ve başkumandan yapıldı. Fakat, Filibe’ye
sonra da Edirne’ye kaçtı. Edirne’de de tutunamayıp mütâreke istedi. Yeşilköy’e
kadar gelen Rus orduları, doğuda Kars’a girmiş ve Erzurum yakınlarında
durdurulabilmişti. Bu durumda barış yapmaktan başka çâre kalmamıştı
(Bkz. Doksanüç Harbi).
(Bkz. Doksanüç Harbi).
Harbin böyle neticelenmesi üzerine, duruma çok üzülen sultan Abdülhamîd Han, sarayda olağanüstü bir meclis toplayıp, içinde bulundukları durumu tek tek îzâh etti. Onların fikirlerini sorduğunda, meb’ûslardan kethüda Ahmed Efendi isimli birisi ayağa kalkarak; “Bizim fikirlerimizi çok geç soruyorsunuz. Felâketin önünü atmak mümkün olduğu günlerde bize ciddî şekilde baş vurmalıydınız. Meclis-i meb’ûsân, bu mağlûbiyetten dolayı hiç bir mes’ûliyet kabul etmez!..” diye başlayan konuşmasında Pâdişâh’a hakaretlerde bulundu. Hâlbuki Meclis-i meb’ûsân üyeleri, Rusya ile harp yapılması için çırpınan Midhat Paşa ile tarafdarlarını desteklediklerini ve Rusya ile harb istediklerini unutarak Doksanüç harbi mağlûbiyetinden Pâdişâh’ı mes’ûl tutuyorlardı. Pâdişâh ise, başından beri harbi istememiş ve önlemeye çalışmıştı. Buna çok üzülen Abdülhamîd Han, birden ayağa kalkarak; harbin ilânına ve cereyan tarzına âid hiç bir mes’ûliyetin şahsına âid olmadığını bildirdikten sonra; “Artık Cennetmekân dedem sultan Mahmûd’un yolundan gitmek mecburiyetindeyim!..” diyerek salonu terk etti. 13 Şubat 1878 günü yayınladığı bir fermanla Meclis-i meb’ûsânı süresiz kapattığını ve ülkenin idaresini eline aldığını bildirdi. Kânûn-i esâsî’yi ilga etmedi. Sultan Abdülhamîd Han’ın bu hareketini tarihçiler ve siyâsîler şöyle değerlendirmektedir.
İsmâil Hami Dânişmend: “İlk Meclis-i meb’ûsân dağılmayıp da devam etseydi, Osmanlı Cihân Devleti yirminci asrı idrâk edemeyip, daha on dokuzuncu asrın sonlarında inhilâl edip (yıkılıp) giderdi.”
Alman
devlet adamlarından meşhur prens Bismark: “İyi ki parlamentoyu kapattınız.
Çünkü bir devlet millet-i vâhideden (tek bir milletten) meydâna gelmedikçe,
onun parlamentosunun faydadan çok zararı olur.”
3
Mart 1878’de Osmanlı târihinde benzeri görülmeyen, aleyhimizde ağır ve fecî
şartlar getiren Ayastefanos muahedesi imzalandı. 29 maddelik andlaşmaya göre;
batıda büyük bir Bulgaristan prensliği kurulacak, Makedonya, Batı Trakya,
Kırklareli, bir Rus kuklası olarak düşünülen bu otonom prensliğe verilecekti.
Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya verilip, Karadağ ve Sırbistan’ın istiklâlleri
kabul edilecekti. Osmanlı Devleti, Rusya’ya 245 milyon Osmanlı altını harp tazmînâtı
verecekti
(Bkz. Berlin Andlaşması).
Andlaşmaya göre Rumeli’nde kesin kayıplar 237. 298 kilometrekare toprak ve 8.184.000 nüfus idi. İmtiyaz verilmiş Bulgaristan, Doğu Rumeli, Artvin, Tunus gibi yerler bu rakamların dışındaydı. Bunlar da ilâve edilince devletin kaybı korkunçtu.
(Bkz. Berlin Andlaşması).
Andlaşmaya göre Rumeli’nde kesin kayıplar 237. 298 kilometrekare toprak ve 8.184.000 nüfus idi. İmtiyaz verilmiş Bulgaristan, Doğu Rumeli, Artvin, Tunus gibi yerler bu rakamların dışındaydı. Bunlar da ilâve edilince devletin kaybı korkunçtu.
İmzalanan Ayastefanos andlaşması Batı Avrupa devletlerini telâşa düşürdü. Zîrâ kurulacak olan Bulgaristan Devleti’nin Adalar (Ege) denizine inmesi demek, Rusların sıcak denizlere inmesi demekti. Bu durum Bosna-Hersek’e göz dikmiş olan Avusturya’yı ve Hind yolunun tehlikeye girdiğini gören İngiltere’yi telâşa düşürdü. İşte bu sebeble İngiltere ve Avusturya’nın teşebbüsleri netîcesinde 1856 Paris muahedesinde imzası bulunan devletleri, Almanya hükümeti Ayastefanos mukaddemâtı yerine Berlin’de kat’î bir andlaşma için davet etti. Durumu ayrıca Bâb-ı âlî’ye bildirdiler. Berlin andlaşmasının hazırlıkları esnasında fırsattan istifâde eden İngiltere, Kıbrıs’ın idâresinin kendisine bırakılmasını istedi. Buna karşılık da toplanacak konferansta Osmanlılara yardım edeceğini vâdetti. İngiltere Kıbrıs’ı Ruslara karşı bir hareket üssü olarak kullanacağını bahane etmişse de, esasen adanın Hindistan, Süveyş ve Doğu Akdeniz ticâret yolu için fevkalâde ehemmiyeti vardı. Hâriciye nâzırı Safvet Paşa bâzı îtirâzlarda bulununca, İngiltere sefîri, sulhte yardımcı olmak şöyle dursun, Kıbrıs’ı almak için icâbında İngiliz donanmasının çıkarma yapacağı tehdidinde bulununca, Safvet Paşa, Kıbrıs’ın idaresini İngilizlere bırakmak mecburiyetinde kalmıştı (4 Haziran 1878). Sultan ise, aceleye getirilerek imzalanan bu andlaşmayı tasdîk etmemeye çalışıyordu. Neticede hükümranlık haklarına halel gelmeyeceği konusunda İngilizlerden bir belge atmak suretiyle andlaşmayı tasdîk etti. Osmanlı Devleti’nin bir parçası olarak kalacak adanın gelirleri her sene İstanbul’a yollanacaktı. Ancak İngiltere söz verdiği hâlde görüşmelerde yardımcı olmadı. Buna rağmen 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin muahedesi ile topraklarımızın bir kısmı geri alındı
(Bkz. Berlin Andlaşması).
Osmanlı Devleti, Rus savaşından mağlûb çıktığı ve ağır şartlar altında barış imzaladığı sırada, Galatasaray Lisesi müdürlüğünden azledildigi için sultan Abdülhamîd Han’a amansız düşman kesilen Ali Süâvî, Sultân’ı tahttan indirip beşinci Murâd Han’ı tekrar tahta geçirmek için Çırağan Sarayı’na bir baskın düzenledi. Ali Süâvî İngiliz yanlısı olup, devletin, içinde bulunduğu durumdan ancak İngiliz yardımı ile kurtulacağına” inanıyordu. Rus harbi yüzünden, İstanbul’a gelen Balkan göçmenlerinden faydalanan Ali Süâvî, beş yüz kişi ile 20 Mayıs 1878 günü saat on civarında, Çırağan Sarayı’nı işgal etti. Durumu öğrenen Beşiktaş zaptiye âmiri Hasan Paşa, iki saat gibi kısa zamanda isyânı bastırdı. Ele başının Ali Süâvî olduğunu anlayan Hasan Paşa, sopa ile başına vurarak öldürdü. Hâdiseyi müteakip Yıldız Sarayı’nda iki tahkik hey’eti kuruldu. Yapılan tahkîkât neticesinde, hâdisenin tek başına Ali Süâvî’nın çılgınca bir macerasından ibaret olmadığı ve İngiltere’nin de parmağı olduğu anlaşıldı. Hattâ devlet ricalinden bir çoğunun da bu harekete gizliden gizliye tarafdâr olduğunu gösterecek deliller bulundu
(Bkz. Çırağan Vak’ası).
Sultan Abdülhamîd Han, Çırağan baskınından sonra dîn-i İslâm’ın ve memleketin selâmeti için daha tedbirli olmak lüzumunu duydu. Bu sebeble iç ve dış düşmanların hareketlerini yakından tâkib için bugün istihbarat teşkilâtı adı verilen hafiye teşkilâtını kurdu. Bu gizli emniyet teşkilâtının başında bulunan kimseye, Serhâfiye-i hazret-i şehriyârî, yâni Pâdişâh’ın baş ajanı denirdi. Modern devletlere numune olacak şekilde kurduğu bu haber alma teşkilâtı, memleketin her köşesinde devletin aleyhinde yazılanları, gizli beyânnameleri, suikast hazırlıklarını, kısaca olup bitenleri, günü gününe Pâdişâh’a bildiriyordu. Bu iş için binlerce kişi vazifelendirildi. Sultan, hizmet eden bu kimselerin karakterlerini çok iyi bildiğinden, getirilen haberleri ona göre değerlendirirdi. Hepsini okur, pek azı üzerinde dururdu. Onları da, güvendiği adamlarına tekrar tedkîk ettirir ve gerekeni yaptırırdı. Şahsî kin ve garaz için yapılan jurnalleri dikkate almazdı.
Sultan Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesinden beş sene geçmesine rağmen halk, bu menfur hâdiseyi unutamam işti. Katillerin yakalanıp adalete teslimini istiyorlardı. Pâdişâh’a yapılan müracaatlar dosyaları dolduruyordu. Sultan Abdülhamîd Han, bu işin en kısa zamanda bitirilmesi için mahkeme kurulmasını emretti. Sürûrî Bey’in başkanlığında Yıldız’da kurulan mahkemeye dâvâlılar çağrıldı.
Mahkeme
neticesinde; sultan Abdülazîz’in şehîd edildiği tesbit edilmiş, bâzı sanıklar
suçlarını îtirâf etmişlerdi. Mâbeynci Fahri, Yozgatlı Mustafa Pehlivan,
Cezâyirli Mustafa Pehlivan, Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivan, Midhat Paşa,
şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi, sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa, Mahmûd
Celâleddîn ve Nûrî paşalar 1 Temmuz 1881’de îdâma mahkûm edildiler (Bkz. Yıldız
Mahkemesi). Abdülhamîd Han merhametinden, ölümü hak eden bu suçluları affedip,
cezalarını hafifleterek sürgüne gönderdi.
Sultan
Abdülhamîd Han, tahta çıktığı zamanda devletin durumunu ve saltanatı boyunca
tatbik etmeye çalıştığı siyâsetini şöyle anlatmaktadır: “Amerika’da genç ve
kuvvetli bir devlet doğmuştu, İspanya, müstemlekelerinden (sömürgelerinden)
sürekli olarak çıkarılıyordu. Dünyâ yahûdîleri teşkilâtlanmıştı. Mason locaları
yolu ile arz-ı mev’ûdun (yahûdîlerin kendilerine verilmiş olduğunu iddia
ettikleri Nil’den Fırat’a kadar olan topraklar) peşine düştüler. Bunlar daha
sonra bana da gelmiş ve Filistin’de yahûdîleri yerleştirmek için büyük paralar
karşılığı toprak istemişlerdi. Tabiî reddettim.
Apaçık
görüyordum ki, Avrupa’nın büyük devletleri kendi aralarında dünyâyı
bölüşmeye çıkmışlardı. Bölüşülecek ülkeler arasında Osmanlı mülkü de vardı. Ben
bu kuvvetlerin önünde tek başına duramazdım. Gücüm yetmezdi. Yapabileceğim tek
şey, aralarındaki rekabetten yararlanıp, her birine daha büyük lokma” ümidi
dağıtarak birini ötekine düşürmekten ibaretti.
Yine
apaçık görüyordum ki, Almanya’nın kurulması ile bozulan Avrupa dengesi, eninde
sonunda bu büyük devletleri birbirine düşürecekti. Eğer o güne kadar
memleketimi parçalanmaktan kurtarabilirsem, o çatışma koptuğu zaman,
kümelenmelerden birine katılıp öteki tarafı kırmakla varlığımızı
koruyabilirdim. Bunun ne zaman olacağı belli değildi ama, uzak da görünmüyordu.
Almanlar her yıl biraz daha güçlenince, Fransız ve Rusların olduğu kadar
İngilizlerin de tedirgin olmaya başladığını görüyordum. Bunun sonu
birbirleriyle kapışmak ve hesaplaşmak olacaktı. Nasıl bir yol tutacağımı
dikkatle araştırdım.
Büyük
devletlerin İstanbul’da yaptıkları konferans sırasında niyetlerinin, iddia
ettikleri gibi hıristiyan tebeanın hukukunu te’miri değil, önce
muhtariyetlerini, sonra istiklâllerini te’min suretiyle Osmanlı ülkesini
parçalamak olduğunu görmüştüm. Bunu, iki surette te’min etmeye
çalışmaktaydılar. Birincisi, hıristiyan ahâliyi ayaklandırıp ortalığı
karıştırmak ve böylece bunlara arka çıkmak... İkincisi, bizi kendi aramızda
parçalamak için meşrutî idareyi getirmek... Her iki gayeleri için de aramızda
kolayca tarafdâr bulabiliyorlardı. Meşrutî idarelerin bir millî vahdet hâlinde
bulunan ülkelerde kolayca işlediğini, böyle bir vahdet içinde olmayan ülkelerin
bu idareye itibâr etmediğini fark edemeyen bâzı Türk münevverleri, maalesef
düşmanların ekmeklerine yağ sürmekteydiler.
Ben
bu ihanetlerin ve ayaklanmaların içinden ülkemi nasıl çıkarabilirdim?...
Ordunun
yeni silâhlarla donanmasına ve yeni harp san’atına uygun hazırlanmasına hız
verdim, büyük bir asker olan Alman Wander Goltz’u İstanbul’a getirdim. Yarın
kopacağını umduğum ve beklediğim savaşta denizlere hâkim devletle bir olursam,
ordularım onun işine yarayacak, donanması da benim işimi kolaylaştıracaktı ve
üstelik elimde, dövüştüğüm milletin harb oyunlarını çok İyi bilen bir ordum
olacaktı.
Evet,
benim Avrupa devletleri ile tek başıma boğuşmaya gücüm yoktu ama, Rusya gibi,
İngiltere gibi Asya’da bir çok müslüman ahâliyi idareleri altına almış büyük
devletler de benim hilâfet silâhımdan ürküyorlardı. Bu yüzden, Osmanlı’nın
işini bitirmek noktasında anlaşabilirlerdi. Ben beklediğim güne kadar bu silâhı
hudutlarımın dışında kullanmamalıydım. Çünkü böyle bir teşebbüs ne din
kardeşlerimizin işine yarayacak, ne ülkemin yararına olacaktı. Hilâfet
kuvvetimi, memleketimin huzuru ve birliği için kullanmaya, dışarıdaki din
kardeşlerimizi de her ihtimâle karşı sağlam tutmaya karar verdim.
Hilâfetin
elimde olması sürekli olarak İngilizleri tedirgin ediyordu. Blund adlı bir
İngilizle, Cemâleddîn-i Efgânî adlı bir maskaranın el birliği ederek İngiliz
hâriciyesinde hazırladıkları bir plân elime geçti. Bunlar, hilâfetin Türkler
tarafından zorla alındığını ileri sürüyorlar ve Mekke şerifi Hüseyin’in halîfe
îlân edilmesini İngilizlere teklif ediyorlardı. Cemâleddîn Efgânî’yi yakından
tanırdım. Mısır’da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara mehdîlik
iddiasıyla bütün Orta Asya müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti. Buna
muktedir olmadığını biliyordum. Ayrıca İngilizlerin adamı idi ve çok muhtemel
olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı. Derhâl reddettim.
Bu sefer Blund ile işbirliği yaptı.
Bütün
Arab ülkelerinin itibâr ettiği Halepli Ebü’l-Hüdâ Esseydî yolu ile kendisini
İstanbul’a çağırttım. Aracılığını, Efgânî’nin eski hâmisi Münif Paşa ile
Abdülhak Hâmid yaptılar. Geldi ve bir daha İstanbul’dan çıkmasına izin
vermedim.
Hilâfet
mevzuunda İngiliz teşebbüslerinin sonu gelmiş değildi. Çünkü Asya’da yüz elli
milyon müslümanı idareleri altında tutuyorlardı ve bu müslümanlar üzerinde
hilâfetin büyük bir nüfuzu vardı. Bunu bildiğim için İngilizleri
kuşkulandırmadan, her ihtimâle karşı, seyyidler, şeyhler, dervişler gönderip
Asya’daki müslümanları hilâfete manen bağlamaya husûsî bir itinâ gösteriyordum.
Buhârâlı şeyh Süleymân Efendi’nin Rusya’daki müslümanlar arasında yaptığı
hizmetleri bilhassa şükranla yâd ederim. Bunun, İngilizlerle münâsebetlerimizde
çok faydasını gördüm. Hindistan umûmî vâlileri oradaki müslümanların Osmanlı
Devleti ile yakından ilgilendiklerini gördükçe, hükümetlerine Osmanlılarla iyi
geçinilmesini yazıyorlar ve böylece bizim işlerimizi bir nebze kolaylaştırmış
oluyorlardı. Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta
birleşmiş düşmanlarımız kendi aralarında parçalanırlarsa ve biz de bu
parçalardan birinin vaz geçemeyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünyâ için söz
sahibi olabiliriz.
Büyük
devletler arasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği
gözler önündeydi, öyleyse Osmanlı Devleti de böyle bir çatışmaya kadar
parçalanma tehlikelerinden uzak yaşamalı ve çatışma günü ağırlığını ortaya
koymalıydı. İşte benim 33 yıl süren siyâsetimin sırrı...”
Mısır Mes’elesi
Mısır hidivi İsmâil Paşa, İngiltere ve Fransa’dan 100 milyon altından fazla borç alarak, Mısır’ı kalkamıyacağı bir yükün altına sokmuştu. Borçlarını ödeyemeyince de alacaklı devletler, İsmâil Paşa’yı sıkıştırıp Mısır’da mâlî bir kontrolün kurulmasını sağladılar. Ayrıca Süveyş kanalı tahvillerinin önemli mikdârını İngilizler satın alarak kanal sermâyesinin yarısına sâhib oldular. Hidiv, borçların faizlerini bile ödeyemez hâle gelince, bir İngiliz’i mâliye, bir Fransız’ı da nâfia vekili yapmak mecburiyetinde kaldı. Bunlar, önce masrafları azaltmak bahanesiyle Mısır ordusunu otuz binden on bir bin kişiye indirdiler. Arkasından 2500 subayı da emekliye ayırınca, subaylar, miralay Arâbî Bey liderliğinde hidiv İsmail Paşa’ya isyân ettiler. Mısır karışınca Abdülhamîd Han, İsmâil Paşa’yı azlederek yerine oğlu Tevfik Paşa’yı getirdi (25 Haziran 1879) Arâbî de mîrlivâlığa terfi ettirilerek paşa ünvânı verildi. Arâbî Paşa, Mısır’daki Avrupalı me’murların işine son verip, memleketlerine gönderdi.
İngilizler Hindistan yolu üzerinde bulunan Mısır’ı tek başlarına işgal etmeyi tasarlamışlardı. Zîrâ Mısır, İngiliz hâkimiyetine girdiği takdirde, Hindistan ve ipek yolu emniyetini sağlayacaklardı. Bu hâdiseleri fırsat bilen İngilizler, Mısır’daki Avrupalıların haklarını korumak için amiral Sir Beauchamp Seymour yönetimindeki İngiliz filosuyla Mısır’a asker çıkarmaya başladılar. İskenderiyye’de yapılan kanlı çarpışmalarda Mısır kuvvetleri bozguna uğradı. İngilizler, Mısır’ı 15 Eylül 1882 günü işgal ederek hedeflerine ulaştılar. Netîcede Mısır, Osmanlı hâkimiyetinde kalmak ve vergi vermek suretiyle İngiltere’nin işgali altına girdi
(Bkz. Arâbî Paşa).
1877 Osmanlı-Rus harbinden sonra yapılan Berlin muahedesiyle Teselya ve Narda, bu harble hiç bir ilgisi olmadığı hâlde Yunanistan’a verilmişti. Bunları kâfi görmeyen Yunanistan, Yanya ve Girid’e göz dikmişti. Avrupa devletlerine sırtını dayayan Yunan hükümeti, çeteler hâlinde Girid’e asker çıkarıp, bol mikdârda cephane yığdırdı. Müslümanları öldürmeye başlayınca, Osmanlı askeri de rum çetelerine karşılık verdi. Bunun üzerine Yunanlılar; “Osmanlılar hıristiyanları kesiyor” diyerek Avrupa’da Türk mezâlimi yaygarasını kopardılar. Osmanlı Devleti’ne karşı seferberlik îlân ettiler. Harp tarafdârı olmayan Sultan, Edhem Paşa kumandasındaki ordusunu hazır hâle getirdi. Yunanlıların Osmanlı sınırlarını ihlâl etmesi üzerine, 18 Nisan 1897 günü Sultan Yunanlılara karşı harb îlân etti. Osmanlı ordusu kısa zamanda Atina kapılarına dayandı. Yunanistan’ın Osmanlılar tarafından geri alınacağını anlayan Yunan hükümeti, Avrupa’dan yardım istedi. Rus çarı mütâreke için İstanbul’a telgraf çekti. Abdülhamîd Han, harp tazmînâtı almak ve Teselya ile Narda’nın iadesi şartıyla mütârekeyi kabul etti. Fakat Avrupa devletleri Sultân’ı harble tehdîd ederek Yunanistan lehine sulh yaptırdılar
(Bkz. Yunan Harbleri).
İslâm düşmanı olan İngilizler, Osmanlı Devleti’nin iyiye gidişini durdurmak ve yıkmak için çeşitli faaliyetlerde bulundular, isyân çıkarabilecekleri en müsait yerleri araştırdılar. İttihâd ve Terakkî nin çalışmalarına hız verdirdiler. Pâdişâh’ın aleyhinde olan basını harekete geçirdiler. Arabistan yarımadasında, Necd bölgesinde yaşayan bedevî kabîlelerini, Doğu Anadolu’da ermenileri devlete karşı isyân ettirdiler. Arabistan’da çıkan isyân sonunda Basra körfezi ve havalisi İngiliz nüfuzu altına girdi. Ayrıca Yemen’de de Osmanlılara karşı isyân çıkarttılar. Seneler süren çarpışmalarda yüz binlerce Osmanlı yiğidi şehîd düştü. Giden bir daha geri dönmedi. Osmanlı kuvvetlerinin çöllerde heba olmasına sebeb olan İngilizler, Pâdişâh’ın hilâfet nüfuzunu bu şekilde kırmaya çalıştılar. Fakat, Abdülhamîd Han’ın cesaret ve celâdetle karşı koyması, İngilizleri şaşkına çevirdi.
Memleketin bütünlüğü konusunda fevkalâde hassasiyet gösteren Abdülhamîd Han, Berlin andlaşmasının, Anadolu’da ermenilerin yaşadığı vilâyetlerde ıslâhât yapılmasını isteyen 61. maddesini kesinlikle tatbik etmedi. Bunun ermeni muhtariyetini doğuracağını görerek; “ölürüm de bu maddeyi uygulayamam” dedi. Başta İngiltere ve diğer Avrupa devletlerinin tehdîdlerine rağmen, bu konuda tâviz vermedi. Tâviz verme yanlısı olan sadrâzam ve devlet adamlarını da azletti. Bunun üzerine İngilizler, ermenileri isyâna teşvik ettiler. Doğu Anadolu’da çıkan ermeni isyânları ile pek çok müslüman hunharca katledildi. Bunu önlemek için Sultan, Hamîdiye alaylarını kurdu. Bu birlikler yerli halktan alınan askerlerden meydana geliyordu ve bölgenin asayişini sağlamakla görevli idi (Bkz. Hamîdiye Alayları). Ermeniler Doğu Anadolu’da isyân çıkarmakla yetinmediler. Sultân’ı öldürmek için fırsat kollamaya başladılar. Saatli bir bomba ile Osmanlı sultânını şehîd ettikten sonra Bâb-ı âlîyi, Galata köprüsünü, Osmanlı Bankası’nı, tüneli, bâzı resmî kuruluşlarla birlikte yabancı sefarethânelerini, husûsî iş yerlerini havaya uçurmak, müthiş bir kargaşalık ve isyân çıkararak İstanbul’u kan gölü hâline getirmek, böylece Avrupa devletlerinin askerî müdâhalesine sebeb olarak ermeni mes’elesini hâlletmek için plân yaptılar. Suikastın elebaşıları Troşak ermeni ihtilâl komitesi reislerinden Bakü’lü Samoil Kayın diğer adıyla Hristofor Mikaelyan ile yardımcılarıydı. Saatli bomba kurup patlatmada büyük bir usta olan Belçikalı anarşist E. Jorris’e çok para vererek bu işi yapmaya ikna ettiler. Jorris hazırlıklarını yaparak, bombayı 21 Temmuz 1905 Cuma günü patlatmaya karar verdi. O gün Sultan, namazını kıldıktan sonra, câmiden çıkarken, merdivenlerin başında şeyhülislâm Mehmed Cemâleddîn Efendi ile mu’tadından daha uzun konuştu. Ondan ayrılıp ağır ağır merdivenlerden inmeye başladığı anda bir kaç metre ileride yeri göğü sarsan büyük bir bomba patladı. Suikasttan salimen kurtulan sultan, Düyük bir tevekkül ile Allahü teâlâya sığınmış, dimdik duruyordu. Bulunduğu yerden soğukkanlılıkla, ayakta, hâdiselerin gelişmesini tâkib etti. Vazifeli subaylara, hâdisenin olduğu yerden uzaklaşmak için kaçanları gösterip, yakalanmaları için emirler verdi, gür ve tok sesi ile; “Korkmayın! Korkmayınl” diyerek halkı yatıştırdı. Yirmi altı kişi ölmüş, elli sekiz kişi de yaralanmıştı.
Bu
panik anında binlerce seyirci ve ecnebi diplomata karşı düşünmeden; “Kendimce
en büyük emel, ahâlinin rahat ve mes’ûd olmasıdır. Bu uğurda, gece-gündüz nasıl
çalışıldığı ve gayret gösterildiği malûmdur. Gayret ve hüsn-i niyetimin
mintarafillah (Allah tarafından) mükâfatı, şu hâdiseden, hıfz-ı Hüdâ (Allah’ın,
korumasıyla) emîn olmaklığımdır (kurtulmamdır). Onun için, cenâb-ı Hakk’a şükür
ve hamd ederim. Müteessir olduğum bir şey varsa, asker evlâdlarımdan ve
ahâliden bâzılarının telef ve mecruh olmalarıdır (yaralanmaları ve
ölmeleridir). Buna ilelebed teessüf ederim. Tebeamın hakkımda göstermiş
oldukları hissiyata bütün samimiyetimle memnuniyetimi beyân eyler, âfât-ı
semâviyye ve erdiyyeden (göğe ve yere âit âfetlerden) masuniyetleri
(korunmaları) için duâ ederim” diyerek temiz kalbliliğini, milletin olgun ve
şefkatli bir babası olduğunu gösterdi.
Sultan
Abdülhamîd Han’ın başarı ile karşı koyduğu konulardan biri de Filistin
mes’elesi idi. Yahûdîler Arz-ı Mev’ûd (vâdedilmiş topraklar) üzerinde devlet
kurma çalışmalarına İngiltere’de başlamışlardı. Bu gayenin tahakkuku için
Siyonist teşkilâtlar kurup zengin gelir kaynakları te’min ettiler. Siyonist
hareketlerin başına geçen Theodor Herzl, Filistin’de bir yahûdî devletinin,
kurulması için çok çalıştı. Yahudiler 1870 senesinden îtibâren Filistin
toprakları üzerinde ziraî yerleşme merkezleri teşkil etmeye başladılar.
1870-1896 seneleri arasında, Filistin’de on yedi tarım kolonisi kurdular. Daha
sonra Herzl, binbir zorlukla sultan Abdülhamîd Han ile görüşme imkânı
bulabildi. Ondan Filistin’de bir aristokratik cumhuriyet kurmak için izin
istedi ve bâzı tekliflerde bulundu. Hattâ, Osmanlı Devleti’nin bütün borçlarını
ödemeyi taahhüd ettiler. Sultan, Herzl’in bizzat veya dostları vasıtasıyla
yaptığı teklifleri kabul etmeyerek târihe altın harflerle geçen şu cevâbını
verdi:
“Ben bir karış dahi olsa toprak satmam; zîrâ bu vatan bana değil milletime âiddir. Milletim bu devleti kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldar kılmışdır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim, Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehîd düşmüşlerdir, bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muhârebe meydanlarında kalmışlardır. Bu vatan bana âid değildir. Türk milletinindir ve ben onun hiç bir parçasını veremem. Bırakalım yahûdîler milyarlarını saklasınlar. Ancak benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsâde edemem.”
Herzl, Abdülhamîd Han’ın bu cevâbından sonra da ona müracaattan vaz geçmedi. Sultan da, Filistin’in tamâmını arâzî-i şâhâne ilân etti. Bizzat şahsına bağlı bir orduyu Filistin’de vazifelendirdi. Filistin’de yeni demiryolları ve zirâat kuruluşları te’sis etti. Bölgeden yahûdîlere toprak satılmasını yasakladı. Kafkas ve Balkanlardaki bir kısım müslümanian Filistin’e yerleştirdi. Bütün bunlar Herzl’in faaliyet şeklini değiştirmesine sebeb oldu. Jön Türkleri, ermeni ve rumları pâdişâha karşı kışkırttı. İngilizlere, Osmanlı Devleti’nde İkinci Meşrûtiyet’in îlânı için baskı yapılmasını teklif etti
(Bkz. Filistin Mes’elesi).
1890 senesinde İngilizlerin yardımıyla kurulan İttihâd ve Terakkî cemiyetinin ilk hedefi, sultan Abdülhamîd’i tahttan indirmek ve meşrûtiyeti îlân etmekti. Cemiyet kısa sürede tahminlerin üzerinde tarafdâr topladı. 1897 senesinde, Sultân’ı hal’ etmek için hazırlıklara girişmeleri üzerine, faaliyetleri Pâdişâh’a bildirildi. Sultan suçları îdâm olan bu cemiyet üyelerini, merhamet edip yurdun çeşitti yerlerine sürdü. Bâzıları Paris’e kaçarak devlet aleyhindeki faaliyetlerine devam ettiler. 1902 senesi Şubat ayında Paris’te Ahrâr-ı Osmaniye ismini verdikleri bir kongrede Sultan aleyhdârı Türk, rum, ermeni, arnavud, yahûdî, çerkes ve İttihâd ve Terakkî üyeleri bir araya geldiler. Bunlar Osmanlı’nın Doğu Anadolu ve Makedonya eyâletlerine muhtariyet verilmesini istiyorlardı. Öncelikle yahûdî ve ermeni gibi milletlere hak tanınsın, sonra muhtariyet, istiklâl verilsin diyorlardı. Bu isteklerini bir karar hâline getirdiler. Ayrıca Sultan aleyhindeki faaliyetlerini hızlandırabilecekleri yer olarak Makedonya’yı seçtiler.
İttihâdcılar,
her yerde görüşlerini yayarak, Balkanlardaki komitacılarla işbirliğine
başladılar. Müslüman kanı dökmekten zevk alan bulgar, sırp, yunan çeteleri,
sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan uzaklaştırmak için İttihâd ve Terakkî
cemiyetine kucak açtılar. İttihâdcılar 1908’de Payitahta karşı şiddetli bir
tehdîd propagandasına başladılar. Aynı zamanda arnavut İhtilâl komitesiyle
birleştiler. Üsküp civarında altı bin arnavud toplanarak, sultan Abdülhamîd
Han’a telgraf çektiler. Meşrûtiyeti îlân etmezse elli bin kişiyle İstanbul’a
yürüyeceklerini bildirdiler. Sultan Abdülhamîd Han, İttihâd ve Terakkî
komitesinin gayr-i müslimlerle birleşmesine, Avrupa devletlerinden yardım
istemelerine ve gönderdikleri tehdîd dolu telgraflara çok üzüldü. Bu çetelerin
üzerine az bir asker göndermekle haklarından gelirdi. Fakat kan dökmek
istemiyordu. Olayları önleyemeyen bir rivayette de bu olayları destekleyen
sadrâzam Avlonyalı Dâmâd Ferîd Paşa’yı 22 Temmuz 1908’de azletti. Yerine Küçük
Saîd Paşa’yı yedinci defa sadrâzamlığa tâyin etti. Harbiye nâzırlığına, Müşir
Ömer Rüşdî Paşa’yı getirdi. Otuz iki sene önce îlân edilen Birinci Meşrûtiyet’ten
sonra ikinci defa meşrûtiyeti îlân etmeye zorlanıyordu. Sultan, sarayda yeni
bir hey’et teşekkül ettirerek, Türklerin hakimiyetinde olan bir yapıya sâhib
olacak bir meclise yeni bir kânûn-i esâsî hazırlattırıp tatbik etmeyi
düşünüyordu. Fakat çıkan yerel isyânlar, İttihâdcıların Avrupa devletlerinden
yardım istemeleri ve ihtilâl hazırlıkları sebebiyle yeni bir kânûn-i esâsî
hazırlamaya fırsat yoktu. Daha fazla müslüman kanı dökülmesini istemeyen
Sultan, 23 Temmuz 1908’de Kânûn-i esâsîyi tekrar yürürlüğe koyarak ikinci
Meşrûtiyeti îlân etti.
Meşrûtiyet’in îlânı ile, İttihâd ve Terakkî cemiyetinin ileri gelenlerinden Cemâl, Enver, Talat, Necip, Rahmi beyler İstanbul’a gelerek sadrâzama ve devlet erkânına baskı yapmaya, hükûmetin işlerine karışmaya başladılar, îlân edilen umûmî af ile yurda dönen Jön Türkler ve dağlardan silâhlarını bırakarak inen komitacıların da katıldığı sun’i ve sözde kardeşlik havası fazla sürmedi. İttihâdcıların ilk anda yaptığı hatâlar sebebiyle Bulgaristan, 5 Ekim 1908’de Osmanlı Cihân Devleti’nden ayrılarak krallığını îlân etti. Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek eyâletini işgal etti. 6 Ekim 1908’de Girid eyâlet meclisi Osmanlı Devleti’nden ayrılıp Yunanistan’a katıldığını açıkladı. Bu hâdiseler, sultan Abdülhamîd Han’ın dış politikasındaki dehâsını ortaya çıkarıyordu. Otuz sene durmuş olan facialar tekrar başladı.
Aralık 1908’de Meclis-i meb’ûsan toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahi meb’ûs seçilerek meclise girmişti. Meclisteki azınlıklar daha etkili idi. Meşrûtiyete göre Sultan, sâdece sadrâzam ile şeyhülislâmı seçebiliyordu. Sadrâzam da nâzırları seçiyor, kabine güven oyu alırsa çalışıyor, meclis istediği zaman hükûmeti düşürebiliyordu. Neticede devletin idaresi ehliyetsiz, tecrübesiz ellere geçti. Böylece çeşitli din, dil ve ırka mensup meb’usların hepsi Osmanlı Devleti’nden ayrılarak istiklâllerini îlân etmek için her türlü gayr-i meşru vâsıtalara başvuruyorlardı. Binlerce müslümanın kanına giren yunan, sırp, bulgar ve ermeni çetecileri için umûmî af îlân edildi. Osmanlı Devleti’nden kaçan ne kadar isyâncı varsa, hepsine yeniden kapılar açıldı ve bunlar İstanbul’a geldiler. İngilizler, Ruslar ve diğer hıristiyan devletler, azınlıklara el altından bol mikdarda silâh gönderdiler. İttihâd ve Terakkî cemiyeti liderleri, yaptıkları acemi siyâsetleri ile ortalığı birbirine karıştırmışlardı. Yapacakları icrâatlarda kendilerine destek olması için, Selanik’ten avcı taburlarını getirerek taş kışlaya yerleştirdiler. Kendilerine karşı olan kimseleri çekinmeden öldürüyorlar, memlekette terör havası estiriyorlardı. Kısa zamanda halkın huzuru kaçtı. İttihâdçılar lanetle anılmaya başlandı. Yine bunların baskısıyla hükûmet alaylı subayları ordudan çıkarttı. Bu sırada bâzı gazeteler ittihâdçılara karşı halkın dînî duygularını galeyana getiren neşriyat yaparak; halkı ve orduyu isyâna teşvik ediyordu. Rûmî 31 Mart günü dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı isyân ederek subaylarını hapsettiler. Pâdişâh Abdülhamîd Han, isyânı Hüseyin Hilmi Paşa’nın gönderdiği bir telgraf sonucu öğrendi. İsyancılar sadrâzamın azledilmesini, görevden alınan alaylı subayların tekrar orduya alınmasını istiyorlardı. Bunun üzerine Hüseyin Hilmi Paşa’yı sadrâzamlıktan azl ederek yerine Tevfik Paşa’yı getirdi ve Müşir Edhem Paşa’yı da harbiye nâzırı yaptı. Mâbeyn başkâtibi ile isyâncılara, isyândan vazgeçtikleri takdirde af edildiklerine dâir bir hatt-ı hümâyûn gönderdi. Bunun üzerine isyân bir mikdâr yatıştıysa da ertesi gün yine alevlendi.
İsyanın Rumeli’deki yankısı büyük oldu. Hâdisenin kim tarafından hazırlandığı belli olmadığı için, Sultan boy hedefi oldu. Üçüncü ordü ile gönüllü bulgar müfrezesi ve sırp, yunan, yahûdî, arnavut çetecilerinden müteşekkil bir ordu kurularak İstanbul’a sevkedildi. Bu orduya Hareket ordusu denildi. Ordunun gayesi Sultân’ı tahttan indirmekti. Pâdişâhla sâdık bâzı paşalar saraya gelerek Yıldız ve civarındaki birliklerin Hareket ordusuna karşı kullanılması için izin istediler. Abdülhamîd Han; “Tüfekçilerin silâhları toplansın, kimse silâh atmasın, müslümanı müslümana kırdırmam” diyerek” bu teklifi reddetti. Kuvvetli olmasına rağmen büyük fitne çıkmaması için bunu kullandırtmadı. Hareket ordusu İstanbul önlerindeyken, Abdülhamîd Han; “Madem beni istemiyorlar, saltanatı biraderime ferağ ederim, devleti o idare etsin. Fakat bir meclis mi, yoksa Dîvân-i âlî mi ne kurulursa kurulup, benim hâdise ile alâkamın olup olmadığı tesbit edilmelidir” demişti. Ancak Saîd Paşa; “Suçsuz çıkarsa halimiz nice olur” diyerek resmî tahkikatın açılmasına mâni oldu.
Mevcudu on beş bine varan Hareket ordusu, 24 Nisan’da Topkapı ve Edirnekapı’dan şehre girerek yol üzerindeki askerî karakolları teslim aldı ve Harbiye nezâretini işgal etti. Taksim kışlasında ve Taşkışla’daki mukavemet, şiddetli top ateşi karşısında kırıldı. Bu arada Yıldız Sarayı’nın işgali sırasında sultan Abdülhamîd Han, mukâvemet etmek isteyen askerlere; “Ben halîfe-i İslâm’ım, müslümanı müslümana kırdırmam. Silâh çekmek isteyen ilk önce beni vursun sonra diğer asker kardeşlerine kurşun atsın” demek suretiyle çatışmanın önüne geçti. Fakat ülkenin en mükemmel ordusu olan Birinci orduya direnme emri verilseydi, derme-çatma olan Hareket ordusu bir anda dağıtılabilirdi. Pâdişâh’ın emrine boyun eğen askerler silâhlarını teslim ettiler. Böylece 25 Nisan günü Hareket ordusu İstanbul’a hâkim oldu. Mahmûd Şevket Paşa, sıkıyönetim îlân ederek suçlu suçsuz bir çok insanı îdâm ettirdi. Yüzlerce balkan çetesiyle saraya girerek, kıymetli eşyaları yağmaladı, İttihâd ve Terakkî hâkimiyetini devam ettirmek için İstanbul’da terör havası estirmeye başladı.
27 Nisan 1909 günü Âyân ve Meb’ûslar meclisi toplandı. Âyân’dan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, kürsüye gelerek, önceden kararlaştırıldığı gibi Pâdişâh’ın hal’ edilmesini teklif etmişti. Bu teklif kabul edildikten sonra, yine Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, hal’ karârının bir fetvaya istinâd ettirilmesi lüzumuna işaret etmişti. Hal’ fetvasının ilk müsveddesini meb’uslardan Elmalılı Hamdi Yazır hoca yazmıştı. Fetvada Sultan Abdülhamîd Han’a 31 Mart isyânına sebeb olmak, din kitaplarını tahrif etmek ve yakmak, devletin hazînesini israf etmek, insanları suçsuz oldukları hâlde îdâm ettirmek... gibi suçlar yükleniyordu. Meclis, bu fetva gereği Sultân’ı hal’ karârı aldı.
Nihayet,
hal’ karârını Pâdişâh’a tebliğ için, Âyan ve Meb’ûsan’ı temsîlen bir hey’et
seçilmiş ve Yıldız Sarayı’na gönderilmişti. Yıldız’a Sultan Abdülhamîd Han’a
hal’ini tebliğ için gönderilen hey’etin teşekkül tarzı ise, Türk târihinin en
yüz kızartıcı hâdiselerinden birisi oldu. Bütün Osmanlı tebaasını temsil etmesi
gerektiği iddiası ile teşekkül olunan hey’ette tek bir Türk yoktu. Bunlar
yahûdî Emanuel Karasso, arnavut Esat Toptanî, ermeni Aram Efendi ve Pâdişâh’ın
uzun seneler yaverliğini yapmış olan katışık soydan Arif Hikmet Paşa idiler.
Pâdişâh, hal’ karârını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu mâbeyn başkâtibi
Cevâd Bey’e sorup öğrenince; “Bir Türk pâdişâhına, İslâm halîfesine hal’
karârını bildirmek için bir yahûdî, bir ermeni, bir arnavut ve bir nankörden
başkasını bulamadılar mı?!” demekten kendini alamadı.
İttihâdçılar, o gece (27 Nisan 1909) sultan Abdülhamîd Han’ı İstanbul’dan çıkararak, kontrol altında tutabilecekleri bir yere nakletmeyi düşünüyorlardı. En emin yer; İttihâd ve Terakkî Cemiyeti ile Üçüncü ordunun hâkimiyeti altındaki Selânik idi. Bu suretle sultan Abdülhamîd Han, kendisine baş kaldıran Selanik Halkının ayağına getirilerek rencide edilecekti. Sultan Abdülhamîd, hemen o gece 38 kişilik maiyyetiyle trene bindirilerek hiçbir şeyini almasına izin verilmedi. Pâdişâh’a yolculuğunda üç kızı ile oğullarının ikisi refakat etti. Selanik’te Alâtini Köşkü kendisine tahsis edildi. Burada çok sıkı bir nezâret içinde acıklı yıllar geçirdi. Bu arada özellikle gazete okumasına asla izin verilmedi.
Sarayında bütün serveti yağmalanan Sultan, Selanik’te geçirdiği ızdırâblı günler sırasında, İttihâd ve Terakkî cemiyeti tarafından gönderilen telgrafla, yabancı bankalarda bulunan bütün nakit ve mevduâtına el koyabilmek için mâliye nâzırı Câvid Bey’e vekâletname vermeye zorlandı. Vaziyet hem ciddî hem vahim’di. Tasarruf, devlet adına yapılıyor, vâzıülyedlik hakkı (el koyma) orduya bırakılıyordu. Bu durumu Abdülhamîd Han hâtıratındâ şöyle anlatmaktadır: “Bu günler hayâtımın en elim günleriydi. Yalnız ben değil, çoluk-çocuğum da tazyik ediliyordu. Muhâfız subaylar, eğer istedikleri parayı ordu emrine vermezsem, köşkün Osmanlı donanması ile topa tutulacağını, hepimizin yok olacağını söylemekten çekinmiyorlardı. İstedikleri paranın bir kısmı tahvil, bir kısmı ise çocuklarının Ayrupa’da tahsili için Kredi Liyona bankasına yatırdığım elli bin lira idi. Memleketimden esirgeyeceğim hiç bir şeyim yoktu. Severek bu son üç-beş kuruşumu da verebilirdim. Fakat hayâtımız bile emniyet altında değildi. Bizi korumakla vazîfeli olanlar, bizi ölümle, topa tutmakla tehdîd ediyorlardı. Vekâletnâmeyi gönderen hareket ordusu kumandanı Mahmûd Şevket Paşa; “Öldüğün zaman bu para nasılsa elimize geçecek, bizi buna zorlama, gönül rızânla ver de elimizi kana bulamayalım” diyebiliyordu. Yanımda duran Fethi Bey’in yüzü sapsarı idi. Ona; “Getir vekâletnameyi imzâlıyacağım” dedim. “Böylece büyük Osmanlı Sultân’ı şahsî servetinden mahrum bırakılarak devlete ve hükûmete el açar duruma getirildi.
İkinci Meşrûtiyet’in başlangıcı, memleketimiz için büyük felâket ve ziyanlara sebeb oldu. 1911 (H. 1329)’da Trablusgarb’ı İtalyanlar işgal etti. 1912 (H. 1331)’de Balkan harbi bozgunu oldu. İki büyük kıta ile ilgimiz kesildi. Afrika’da bir milyon iki yüz bin; Rumli’de ise, iki yüz elli bin kilometre kare yerimiz elden gitti.
Sultan
Abdülhamîd Han, Selanik’te üç yıldan fazla kaldı. Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne
harb îlân etmesi üzerine, Büyük kabine denilen Gâzi Ahmed Muhtar Paşa kabînesi,
sultan Abdülhamîd Han’ın Selânik’de muhafazası zorlaşacağından, İstanbul’a
nakledilmesini kararlaştırdı. Sultan Reşâd da bu karârı tasdik etti.
1
Kasım 1912 günü Loreley vapuru ile İstanbul’a getirilen Hâkân-ı sabık,
İkâmetine tahsis olunan Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi.
Sultan Abdülhamîd Han, Beylerbeyi Sarayı’nda beş buçuk yıl yaşadı. Bu müddet zarfında, otuz üç yıl dâhiyane bir denge siyâseti ile harp riskine sokmadan ayakta tutmaya çalıştığı devletin bir oldu-bittiye getirilerek Harb-ı umûmî felâketine sürüklendiğine şâhid oldu.
İngilizler ve Fransızların Çanakkale Boğazı’nı zorladıkları günlerdi... Boğaz istihkâmlarının dayanamayacağı ve düşman donanmasının Marmara Denizi’ne geçebileceğinden endişe edildiği için, bir tedbir olarak pâdişâhın ve hükûmetin Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı. Durum Abdülhamîd Han’a bildirilince; “Ben Fâtih’in torunuyum. Hiç bir vakit Bizans imparatoru Kostantin’den aşağı kalamam. Dedem İstanbul’u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim nereye giderlerse gitsinler. Fakat o ve hükûmet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben Beylerbeyi Sarayı’ndan ayağımı dışarıya atmam!” diye cevâb verdi. Onun bu kararlığı karşısında hükûmet İstanbul’da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılmasını önlemiş oldu.
Abdülhamîd Han, Harb-i Umûmî’nin sonuna yaklaşıldığı 1918 yılının Şubat ayı başında hastalandı. Yetmiş yedi yaşında idi. Şiddetli bir nezleye tutulmuş, yaşlılığından dolayı yatağa düşmüştü. 10 Şubat 1918 günü akşamı vefât etti.
Sultan Hamîd’i tahtından indiren İttihâd ve Terakkî idarecileri sonunda memleketi düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. Onun büyüklüğünü anlıyamadıklarını itiraf edip hayatlarını hüsranla bitirdiler. İlk olarak Enver Paşa, Talat Paşa, Doktor Behâeddîn Şâkir, Doktor Nazım 30 Ekim 1918’de Mondros mütârekesini imza ettikten bir gün sonra, gece yarısı memleketi terk ettiler. Talat Paşa 1921’de kırk dokuz yaşında Berlin’de, Enver Paşa kırk yaşında 1922’de Türkistan’da, Cemâl Paşa da 1922’de elli yaşında Tiflis’de öldürüldüler.
Abdülhamîd
Han daha 30 Temmuz 1908’de, İttihâdçılar idareyi gasb ederken; “Türkiye’yi 10
sene idare edebilirlerse, bir asır idare edebildik diye sevinsinler” diyerek
muhtemel neticeyi daha işin başında işaret ediyordu. Böylece koca devlet
İttihâd ve Terakkî kelimelerinin taşıdığı mânânın tamamen zıddına yol aldı ve
kısa zamanda dağılmış oldu.
Sultan Abdülhamîd Han büyük güçler arasındaki rekabet üzerine kurulan dış politikayı göz önüne alıp, zaman kazanarak devleti ekonomik bakımdan kalkındıracak gerekli reformları yapmak gayesini güttü. Ancak Tanzîmât döneminin borç yükü Pâdişâh’ın elini kolunu bağlıyordu. Siyâsî buhranların yanında devlet, maddî bakımdan güç durumda idi. Harpler, hazîneyi bitirmiş ve dış ülkelere milyonlarca borcun altına girilmişti. Abdülhamîd Han, pâdişâh olunca, devletin bütün borçlarını ödemeyi vâdetmiş ve sarsılan haricî itibârı bu şekilde düzeltme yoluna gitmişti. Alacaklı olan devletler ile 1 Eylül 1881’de İstanbul’da toplantı yapıldı. Görüşmeler sonunda anlaşmaya varıldı. Muharrem kararnamesi diye meşhur olan kararnameyle devletin borçlarının kısa yoldan Ödeneceği açıklandı. Pek siyâsî bir dehâ olan Sultan, alacaklı olan İngiltere ve Fransa’yı razı ederek, borçların mikdârını indirtti. Bu borçları tahsîl etmek için Düyûn-ı umûmiye idaresi kuruldu. Bu idareye, tütün, tuz ve ipek vergi gelirleri ile, damga pulu ve balık resimleri gibi bâzı vergileri toplama yetkisi verildi. Abdülhamîd Han, saltanatı boyunca, dış borçların büyük bir kısmını ödedi. Az mikdarda dış borç aldı.
(Bkz. Düyûn-i Umûmiye).
Sultan Abdülhamîd Han’ın eğitim ve îmâr bakımından hizmeti büyüktür. Bunlar, onun dikkatle tâkib ettiği hususlardı. Sultan, hükümdarlığı boyunca en çok hizmet ve gayreti bu sahada yapmıştır. Onun bu faaliyetlerini düşmanları bile kabul etmiştir. Onun devri, ilmî, edebî, dînî yayınlar bakımından Osmanlı Devleti’nin en zengin ve verimli zamanlarından biridir. Matbaaların sayısı artmış; neşriyat faaliyeti fevkalâde gelişmiştir. Her ilim dalında yeni ve modern eserler basılmış, lügatler, ansiklopediler neşredilmiş, Türk lügatçiliği bugün bile o devrin çalışmalarını geçememiştir. Yaptırdığı ilk, orta, lise ve yüksek okulların bir hayli çok olduğu, devrinde çıkan ve hemen her sayısında yaptırılan mekteplerin resimlerine yer veren mecmualardan anlaşılmaktadır. Yine bu devirde yüksek payelerle taltif edilen ilim adamları dâima üstün tutulmuştur. Bunlardan Safvet ve Tunuslu Hayreddîn paşalarla, Ârifi ve Kadri paşalar sadrâzam olmuşlar; Cevdet Paşa, Akif Paşa, Abidîn Paşa, Giridli Sırrı Paşa, Vidinli Tevfik Paşa, Münif Paşa, Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, Sâdullah Paşa ve daha niceleri dâima devletin en yüksek kademelerinde hizmet görmüşlerdir. İlim, irfan ve edebî sahada hizmet verebilmeleri için kendilerine imkânlar tanınmıştır. Dâima himaye görerek eserlerinin, ilim âlemine; edebiyat dünyasına takdim edilmeleri te’min edilmiştir. Fakat edebiyat adı ile yıkıcılığı meslek edinenlerden bâzıları, ilim adına hiyânet yoluna sapmışlar, bir kaç eserin neşredilmemesini bahane ederek, sansür yaygaralarını koparıp istibdâd iftiralarında bulunmuşlardır. Yapılan araştırmalar, bunların gerçekle ilgisinin bulunmadığını ve iftira olduğunu “ortaya çıkarmıştır.
Sultan Abdülhamîd Han, memleketin her köşesine okullar yaptırarak, eğitim ve öğretimin sıkı bir şekilde yapılmasına gayret sarfetmiştir. Basra, Bağdâd, Musul, Haleb, Suriye, Beyrut, Kudüs, Hicaz, Yemen, Bingâzi ve daha pek çok yerde ilk, orta, lise ve yüksek okul yaptırmıştır. Anadolu ve Rumeli’de yaptırdığı orta ve yüksek mekteplerin mikdârı bir hayli kabarıktır. Bunlardan bir kısmı günümüzde de öğretime devam etmektedir.
Kaliteli
eleman, me’mur yetiştirmek üzere açtığı yüksek okullardan bâzıları: Mekteb-i
Mülkiye, Güzel San’atlar Akademisi, Yüksek Ticâret Mektebi, Hukuk, Yüksek
Mühendis Mektebi, Bursa’da İpekçilik Mektebi, Halkalı Zirâat ve Baytar Mektebi,
Yatılı Kız Lisesi, Mülkiye Lisesi, Üsküdar Lisesi, Mâden Arama Mektebi, Fen ve
Edebiyat Fakülteleri, Dilsiz ve Sağırlar Mektebi. Bir çok vilâyetlerde
dârülmuallimînler ve bunlar gibi pek çok mektepleri hep sultan Abdülhamîd Han
yaptırmıştır.
Askerî Tıbbiye’den çıkan hekimlerin staj yapmaları gayesiyle, 1898 senesinde Viyana’dan başka bir yerde eşi bulunmayan Gülhâne Tabâbet-i Askeriye Tatbîkât Mektebi kuruldu. Bu okulun kurulması için Bonn Üniversitesi cerrahî profesörü Robert Rieder, paşa ünvânıyla getirildi. Her bölümün laboratuvarları en yeni âlet ve makinalarla teçhiz edilmişti.
Bu laboratuvarlara her talebe için birer mikroskop konulmuştu. Avrupa’dan getirilen seçme profesörlerin yetiştirdikleri hekimler, daha sonra tıb fakültelerinde hocalık yaparak gençlere modern tıb bilgilerini öğrettiler ve değerli mütehassıs hekimler yetiştirdiler. 1903 senesinde Haydarpaşa Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne ve bunun denetimi altında ve tıb yanında bir de ecza sınıfı bulunan Şam Tıbbiyesi açıldı.
Hastahâneler, klinikler, modern tıbbî âlet ve edevat hep bu devirde yaptırılmıştır. Kendi parasıyla yaptırdığı Şişli Etfal Hastahânesi, bir kısım masraflarını kesesinden karşıladığı Darülaceze, bunların en mühimlerindendir. Beyoğlu Kadın Hastahânesi yine onun eseridir. Mehmed Fahri Bey, Besim Ömer, Asaf Derviş, mîralay Remzi, Ziya Nuri, mîralay Mehmet Şâkir Bey, Mazhâr Osman gibi doktorlar bu devrin meşhur simaları arasındadır. Bunlar gibi daha yüzlerce tabib ve mütehassıs, Avrupa ve dünyâ tıb çevrelerinde söz sahibi idiler. Herbiri İstiklâl harbinde hizmet görmüşler, sonradan kurulan tıb fakülteleri ve yetişen elemanlar, bu devirde yetişen ilim adamlarının eseri olmuştur. Ayrıca, yüksek okullara talebe yetiştirmek üzere ilk ve orta öğretime çok önem verdi. Bütün vilâyetlere batı tarzında okullar açtırdı. İbtidâî ismi verilen ilk mektepleri köylere kadar götürdü. Rüşdiye yâni ortaokullardan itibaren yabancı lisan öğrenimi mecburî tutuldu. Memleketin çehresi değişti, kültür seviyesi yükseldi. Ancak bu mekteblerde yetişen kültürlü genç neslin büyük kısmı Çanakkale savaşlarında şehîd oldu.
Müze-i hümâyûn (Eski eser müzesi), Askerî Müze, Yıldız Arşivi ve Kütüphânesi, Bâyezîd Kütüphânesi’ni kurdurduğu gibi, kütüphânelerdeki kitapların kataloglarını yaptırdı.
Abdülhamîd
Han, basın ve yayın çatışmalarını desteklediği için kitap, dergi, mecmua ve
gazete sayısında büyük artışlar meydana geldi (Bkz. Basın ve Matbûât). İstanbul
başta olmak üzere, diğer şehirlerin, önemli yerlerin fotoğraflarını çektirip,
değerli bir albüm kolleksiyonu hazırlattı. Bu albümler, bugün İstanbul
Üniversitesi Kütüphânesi’nde mevcuttur.
Sultan Abdülhamîd Han’ın askerî sahadaki hizmetleri de takdire şayandır. Balkan harbi ve Birinci dünyâ savaşı sırasında orduda vazîfeli bütün subaylar ile Millî mücâdelenin komutanları onun devrinde yetişmiştir. Çok mikdarda tüfek, yüzlerce serî ateşli topları hep o te’min ettirmiştir. İstanbul ve Çanakkale boğazlarını tahkim ettirdi. Pek çok askerî te’sisleri tamir ettirip yenilerini yaptırdı. Memleketin başına gelecek felâketi önceden tahmin ettiğinden ona göre hazırlık yaptırdı. Birinci cihân harbinde Çanakkale, sultan Abdülhamîd Han’ın yaptırdığı istihkâmlarla kendini savunmuştur. Ordu mensuplarının maaş ve geçim hususlarıyla bizzat ilgilenir, ailelerinin geçim şartlarına îtinâ gösterirdi. En sıkıntılı zamanlarda bile askerlerin maaşlarının muntazam verilmesi için olağanüstü tedbirler araştırır, hâl çâresi bulurdu. Her müşkilât için sarayda husûsî komisyonlar kurdurur, iyice tedkîk ettirip en faydalısını tatbikata koyardı. Askerî sahada ön safta yer alabilmemiz için ilmî, fenni; teknik her hususta yenileşmenin, muasır seviyeyi aşmanın ideâlini dâima muhafaza etmiştir. İlk defa denizaltı proje ve inşâsı hususundaki başarılı çalışmaları bunların en bariz örneğidir. Harp gücünü kaybetmiş eski gemileri Haliç’e çekip, Avrupa’da yeni yapılan üstün evsaflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. Askerî ıslâhat için Almanya’dan uzmanlar getirttiği gibi, eğitim için bu ülkeye Türk subayları gönderdi. Askerî rüşdiyeleri ve idadileri çoğalttı. Kâğıthâne’de bir poligon kurdurdu. Subayı öyle şerefli idi ki, bir kahve önünden bir binbaşı geçerken kahvede oturanlar ayağa kalkarak saygı gösterirlerdi. Öyle bolluk vardı ki, bir binbaşının evinde pişen yemekten bir, mahalle fakirlerinin karnı doyardı.
Abdülhamîd Han, zirâat, sanâyî ve ticâret odalarını açtırdı. İlk defa bugünkü mânâda nüfûs tahrîri (sayım) teşkilatını kurarak memlekeldeki insan gücü ve mal varlığının istatistiğini yaptırdı ve senelik artış ve düşüşün düzenli bir şekilde tesbit edilmesini sağladı.
Hereke kumaş fabrikasını genişletti. Çini fabrikası açtırdı. İmâr ve bayındırlık faaliyetlerine hız verdi. Anadolu ve Rumeli’de yol bulunmayan yerlere şose yaptırdı. Terkos suyunu İstanbul’a getirtti. Osmanlı Bankası ve Reji binalarını yaptırdı. Hamîdiye kâğıt fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası, Osmanlı sigorta şirketi, Beyrut limanı rıhtımı, Sakız limanı rıhtımı, Küçük su barajı, Haydarpaşa rıhtımı, Galata, Tophâne rıhtımı, Dolmabahçe saat kulesi, Mum fabrikası ve Tuna nehrinde Demirkapı kanalı hep bu pâdişâhın eseridir. Ayrıca Ereğli kömür ocakları çalıştırıldı. Haydarpaşa İstasyon binasını yaptırdı. Beşiktaş tepesindeki Yıldız Sarayı’nı ve önündeki câmiyi yaptırdı. Kâğıthâne’deki Hamîdiye suyunu halkın istifâdesine sundu. Ankara vâlilerinden Abidîn Paşa, Elmadağı’ndan Ankara’ya tatlı su getirmek için halkdan para toplamıştı, işe başlamak için halîfeden izin istedi. İkinci Abdülhamîd Han, vâliye gönderdiği cevâbda; “Susuzlara su vermek çok sevâbdır. Dînimizin emirlerinden biridir. Bu vazîfe ve şeref bize bırakılsın. Topladığın paralan sâhiblerine geri ver. Bütün masrafı hazîne-i şâhânemden olmak üzere hemen işe başla. Milletimi iyi suya kavuştur!” dedi. Az zaman içinde Ankaralılar tatlı suya kavuşturuldu.
Yeni postahâne binasını, Medîne-i münevvereye kadar telgraf hattını, Bingâzi telgraf hattını yaptırıp, İstanbul-Köstence arasına kablo döşetti. Musul ve Kerkük civarında petrol kuyuları açtırdı.
Hicaz
beldesine hizmeti en ön plânda tuttuğundan, buralara büyük hizmetler götürdü.
İhsânları ve hizmetleri yalnız ümerâya, ulemâya ve makamlara olmayıp, ahâlînin
ve fakirlerin hepsine ulaşmıştır. Mescid-i haramı gözleri kamaştıracak derecede
tamir ve tezyin etmiş, Hadîce-tül-Kübrâ’nın türbesini ve Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellemin ve kızı hazret-i Fâtımâ’nın doğdukları binaları, en iyi
şekilde ihya etmiş, Minâ şehrini su şebekeleri ile doldurmuştur. Seyyid Ahmed
Rıfâî ile diğer velîlerin türbelerini tamir etmiş ve âlimlere ve velîlere
gereken değeri vermiştir. Mekke’de Gayretiyye ve Hamîdiyye piyade kışlalarıyla,
topçu kışlası ve hükûmet konağı yaptırmıştır. Osmanlı halîfelerinin herbirinin
Hâdim-ül-harameyn hizmetçisi olduklarını, bütün dünyâya îlân eden eserlere
yenilerini eklemiştir.
Askerî, siyâsî, İktisadî ve ticarî gaye ile; Bursa demiryolunu, Yafa-Kudüs hattını, Ankara demiryolunu, Manastır-Selânik, Şam-Harran, Eskişehir-Kütahya, Beyrut-Şam, Afyon-Konya, İstanbul-Selânik demiryollarını döşetti. Böylece demiryolu uzunluğu Rumeli’nde 1993, Anadolu’da 2507 kilometre yükseldi. Demiryolu yapımına çok ehemmiyet verilmesinin sebebi, bölüşülmeye hazır hasta adam gözüyle bakılan vatanın müdâfaası ve asker sevkıyatı zorluğunu gidermek içindir. Bu mes’ele 1877 Osmanlı-Rus harbinde kendini büyük çapta göstermişti. Balkan isyânları ile bu harpten alınan dersler, ondan sonra Rumeli’de hemen iki hattın yapılmasını gerektirmiş ve ilk olarak Selanik-İstanbul, Manastır-Selânik hatları yapılmıştır. Eğer bu hatlar önce yapılmış olsaydı,
Balkanlardaki ayaklanmaları ânında bastırmak ve Doksanüç harbini önlemek mümkün olabilirdi.
Abdülhamîd
Han, Anadolu dışındaki bütün müslümanların kendisine bağlanarak bir bayrak
altında toplanmalarını, yeniden teşkilâtlanmalarını ve batı emperyalizmine
karşı birleşmelerini istiyordu. Bu gerçekleştiği takdirde; başta İngiltere
olmak üzere, Avrupa devletleri müslümanları sömüremeyecek, hattâ İslâm
ülkelerine kötü gözle bakamıyacaklardı. Bunun için de memleketin her yerinde
başlattığı demiryolu ağını Medîne ve Mekke’ye kadar ulaştırmak istiyordu. Bu
şekilde İslâm dünyasındaki ulaşımı kolaylaştıracak, müslümanlar arasındaki
bağlar kuvvetlenecek, böylece bütün müslümanlarda, başlarındaki halîfenin
Abdülhamîd Han olduğunda fikir birliği hâsıl olacak, Osmanlı Devleti’nin
liderliğinde birleşeceklerdi.
Fakat, Mekke’ye kadar uzanacak 2000 kilometrelik demiryolunun masraflarını karşılayacak para, hazînede yoktu. Sultan, İslâm âlemi açısından bu hattın acilen yapılmasını istiyordu. Önce kendisi şahsî malının büyük bir kısmını bu yola ayırdı. Sonra da müslümanlardan yardım istedi. Afrika, Mısır, Afganistan, Türkistan, İran, Hindistan ve Osmanlı hududları içindeki müslümanlar canla başla bu yardıma koştular. Kısa zamanda milyonlarca altın toplandı ve Almanlara ihale edilerek, demiryolu hattı Medîne’ye ulaştı.
Sultan Abdülhamîd Han’ın, Güneydoğu Anadolu’ya demiryolu ağını kurması Rusları; Hicaz demiryollarını yaptırması da İngilizleri telaşlandırdı. Çünkü eşit şartlarda Osmanlı ordusu her zaman düşmanlarına galip geliyordu. Son harplerde Osmanlı’nın mağlûb olmasının sebebi, sür’atle asker sevkiyâtı yapılacak yolların bulunmaması, cephelere Türk ordusunun zamanında yetişememesi idi. Eskişehir-Adana-Bağdâd hattının yapılması ile, Rusların, Doğu Anadolu üzerinden sıcak denizlere inme ve Kudüs-i şerîfi himaye hayâli sona eriyordu. Bağdâd ve Medîne hatları ise, İngilizlerin, Hindistan’a kısa yoldan geçme siyâsetine engeldi ve bununla Osmanlı’nın Mısır’a tekrar hâkim olması İhtimâli vardı. Abdülhamîd Han, demiryolunun emniyeti bakımından yolun denizle temas eden noktasını kontrol altında tutmak için Akabe kalesine iki tabur asker gönderdi. Bunun üzerine İngiltere, Osmanlı Devleti’ne bir ültimatom verdi. Sultan buna karşı İngiltere’nin buna hakkı olmadığını söyleyerek, yeni sınırı, kurulacak bir komisyonun belirleyeceğini bildirdi. Sultân’ın dâhiyane politikası neticesinde Akabe Osmanlı’da kaldı
(Bkz. Akabe Mes’elesi).
Sultan Abdülhamîd Han; orta boylu, geniş göğüslü, omuzları kalkık, sesi kalın ve gür, konuşması tane tane ve gayet sakin idi. Sık sık tebessüm eder, fakat kahkaha ile güldüğüne hiç rastlanmazdı. Yürüyüşü tabiî ve pek vakarlı, gayet nâzik, her hâlinde bir fevkalâdelik vardı. Çok hassas, zekî, hafızası sağlam ve dikkatliydi. Giyinişi, yaşına uygun ve zarif olup, kış ve yaz, önü iki sıra düğmeli, İnce veya kalın yumuşak kumaşlardan yapılmış uzun palto giyer, sıhhate en müsait olan kumaşları tercih ederdi. Sadeliği ve intizamı ön plânda tutar, yaptığı ve yapacağı şeyleri not eder, yaptıracaklarını da not ettirirdi. Zekâsı ve gönül alıcı muamelesi, yabancıların da hürmetini kazanmıştı. Bu sebeple işlerini kolaylıkla gördürürdü. Hâl ve tavrında görülen fevkalâdeliğe hayran kalanlar, ona hizmet etmek, işlerini kolaylaştırmak hususunda yarışır, iftihar ederlerdi.
Abdülhamîd Han, maiyyetine ve vekillerine, ilim ve san’at erbabına ihsânı, ecnebilere hediyesi bol ve kıymetli idi. Mevkilerine, hizmet ve başarılarına göre ihsân ve ikrâmda bulunurdu. Halkdan, fakirlik ve sıkıntı içinde olanların hâlini haber alınca, para veya eşya gönderir, hastalara bizzat doktor yollardı.
Sultan Abdülhamîd Han’ın şahsiyeti hakkında, İngiliz koramirali Sir Henry Woods hatıratında şöyle demektedir. “Bana göre sultan Abdülhamîd, gelmiş geçmiş Osmanlı pâdişâhları arasında en müstesna mevkii işgal edenlerden biridir... Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri gelen en başarılı hükümdarlardandır. Çok sakin ve gösterişten uzak bir hâlde yaşardı. Bir mes’eleye çözüm ararken, mütehassıslarını dinler, ancak onların fikirlerine esir olmazdı. Şehzâde iken de akıllı, nâzikti ve o zaman da İstanbul’a gelen seçkin Avrupalılar kendisini ziyaret etmek isterlerdi... Eğer sultan Abdülhamîd Han olmasaydı, devleti akılla idare etmeseydi, devlet çoktan yıkılmış olurdu. Türkiye’yi para ve personel bakımından kemiren, yoksul bırakan, gelişmesini durduran Doksanüç Rus harbinin yaralarını sarabilmesi hayrete şayandır. Dış borçları ödedi, orduyu kuvvetlendirdi ve Osmanlı Devleti’ni gene dostluğu ve ittifakı aranır bir hâle getirdi... Sultan Abdülhamîd düşürülmeseydi, Birinci cihân savaşı patlamıyacaktı. Aksini farz etsek bile Sultan, Türkiye’yi tarafsız bırakacak ve harbden sonra hiç yıpranmamış bir Türkiye, yıpranmış devletler arasında sivrilecekti... Yoksul halk tabakalarının bütün dertleriyle üzülerek ilgilendi ve doğrusu hıristiyan tebeasını da ayırmadı. Çok büyük olan servetini bu yolda kullandı... Devlet yönetimini Bâb-ı âlî’den Yıldız’a alarak sistemi bozdu. Avrupa büyük basınını günü gününe ve mühim kitapları yayınladıkları aynı yıl tercüme ettirip, okur veya okuturdu. Bu şekilde 6.000 kitap tercüme ettirmiştir ki, defterler hâlinde kütüphânesinden çıkmıştır.
Mükemmel dış politikasının esas prensipleri; soğukkanlılık, hareketsizlik, harp tehlikesini atlatmak, devletlerin aralarındaki en uyuşmaz noktaları, düşmanlıkları, kıskançlıkları derhâl teşhis edip, Osmanlı lehine kullanmaktı... Sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar çalışarak pek az uyurdu. Halîfelik sıfatına, diğer pâdişâhlardan çok daha ehemmiyet vermiştir. Dünyânın her tarafındaki müslümanlarla meşgul oldu. Onları İstanbul’a sevgi ve saygıyla bağlandı. İstanbul’da devamlı olarak binlerce yabancı müslüman bulunur, Orta Afrika’dan Çin’e kadar olan ülkelerdeki müslümanlar gelip gider, telkin ve emir alırlardı... Gerçek aile babası, çocuklarına düşkün, onları iyi terbiye eden, hoşsohbet bir hükümdardı. Orduyu kullanmaya azmetseydi, hiç bir kuvvet onu tahtından indiremezdi. Ama buna yanaşmadı. Zâten savaşa ve kavgaya değil, ince diplomasiye inanırdı... Her seviyedeki adamın bir değeri olduğunu bilirdi... Hareket ordusu, üç beş bin kişiden ibaretti. Arnavud, yahûdî, rumlar çoğunluktu. Yalnız subayları Türk’tü, son Cuma selâmlığında bir kaç gün önce kendisine refâket eten 8.000 çok iyi yetişmiş hassa askeri bile bu kuvveti bir çarpışta darmadağın ederdi. Halk kendisini çok sevmiştir. Hal’inden bir kaç gün önceki son selâmlığında; “Pâdişâh’ım çok yaşa” âvâzeleriyle yeri göğü inleten halk, samimî idi...”
Sultan Abdülhamîd Han, İslâmıyetin emirlerini yapmakta ve yasaklarından kaçınmakta son derece hassasiyet gösterirdi. Abdestsiz yere basmazdı. İslâm’a aykırı yurt içinde ve dışında zararlı neşriyat yapılmaması, müslüman evlâdlarının dinlerini ziyana uğratmamaları için mümkün olan her hizmet ve faaliyeti yürütmüştür.
Çok
cesur ve tevekkül sahibi idi. 1898 senesinde Dolmabahçe Sarayı’nın büyük
muâyede salonunda Sultan, devlet erkânı, subaylar, paşalar, yüzlerce yerli ve
yabancı temsilcilerle toplantı hâlinde bulunduğu sırada, şiddetli bir zelzele
oldu. Sultan, bir kaç tonluk avizenin tam altında bulunuyordu ki, avize sağa
sola saat rakkası gibi sallanmaya başladı. Kahraman paşalar, cesaretli
subaylar, ömrünü savaşlarda geçirmiş gâziler birbirlerini çiğneyerek dışarı
kaçarken, Pâdişâh yerinden bile kımıldamadı. İstifini dahi bozmadan; Allahü
teâlânın kelâmından bâzı âyet-i kerîmeler okuyarak, büyük bir vekâr ve tevekkül
ile neticeyi bekliyordu.
Âbdülhamîd
Han’ın çocukları: Selîm Efendi, Abdülkâdir Efendi, Ahmed Efendi, Burhâneddîn
Efendi, Abdürrahîm Efendi, Nûreddîn Efendi, Bedreddîn Efendi, Mehmed Âbid
Efendi, Ulviye Sultan, Zekiye Sultan, Ayşe Sultan, Refia Sultan, Hadîce Sultan,
Sâmiye Sultan.
Alâtini Köşkü muhafız kumandanı kolağası Râsim Celâleddîn Bey, sultan Abdülhamîd Han’la konuşmak için izin isteyerek huzuruna gelip; “Zât-ı hümâyûnunuzu rahatsız ettim” beni mazur görünüz, dört düvelle harp hâlinde olduğumuzu söylemem gerekiyor!.” deyince, Sultan hayretle; “Dört düvelle mi?.. Kim bunlar Râsim Bey? Hemen Allah ordu-yı hümâyûna nusret, kuvvet versin, inşâallah zafer bizimdir?” diye sordu. Râsim Bey başını yere eğmiş, ağlayacak gibi konuşuyordu: “Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan’la hakanım ve maalesef yenilmek üzereyiz!..” Sultan; “Dört düvel birleşir de haberimiz olmaz mı Râsim Bey? Bu nasıl bir gaflettir! Bu devletler birleşemezler ki!.. Aralarında kilise kavgası var... Yıllar yılı süren Makedonya boğuşmasını hatırlamıyor musunuz?..” diye sordu. Râsim Bey; “Kiliseler kânununu çıkararak, Meclis-i meb’ûsan ve âyân bu ihtilâfı hâl etti. Başımıza bu işlerin açılacağını kim bilebilirdi ki? Selanik bugün yarın düşmek üzere... Sizi İstanbul’a götürecekler. Bunu hemen size haber vermek için emir aldım” dedi. Buna çok üzülen Sultan Abdülhamîd Han büyük bir öfke ile; “Râsim Bey! Râsim Bey!.. Selanik demek, İstanbul’un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede? Nasıl bırakılıp da gidilir?.. Bırakıp gidersek târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Biraderim hazretleri buranın tahliyesine razı mı oldu?.. Hayır, ben razı değilim! Yetmiş yaşında olduğuma bakmayın... Bana bir tüfek verin, asker evlâdlanmla beraber Selânik’i ben son nefesime kadar müdâfaa edeceğim!” dedi.
Fakat Sultan Reşâd’ın selâmı ve
ricası iletilince, bir Osmanlı hânedânı mensubu olarak Pâdişâh’ın irâdesine
boyun eğmek durumunda olan sultan Abdülhamîd Han, İstanbul’a nakledilmeyi kabûl
etti.
Sultan Abdülhamîd Han, âcil iş zuhur edince, gecenin herhangi bir vaktinde uyandırılmağını ister, ertesi güne bırakılmasına rızâ göstermezdi. Bu hususta mâbeyn başkâtibi Esâd Bey, hâtırâtında şöyle demektedir: “Bir geceyarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultân’ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. Acaba Sultan’a bir emr-i Hak mı vâki oldu? diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım, açıldı. Sultan, elinde havlu ile yüzünü kuruluyordu. Tebessüm ederek; “Evlâd, bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Daha ilk kapıyı vuruşunuzda uyandım. Abdest aldım. Onun için geciktim. Kusura bakma. Ben bu kadar zamandır bu milletin hiç bir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzâlıyayım” dedi. Besmele çekerek imzaladı.”
7 Eylül 1876 : Sultan Abdülhamîd Han’ın kılıç alayı.
31 Ekim 1876 : Sırbistan ve Karadağ harekâtının durdurulması hakkında Rus
Ültimatomu.
19 Aralık 1876 : Rüşdî Paşa’nın istifası, Midhat
Paşa’nın ikinci defa sadrâzam olması.
23 Aralık 1876 : Tersane Konferansı ve Meşrutiyet’in
îlânı.
5 Şubat 1877 :
Midhat Paşa’nın hudud hâricine sürülmesi.
19 Şubat 1877 : İlk Meclis-i meb’ûsânın (Millet meclisinin) açılışı.
24 Nisan 1877 : Rusların Osmanlı Devleti’ne savaş ilânı.
11 Eylül 1877 : Plevne zaferi.
10 Aralık 1877 : Plevne’nin düşmesi ve Gâzi Osman
Paşa’nın esir olması.
31 Ocak 1878 : Edirne mütârekesi.
13 Şubat 1878 : Meclis-i meb’ûsânın tatili.
3 Mart 1878 :
Ayastefanos Andlaşması’nın imzalanması.
20 Mayıs 1878 : Ali Süâvî olayı (Çırağan Vak’ası).
4 Haziran 1878 :
Türk-İngiliz ittifakı ve Kıbrıs Muahedesi.
13 Temmuz 1878 : Berlin Andlaşması’nın imzalanması.
18 Mayıs 1880 : Ziyâ Paşa’nın ölümü.
12 Mayıs 1881 : Tunus beyliğinin Fransa himayesine girmesi.
27 Haziran 1881 : Yıldız Mahkemesi’nde ilk duruşmanın
başlaması.
20 Aralık 1881 : Düyûn-i umûmiyenin kurulması.
11 Temmuz 1882 : Mısır Mes’elesi.
30 Eylül 1895 : İstanbul’da ermenilerin çıkardığı ilk karışıklık.
26 Ağustos 1896 : İstanbul’da ermenilerin çıkardığı ikinci
karışıklık.
18 Nisan 1897 : Yunan seferi.
4 Aralık 1897 :
Osmanlı-Yunan barışı.
18 Aralık 1897 : Girid’e muhtariyet verilmesi.
5 Nisan 1900 :
Plevne kahramanı Gâzi Osman paşa’nın vefâtı.
5 Kasım 1901 :
Fransızların Midilli’ye asker çıkarması.
21 Eylül 1902 : İlk Makedonya ihtilâli.
29 Ağustos 1904 : Sultan beşinci Murâd’ın vefâtı.
21 Temmuz 1905 : Pâdişâh’ın ermeniler tarafından bomba ile
öldürülmek istenmesi.
1 Ekim 1906 :
Akabe Mes’elesi.
10 Haziran 1908 : Revâl mülakatı.
23 Temmuz 1908 : İkinci Meşrûtiyetin ilânı.
5 Ekim 1908 :
Bulgaristan Prensliği’nin krallık şeklini alması.
17 Aralık 1908 : İkinci Meşrûtiyet meclisinin açılması.
13 Nisan 1909 : 31 Mart Vak’ası.
27 Nisan 1909 : Sultan Âbdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi ve Selânik’e
gönderilmesi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Devlet ve Memleket Görüşlerim (Abdülhamîd
Han. Neşr. A. Çetin, R. Yıldız, İstanbul-1976)
2) Abdülhamîd’in Hâtıra Defteri (Nşr. İsmet
Bozdağ, İstanbul-1980)
3) Abdülhamîd’in Muhtıraları (Nşr. M.
Hocaoğlu, İstanbul-1976)
4) II. Abdülhamîd’in İngiliz Siyâsetine Dâir
Muhtıraları (İ. H. Uzunçarşılı, Târih Dergisi, sayı-10 (43), İstanbul-1954)
5) Hâtırât-ı Sultan Abdülhamîd-i Sânî (Neşr.
Vedat Örfî. İstanbul-1340)
6) Abdülhamîd’in Yıldız Hâtıraları (Tahsin
Paşa, İstanbul-1931)
7) Tezâkir (A. Cevdet Paşa)
8) Mâruzât (Â. Cevdet Paşa)
9) Zübdet-ül-hakâyık (A. Midhat,
İstanbul-1294)
10) Üss-i İnkılâb
(A. Midhat. İstanbul-1294)
11) Mir’ât-ı
Hakikat; sh. 159
12) Saray
Hâtıraları (Ali Saîd, İstanbul-1338)
13) Meclis-i
Meb’ûsan İlk Devre Müzâkere Zabıtları (H. Târık Us, İstanbul-1940)
14) Osmanlı
İmparatorluğunda Avrupa Mâlî Kontrolü (C. D. Blaisdell, Tere. H. A. Kuyucak,
İstanbul-1940)
15) Son Sadrâzamlar
(İbn-ül-Emîn); cild-3, sh. 1264
16) Abdülhamîd-i
Sânî’nin Notlan (İbn-ül-Emîn, T. T. Em. sayı-13(90), 1926)
17) Mesâil-i
Mühimme-i Siyâsiye (A. F. Türkgeldi, Ankara-1988)
18) Babam
Âbdülhamîd (Ayşe Osmanoğlu, İstanbul-1960)
19) Îlân-ı Hürriyet
ve Sultan II.
Abdülhamîd Han (N. Nazif Tepedelenlioğlu,
İstanbul-1960)
20) II. Abdülhamîd
ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Komitacılar (N. Tepedelenlioğlu, İstanbul-1964)
21) Sultan
Âbdülhamîd II ve Bugünkü Muârızları (Raif Ogan, İstanbul-1965)
22) The Eastern
Question (M.S. Anderson, N. York-1966)
23) Siyonizm ve
Türkiye (Yaşar Kutluay, İstanbul-1967)
24) Abdülhamîd
Devri Eğitim Sistemi (Bayram Kodaman, İstanbul-1980)
25) Siyonizm ve
Filistin Sorunu (M. Kemâl Öke, İstanbul-1982)
26) İngiliz Câsâsu
Prof. Arminius Vambery’in Gizli Raporlarında II. Âbdülhamîd ve Dönemi (M. Kemâl
Öke, İstanbul-1983)
27) Şark Mes’elesi
ve II. Abdülhamîd’in Garb Politikaları, (M. Kemâl Öke, Osmanlı Araştırmaları
sayı-3, İstanbul-1982)
28) Îzahlı Osmanlı
Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 285
29) Sultan
Abdülhamîd’in Hal’i ve ölümüne Dâir Bâzı Vesikalar (Uzunçarşılı, Belleten,
1946, sayı-27)
30) Büyük Türkiye
Târihi; cild-7, sh. 131
31) Osmanlı
İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-13, sh. 3
32) Ulu Hakan
Âbdülhamîd Han (N. F. Kısakürek, İstanbul-1970)
33) Sultan II.
Abdülhamîd’in Doğu Anadolu Politikası (B. Kodaman, İstanbul-1983)
34) Osmanlı
İmparatorluğu’nun Teceddüdü (P. İmper, Terc. Hasan Ferhâd, İstanbul-1339)
35) Es-Sultan
Âbdülhamîd es-Sânî, Hayâtuhu ve Ehdâsü Ahdihî (Orhan Muhammed Ali, Bağdâd-1987)
36) Hayâtımın Acı
ve Tatlı günleri (Şâdiye Osmanoğlu, İstanbul-1966)
37)
El-Cem’iyyet-ül-Masoniyye, Hakâikuhâ ve Hafâyâhâ (Dr. Ahmed Calûş. Kâhire-1966)
38) Tam İlmihâl
Seâdet-i Ebediyye; sh. 1025
39) Eshâb-ı Kiram;
sh. 293, 374
40) Rehber
Ansiklopedisi; cild-1, sh. 41
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder