15 Kasım 2014 Cumartesi

LADİKLİ AHMED AĞA



LADİKLİ AHMED AĞA

Konya velîlerinden Ladikli Hacı Ahmed Ağa (1888-1969) Konya'ya bağlı Ladik kasabasında doğdu. Babasının adı Mehmet, annesinin adı ise Emine'dir.
Gayet cömert, vakar, temkin ve itidal ehli idi. Sükutu ihtiyar eden, ihtiyaç halinde konuşurlar.            
Ümmi olmasına rağmen, Hocası Hızır Aleyhisselam olduğu için, ondan manevi ilimler almış olup, İlm-i Hikmette yekta idi.            
Kendisini Hakk’ın rızasına, halkın hizmetine adamış, her zaman ve her yönde halkımıza önder, rehber, teselli ve ümit kaynağı idi. Kendisine bir şey sorulduğu zaman; -Durun gardaşım, şimdi cevabınızı getiririm.. der, gider Hızır Aleyhisselam’a sorar, cevabını alır getirirdi. Kimseyi kırmaz ve geri çevirmezdi.

Hacı Ahmed Ağa, 8 Haziran 1969 tarihinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kavuşur. Mübarek kabri şerifleri Ladik mezarlığındadır.
Kerâmet var kerâmetin içinde

Konu keramete gelip çatınca:

- Takmayın kafanıza bunları oğlum! Kerâmet var kerâmetin içinde... Amma madem ki yârenliğin  ucunu ganattınız söğleğim: Bu kerâmet dediğiniz şeyler, kudretine azametine payân olmayan Allah'ın ilerde olacak şeyleri böğünden göstermesi gibi bir şeydir.

Mesela ben bazı misafirlerime, yaz ortasında kış, kış ortasında yaz meyveleri ikram ederim... Hatırları hoş olsun diye...

Rabbimin bir lutfu bu, ihsanı... Bunun hakikatını açamam size. Üstündeki örtüyü kaldıramam. Doğru değil, uygun da olmaz. Anadan üryan soyunmaya benzer bu sizin karşınızda.

Amma meselâ bunlara benzer şeyler olacak ilerde. Şidilerde bizim memlekâtımızda pek yok, olsa da yaygın değil amma, ilerde camlı bahçalar olacak... Kış ortasında yaz avarı yetiştirilecek o camlı bahçalarda. Fenne devredilecek bu kerâmet o zaman yani...
O da Allah'ın işi, bu da Allah'ın işi. Allah verirse verir, vermezsevermez. O istemeyince bir şey olmaz. Bir şeyi isteyebilmemiz için, O'nun o şeyi istememizi istemesi lazım.
Allah bir kuluna kerâmet kapısı açınca, depelerine çıkılmaz cebel cebel dağları, kum taneleri gibi küçültüverir ona, derdi.
Bir itirazın varsa dışarı vur

Ahmed Ağa'nın cigarasına takıldı bir adam bir gün.
"-Ahmed Ağa'yı bir de evliyadan diller... Evliyanın işi ne mekruhtla yaav? Fesübhanallah!..."  diye içinden geçirirken, Ahmed ağa, hiç o değilden, sanki ona değil de bir başkasına söylüyormuş gibi konuştu:
- Oğlum, dedi, gönliünde dedikodu yapıp durma! İçini gıybetle bulandırma! Eğer  bir safran, tafran bişiyin varsa dışına kus da, kurtul geç!
"-Kime söylüyor acaba bunları?" diye kıvranmaya başladı adam. Çünkü mecliste Ahmed Ağa'dan başka bir şey söyleyen, bir şey soran yoktu.
O adam, "-Kime söylüyor acaba bunları?" diye içinden iç geçirince, Ahmed Ağa:
- Sana söğleryorum oğlum, sana! Kime olacak sana! Kalbinde sakladığın teşviş, fitne olur san! Önünü keser durur! Gönlüne saab ol! Bir itirazın varsa dışına vur! Tutma içinde... İçinde tuttuğun her şey yara olur. İçinde tutulacak şey vaar, tutulmayacak şey var. Bunları ayıramazsan hayatın heder olur, der.
Nasıl bir Hızır bekliyordun?

Akşehir Kaymakamı Ahmed Ağa'ya:
- Ahmed Ağa, demiş siz hep görüşüyorsunuz, bir de bana göster Hızır Aleyhisselâmı!..
Ahmed Ağa, Kaymakamın talebine yuvarlak çerçeveli bir cevap vermiş:
- Oğlum, nasibse görürsünüz inşallah! demiş.
Ahmed Ağa'nın hayranlarından olan Kaymakam, bir Ramazan günü, iftara yakın, iftar sofrasına oturmuşlar, ailecek iftar topunu bekliyorlar... Kaymakam  sigara tiryakisiymiş. Kaymakam tiryakiliğin verdiği ruh haliyetiyle beklerken, kapısı üç kez çalınmış. Çıkmış bakmış Kaymakam, kapıda bir adam:
-Biseciii! Bise alırmısınız efendiii?
Arkasında da bir deve, geviş getiriyor geve geve.
Ne desin Kaymakam?
- Ne bisesi be adam? Biseyi ne yapayım ben?
- Peki efendi kızma! Bizden sorması, sanki ısmarlamış gibiydiniz de... Hadi iftar-ı şerifler hayrolsun! demiş, çekmiş devesinin yularını:
- Biseciii! Bise alan, katran alan...
Kaymakam kapıyı kapatıp da sofraya dönerken, mırıldanıp kendi kendine içinden: Allah Allaaah! Bu saatte bise mi satılır be adam? Mübarek iftar vakti... Fesûbhanallah! çekmiş.

Bir müddet sonra tekrar Ladik'e gittiği zaman:
- Aşk olsun Ahmed Ağa, bize Hızır Aleyhisselâmı daha göstermeyecen mi Hacı Babam? diye sitem etmeye kalkınca, Ahmed Ağa:
- Size de aşk olsun hay guzum! Kapınıza gelen Hızır'ı kovarsınız, ondan sonra da gelir bize sitem yaparsınız! demiş.
Kaymakam şaşkınlık içinde:
- Ne demek o? Ne zaman geldi Hacı Babam? diye sorunca, Ahmed Ağa:
- Ramazanın son günlerinde, siz sofrada beklerken kapınıza bir Biseci geldi mi?
- Geldi?
- Devesinin semerindeki katran küplerine dikkat ettin mi, semere bağlı mıydı, değil miydi?
- Ben bu tiryaki kafasıyla nerden dikkat edecem ona Hacı Babam?
- İçeceksen sen iç cigarayı oğlum! Cigara seni içmesin!... Hem sen nasıl bir Hızır bekliyordun? Yakası kartlı, kravatlı birini mi bekliyordun? Kolalı gömlekli, ütülü pantolonlu birini mi bekliyordun? Neyse... Gördün işte gayrı... Görmedim diyemezsin! Kaçırdın ammaa, gördün işte yine de... demiş ve teselli etmiş Kaymakamı, Ahmed Ağa, ama.... Kaymakam epey eyvah çekmiş tabiii..

Çölde Bir Mehmetçik

Ladikli Hacı Ahmed Ağa, seferberlikde cepheye gitti. Pınar, Losfaki, Çatalca, Vokestin, Dökme Meydan Muharebelerine katılarak kahramanca çarpıştı. Daha sonra; Makedonya'da, Yunanistan, Arnavutluk ve Bulgaristan'da çeşitli cephelere katılan Ahmed Ağa, cepheden cepheye koştu.
Hacı Ahmed Ağa anlatıyor:
"-Şimdiki yahudilerin yerleştiği Gazze şehri civarında, İngilizlerle harp ederken mensup olduğum birlik İngilizler'ce pusuya düşürülmüş, birliğin tamamı makinalı tüfeklerle taranıp bir kısmı öldürülmüş bir kısmı da yaralanmıştı. Ben de vurularak çöle düştüm. Yanımdaki arkadaşlar da peş peşe vurularak üzerime düşerek şehid oldular. Bunların arasında sıcaktan kavrulan kumların üzerinde, son derece susuzluktan yanıyor, bir taraftan da yaralarım sızlıyordu. Artık Mevla'ma yönelmiş, O'na kavuşma anımı bekliyordum. Bulunduğumuz mevki; Esas birliğimize üç günlük yol, bu arada hiçbir canlı yok. Yardım ve kurtuluş ümidi kalmamıştı. Tam bu sıralarda; Nihayetsiz kerem sahibinin Kudret ve Vefa eli bize erişti...
Tam çaresizlik içerisinde, sıcak kumlar üzerinde susuzluktan kavrulan bedenim al kanlar içinde mecalsiz, yaralarım sızlarken, Güneş’in vurduğu yerden bir beyaz atlı belirdi, bize doğru geliyordu. Düşman zannı ile korkumdan kendimi ölüler arasında, ölmüş gibi göstererek yere yatmıştım.
Atlı bize yaklaştı ve bana..:
-Esselamüaleyküm..! Ahmet ne oldu yaralandın mı? Kalk bakalım..!
Diyerek ismimi söyleyince korkum kalmadı, başımı kaldırdım baktım..
-Kalkmaya mecalim yok.. dedim.
Attan inip yanıma geldi, beni sıkıştıran şehid arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekti. Susuzluktan yanıyordum.
-Sana su vereyim mi? Deyip, su dolu bir matara verdi.
Susuzluktan yanan bağrıma, o Vefa elinin verdiği; hayat ve aşk bahşeden şifa suyunu içtim... kana kana..!
Mubarek Zat; Ellerini sızlayan yaralar üzerinde gezdirirken, sızılarım duruyor taze hayat buluyordum. İşte o su, beni başka bir aleme götürdü.
Bana ne oldu ise; Rahman’ın Vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu.!
Sonra beni kaldırıp atının terkisine aldı. En yakın, üç günlük yoldaki genel karargaha götürdü. Bu yolu nasıl, ne zaman geldiğimizi bilemedim. Karargahın yakınına atının terkisinden beni indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı. Ayrılacağımız zaman beni getiren  bu Zat’a..:
-Efendim sizi bir daha görecek miyim? dedim.
Mubarek Zat bana..:
-Ahmet Ağa; Eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok öyle yaşamazsan, bu son görüşmemiz... dedi ve ilave etti..:

-Askerler gelip seni alınca sana inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya götürün, dersin.
Hadiseyi nöbetçi subayına anlat, benim de selamımı söyle..! dedi ve kayboldu.
Askerler bir sedyeyle gelip beni aldılar. Beni götürürlerken parola soruyorlardı; fakat ben cevap veremiyordum. Birliğimi söyledim bana inanmadılar..:

-O birlik vurulup yok edilmiş. Hem sen kurtulduysan, senin söylediğin birlik buraya 3 günlük yol. Nasıl geldin? Sen yalan söylüyorsun! dediler.
Ben de :

-Siz beni nöbetçi subayına götürün.. dedim. Askerler beni nöbetçi subayına götürdüler.
Nöbetçi subayı, ehli hal, aşık bir kimseymiş. Ben nöbetçi subayına; Birliğimizin başına gelenleri, yaralanıp düştüğümü, beni kurtaran Adam’ın gelişini ve durumunu anlatırken subay heyecanlanıyordu, kendisine...:
-Beni kurtaran kimsenin size selamı var..! deyince..
Subay hemen altındaki sandalyeyi bana verdi, bana hürmet etmeye başladı ve ..:

-Nasıl oldu, bir daha anlat..!
Diyerek üç kere tekrar ettirdi. Her tekrar edişinde heyecanı daha da artıyordu. Hemen beni tedaviye alıp yaralarımı sardılar. Yaramı saran doktor işin farkına varmış, bana inanmayanlara:
-Sizin burnunuz koku almıyor mu? Şimdiye kadar hiçbir askerde böyle bir koku duydunuz mu? Şu hastanın kokusuna bakın, mis gibi kokuyor... dedi.
Ben hastanede bulunduğum müddet içerisinde, Hocam bir iki defa ve bana :

-Ahmed, terhis olup memleketine gittiğinde, ben yine gelip seni bulacağım, merak etme!.. dedi, gitti.
Elhamdulillah iyileşip taburcu oldum. Çok sürmedi bizi terhis ettiller, artık memleketim olan Ladik’e gelmiştim.

İşte Hocamın bana çölde yaralı iken gelip kurtardığı sırada verip içirdiği, bana hayat bahşeden o sudan sonra bende bir aşk başladı. Aşk ateşi beni günden güne benim sinemi yakmaya ve beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı. Evde duramaz oldum, derdimi de kimseye anlatamıyordum.

Yine bir gün sıkıntımdan, üzüntü ve kederimden ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmez bir halde iken, Aşk’ın galebesi ile dağlara çıkıp gittim.

Bir kış günü idi, her taraf kar kaplı. Bir de baktım ki, onbir tane kurt arkama düştüler. Durumlarından aç oldukları belli idi. Korkup olduğum yerde durdum, onlar da durdular.

-Yaa Rab..! Sen muhafaza eyle.! Diyerek , Rabbıma niyaz ettim.
Hayvanlar ağızlarını kaldırarak hep birden öyle bir uludular ki; Vücudumun bütün kılları, adeta elbisemden dışarı çıkmıştı. Tam o sırada, semadan kurtların üzerine beyaz, koyun kuyruğu şeklinde birşey indi. Hemen kapışıp yediler ve birazını bırakıp gittiler.
Onlar gittikten sonra, o şeyin düştüğü yere varıp;
Acaba bir parça kalmış mı? Diye bakarken ufacık bir parça buldum. Hakikaten kuyruk şeklinde beyaz ve yumuşak bir şeydi. Bu parçayı aldım yedim. Günlerce açlık hissetmedim..!

İşte böyle günler aylar geçiyor. Hep gözlerim yolları gözlüyor. O’nu bekliyorum ;çünkü;
-Geleceğim... demişti.
Gönlümdeki yangın ateşi arttıkça, lisanım gönlümdeki feryadı dışarıya döküyordu...
Tam oniki sene geçmişti aradan. Nihayet bir gün Elhamdülillah, Hocam teşrif edip göründüler, artık dünyalar benim oldu.

İşte o günden sonra, hemen hemen hergün uğrar, lüzum eden ders ve malümatı verirdi. Zaman geldi artık beni alır, kendisi ile beraber manevi toplantılara götürürdü. Kendisi gelmediği zaman, manevi telefonla haberleşir, emredilen yere saatinden önce varırdım. Daima böyle saatinden önce vardığım için de, üstadım beni çok sever memnun olurdu.


Kaynak:
1) Ladikli Ahmed Ağa, Mustafa Özdamar, Kırkkandil Yayınları, 2004
2) Üveysi Hacı Ahmed Ağa,  Osman Karabulut, Şems Yayınları


























LADİKLİ AHMED AĞA 
YEDİLERDENDİ  GAZZE MÜDAFİİYDİ;
ŞEHİT OLMADAN ŞEHİTLİK SIRRINA ERDİ




















1888 yılında Konya’nın Sarayönü ilçesine bağlı, Lâdik (Halıcı) kasabasında doğdu. Babasının adı Mehmet, annesinin adı Emine'dir. Yusuflar Sülâlesi'ndendir. Üç erkek, bir kız olmak üzere, dört kardeştir. Yıllarca çobanlık yaptığından dolayı, muhitinde, ‘Çoban Mehmet’ olarak tanındı. Sonradan Elma soyadını aldı.

Manevi bir yolla kendisine Hüdâî adı verildi:

Ol Mevla’m koymuştur Hüdâî adım
Melekler ederler gökte feryadım
Mevla’mın aşkından almışım tadım
Yansa da ayrılmaz haktan Hüdâî

Ladikli Ahamet Ağa, Hatice Hanım'la evlendi. İkisi erkek, dördü kız olmak üzere, altı çocuğu vardır.

Askerliği

26 sene askerlik yapan bir İstiklal Savaşı gazisidir. Kanal Harekâtı'nda İngilizlere karşı savaşırken, sağ omzundan hilal şeklinde yaralandı. En yakın dört arkadaşının kahramanlıklarını ve şehit düştüklerini, yaralı bir vaziyette seyretti. Sonra oraları düşman istila etti. Düşman askerleri, yaralı askerlerimizi ‘ölmeyen kalmasın’ diyerek süngüledi. Bu esnada başını bir şehidin kolunun altına soktu. Düşmanlar hiç diri asker kalmadı diyerek uzaklaştı.

Askerlik Sonrası

Vatanın kurtuluşundan sonra askerden bir gazi olarak memleketi Lâdik’e döndü. Vefatına kadar burada örnek bir şahsiyet olarak yaşadı. Hayvancılık ve tarımla geçimini sağladı.

Zamanının çoğunu odasına gelen misafirleriyle sohbet ederek geçirdi. İnsanları iyiliğe ve hayra davet etti. Sohbetine katılan hiç kimseyi eli ve gönlü boş çevirmedi. Boş kaldığı zamanlarda dağlarda çobanlık yaptı. Tarla ve bahçelerini ekip biçmekle meşgul oldu. 8 Haziran 1969 tarihinde vefat etti. Kabri, Lâdik Kasabası mezarlığındadır.
HAKKINDA YAZILANLAR

Ladikli Hacı Ahmet Ağa
Hüseyin Öztürk
Vakit 15.03.2006

O bir Allah dostu…
Adını duyan, kendisini tanıyan, hayatını bilen herkesin söylediği tek bir ifade şekli var. “O bir Allah dostu…”

Allah dostu Ladikli Hacı Ahmet Ağa ile ilgili en uzun malumatı Denizli’de Ömer Lütfi Tekinkaya’dan almıştım. Konya’ya gittiğimde bana mihmandarlık yapan dostum bir diğer dostum Ömer beyin; “Cuma Namazını Ladikli Ahmet Ağa’nın memleketinde kılalım mı” teklifini havada kaptım.

Ladik kasabası, Konya’nın Sarayönü ilçesine bağlı şirin bir belde. Ladikli Ahmet Ağa’da bu şirin beldenin gönüllere taht kurmuş bir sevgilisi. Ama önce Allah ve Rasulünün sevgilisi.

Ladikli Ahmet Ağa’nın yaşadıkları ve kerametleri anlatılmakla bitecek gibi değil. O yüzden bu sefer kısa bir bilgi verip, İnşallah; “Hüseyin Çelebi Seyahatnamesi”nde uzun uzun anlatacağım.

Ladik’te Allah dostu ile ilgili bilgi ararken, kendimizi Allah dostunun adına kurulan dernekte bulduk. Dernek başkanı Mustafa Doğan ve Ahmet Ağa’nın oğlundan torunu Ahmet Elma ve kızından torunu İsmet Eser’le tanışıp uzun uzun konuştuk.
Türkiye’nin gavurunu, münafığını, fitnecisini, fesatçısını, bilmem ama “Elhamdülillah Müslümanım” diyen herkesin böyle zatları tanımasına ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Doğru adam olmak ve doğru inanmak için böyle yakın örnekler çok önemli.

Konya’nın ileri gelenlerinden ve kanaat önderlerinden, benim de kendisini çok sevdiğim Tahir Büyükkörükçü hocam, Ahmet Ağa’nın canlı şahitlerindendir. Hocamın kendisiyle görüşmek istedim ama rahatsız olduğu için görüşmedim. Allah şifalar versin.

Ladikli Ahmet Ağa hakkında kısa bir bilgi vermek üzere Tahir Büyükkörükçü hocamızdan alıntı yapmayı daha uygun buldum. Tahir hocamdan aktaran da oğlu Abdurrahman Büyükkörükçü’dür.

Ladikli Ahmet Ağa, Ladik’te dünyaya teşrif eder. Babası Mehmet Efendi’dir. 1897 seferberliğine iki ağabeyi ile katılan üstad, yıllarca cephede kalır. Balkanlar’da cereyan eden harplerin hepsinde, 1. Cihan Harbi’nde, İstiklâl Harbi’nde kahramanca, yiğitçe düşmana karşı koyar. Bir ağabeyini Çanakkale Savaşı’nda, diğerini Kırkgaziler’de şehid verir.

Yıllarca Batı cephelerinde koşturan üstada, “Gazilik” şerefini bahşeden kader, bu defa onu meşhur Kanal harekâtında Filistin’in mahzun Gazze civarına sevk eder. Üstadın da aralarında bulunduğu birlik, kahpe İngiliz’in pususuna düşer ve yiğitlerimizin hemen hepsi şehid olur.

Üstad Ahmet Ağa, çok az kalan yaralıların arasındadır. Ne kalkmaya, ne de üç günlük mesafedeki karargâha ulaşmaya hâli vardır. Sabahın serinliğinde azıcık gözü açılır. Sonrasını dostlarına hep şöyle anlatırdı:
“Valla gardaşım, yattığım yerde Şehadet şerbetini içmeyi beklerken, karşıdan beyaz bir atın üzerinde bir zat çıkageldi. Bana; ‘Ahmed ne oldu, yaralandın mı,’ diyerek atından inip matarasından ab-ı hayat misali bir su verdi. Beni yerimden kaldırıp yaramı tedavi etti, sonra arkasına bindirip karargâha kadar getirdi. Askerler sana inanmayabilirler, nöbetçi subayına hadiseyi anlat ve selamımı söyle. Memlekete döndüğün zaman bazı değişik hâllerle karşılaşacaksın, endişelenme, beni bekle” dedi.
Sonra Ladik’te geçen nurlu nice yıllar. Kalıbıyla halkın içinde, onlardan biri. Ama kalbiyle hep Allah ile beraber. Bir büyük insan, bir hak dostu, bir Peygamber aşığı, bir velî. Yurdun dört bir yanından gelen ziyaretçilerin himmetini rica ettiği bir Allah eri.
-“Ne olur Ahmet Ağa, bizi şefaatten unutma” diye rica eden babama; “Vallahi hocam. Rabbim imkân verirse dostlara bir mendil sallayacağız” buyurmuşlardır.
Ve öyle bir mendil sallar ki, Ahmet Ağa…. Yarına İnşallah.
Gayb Aleminin Askerleri Ve Ladikli Ahmet Ağa
Hakan Yılmaz Çebi

Gayb; göz önünde olmayan; alamet ve emmare ile bilinemeyen, hakkında delil bulunmayan, gizli olan manalarının yanında; His ve aklın ötesinde kalan, insan tarafından kavranamayan ve manevi alem manalarında açıklanır. Bir de GAYB ERENLERİ vardır ki Cenab-ı Hakk’ın kudretinden ikrama layık görülmüş bu kişiler; özel bir ordu disipliniyle hareket ederler. Anadolu kültüründe adları ÇARIKLI ERKAN-I HARP’tir.

Bu çarıklı erkanı harbin kurucusu ve baş kumandanı Hz. HIZIR Alehisselamdır.

‘’HIZIR GİBİ YETİŞMEK’’ deyimi halk kültürümüzde önemli bir deyimdir. Çok sıkıntılı bir zamanımızda geliveren, sıkışık-darlık zamanlarında yardımda bulunan insanlar için bu nitelemeyi kullanırız.

Deyimin aslı ise tabi yine Hz. Hızır’ın misyonuna-vazifesine dayanıyor…

ESRAR İLMİNİN BAŞKUMANDANI HZ. HIZIR

Biz Hz. Hızır’ı Kuran’daki ayetlerden tanıyoruz. Bu ilmin sırrı da çilingiri de KEHF SURESİ’nde. 60 ve 82. ayetlerde (KEHF SURESİ) anlatılan Hz. Musa ve HIZIR arasında geçen seyahat esnasında yaşananlar bu ilmi - İLM-İ LEDUN, İLM-İ BATIN, HAVAS’ÜL HAVAS -tarif eder.

Yaşananlar bu ilmi; yaşatan ( HZ. HIZIR) bu ilmin adamlarının vazifesini ve maiyetini bizlere açıklamaya kafidir.

LEDUN İLMİ – SU – GİBİ AKAR GÖNÜLE…

Bu ilmin lütfedildiği kişiler MURAD’lardır. Yani bir irşad edicinin talebesi olmakla bu ilim elde edilemez. Alim olmak, mürşid olmak ayrı bir san’at.

MÜRİT Allah’ı arayan ve bulan kişidir. MURAD ise Cenabı Mevla’nın bulduğu-seçtiği. Mürit iradesine bağlı olarak gevşek davranabilir, yapamayacağım diyebilir ancak MURAD’ın böyle bir hakkı yoktur. Zira vazifelendirme padişahtan geliyor, reddedilemez.Son derece zahir ve batın ilimlerde yüksek derece yetişmiş birisi bu ilmin mümessili olduğu gibi, hiç okumamış hatta birkaç surenin dışında sure bilmeyen insanlar bile bu gayb ordusunun neferi olarak vazifelendirilebilir. Yani MUHYİDDİN-İ ARABİ gibi bir ilim zirvesi yanında az sonra değineceğimiz LADİKLİ AHMET AĞA gibi bir ümmi zat-ı muhterem de olabilir. Bu lütuf sahibinin tasarrufu cevahirini yaratanı bilir.Bu ilim çoğunlukla tanımadığınız bir PİR-İ FANİNİN sekerat halindeyken size içirdiği bir tas SU’yla bazen de yedirdiği herhangi bir yiyecekle açığa çıkar. (Nitekim Ladikli Ahmet Ağa da 1. Dünya Savaşı’nda Kanal Harekatı sırasında vurulup öldü diye bırakıldığı bir sırada bir atlı tarafından SU içirilerek tayyi mekan yaptırılır.)

Bu suyu içtikten sonra gelenin rüyada mı yaşadığınız hayatta mı olduğunu analiz etmeniz ne kadar zamanınızı alıyorsa; içtiğiniz suyun su mu başka bir şey mi somut mu soyut mu olduğunu da anlamanız o kadar vaktinizi alacaktır. Ancak susuzluktan çatladığınız bir anda suya kandığınızı bilmeniz işin bu maiyetini daha fazla kurcalamanıza gerek olmadığını cevaplamanıza yetecektir.

Size yedirilen şeyle bu ilim verilecekse; bu yiyecek bazen en bilinen meyve hatta markalı bir çubuk kraker, bisküvi de olabilir. Nitekim LADİKLİ Ahmet Ağa rahmeti rahmana kavuştuktan sonra bu ilmi oğluna devretmek isteyen gayb aleminden gelen üç kişinin verdiği yiyeceği onların yanında önce bir lokmacık yemiş olan Zekeriya; daha sonra tadını beğenmediğinden bu yiyeceği sözde onlara çaktırmadan hasıraltı etmiştir. Ancak bu yiyeceği yemesinin akabinde ne olacağını öğrenince bu yiyeceği hasıraltından çıkarmak istemiş lakin yiyeceğin ortadan yok olmasıyla ancak ısırdığı kadar bir miktar gayb ilmine vakıf olabilmiştir. Anlayacağımız ortada bir de böyle bir durum var.

Sonrası…

Sonrası istidadınıza, gayretinize kalmış…

Ancak ikram bir kere yağmaya başlamışlar için ziyaretler belli bir süreden sonra sıklaşmaya başlayacaktır.

Taki; 300’ler 70’ler 40’lar 7’ler, 3’ler (Büdela, Nüceba, Nükeba… vs.) KUTUPLAR - KUTB-U İRŞAD- ilim nurunun zirvesi/ KUTB-U VELAYET – insan benliğinin zirve terbiyedarı - ve GAVS-I AZAM makamlarına doğru bir seyir başlayacaktır. (Not: 40’lar makamı iki kısımdır ki her dönem 40 Hanımsultan Evliya’da bu makamdadır)

Ancak bu yolun yolcusu olmak bile en yüce payedir. Bu yolun yolcusunun gözünde dünya hayatının makamları üç-beş yaşındaki çocukların oyuncaklarıyla oynarken kendilerine verdikleri payeler gibi ‘’komik ve çocukça’’ kalmaktadır ki işin aslı da budur!!!

Hz. HIZIR ÜNİVERSİTESİ

Kendiside Hz. Hızır’ın TALEBELERİNDEN OLAN Bediüzzaman Said Nursi - hatta bir defasında ellerinde kelepçe olduğu halde Ladik’e tayyi mekan yaparak Ahmet Ağa’ya Hz. Hızır’a çok sıkıntı çektiğini iletmesini söylemiş daha sonra sabretmesi söylenmesi üzerine çıkardığı kelepçelerini bizzat yeniden bileklerine takarak geri dönmüştür- Hızır Aleyhisselam ve ondan ders alanlar için güzel bir izahı vardır.

-Hızır Aleyhisselam hayatta mıdır? Eğer hayattaysa niye bazı alimler hayatta olduğunu kabul etmiyorlar? Sorusuna şu cevabı veriyor.

-Hayatın 5 MERTEBESİ vardır ve her mertebenin farklı şarları bulunmaktadır.

Birinci mertebesi, bildiğimiz, şu içinde bulunduğumuz hayattır ki pek çok kayıtla mukayyettir. Hızır Aleyhisselam hayatın ikinci mertebesinde yer aldığı için, bazı alimler hayatta olup olmadığı konusunda şüpheye düşmüşlerdir.

İkinci mertebe Hazreti Hızır ve İlyas Aleyhisselam’ın hayatlarıdır ki bir derece serbesttir. Yani bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimi mukayyet değillerdir. Bazen istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir.

Tevatür derecesinde ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın, Hz. Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hatta makamı velayette bir makam vardır ki; MAKAM-I HIZIR tabir edilir. O makama gelen bir Veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazen o makam sahibi yanlış olarak ayn-ı Hızır telakki edilir olunur.’’ (Birinci Mektup)

HAVASSIN TEKNOLOJİSİ…

Havassın teknolojisi ESMAYI İLAHİYE’ye bağlı sırlar!.. Onlar kendilerine verilen, kendilerine bildirilen ESMAYI üç/beş defa ya da her ne kadar tekrarlanması gerekiyorsa, onu söyleyip sır olup gidiyorlar. Bize garip gelen, imkansız görünen şeyler maddeden beri o alemde öylesine sıradan ki…

O muazzam görünmeyen mücerret teknolojiden geriye sadece avam olan bizlere kalan miras sadece şu üçüdür:

ŞECERE (SOYAĞACI)- HIRKA-MÜHÜR!!!

Lakin Ladikli Ahmet Ağa vefat ettikten sonra oğlu Zekeriya’ya gelen GAYB ALEMİNİN ÜÇ ATLISI da bu görünür mirası istiyorlar kendilerinden. Zira Zekeriya daha işin başında hikmeti anlayamamış mirastan olmuştur. Ehhh bunların da artık ehline verilmesi gerekiyordur… Yani bayrak teslimi gibi bir ritüel var ortada..

HAVASSIN TOPLANMA YERLERİ

Kutsi gecelerde MEKKE-MEDİNE-KUDÜS-SEMERKANT-BUHARA-ŞAM-ROMA VE İSTANBUL’DAKİ muhtelif yerler buluşma noktalarıdır Kİ –aynı zamanda- dünya hayatında tarihten bu yana azami ehemmiyete sahip yukarıdaki 8 şehrin 4’ünün Cennet’te bu mekana yakışır tezahürlerinin olduğu ifade edilir.

Ancak tabiri uygunsa bir de içtima merkezleri vardır bu Uluların.

MEKKE-İ MÜKERREME’DEKİ ZEMZEM SUYU’NUN BAŞI BERAT GECELERİNDE TOPLANMA YERİDİR DENİR…

Nitekim Ladikli Ahmet Ağamız da bir Berat gecesi evinde toplanan misafirlerinin ‘’Eee Ahmet Ağa bugün nereye gideceksiniz sorusu üzerine; Bu gece Mekke-i Mükerreme’de bir toplantı olacak. Harem-i Şerif’te Zemzem kuyusunun başında Her sene bu gece Zemzem kuyusunun suyu coşar kabarır, ağzına kadar gelir. Resulallah Efendimizin ruhaniyeti ve bütün peygamberler Evliyaullah orada toplanırlar. Orada hep birlikte dua yapılır. Sonra o kuyudan bir su içilir, artanı da oraya dökülür, ondan sonra su normale çekilir. Zemzem kuyusunun suyunun bitmeyişinin hikmeti bu… Her sene bu merasim yapılır’’ şeklinde verdiği cevapla bu durumu açıklamaktan çekinmemiştir. Başka birisi bu ve benzeri sırları verse belki boynu kırılır ancak o izinlidir…

HAVAS MÜCADELESİNİN YETKİ SINIRI

Avamdan zaman zaman çok kişi sormuştur. Cenabı Allah’ın kudretinden nüveler taşıyan bu seçkinler o halde niye nükleer başlıklı füzeleri kilitlemiyor, süpersonik uçakları düşürmüyor, zalim başbakanları, komutanları merdivenden yuvarlayarak kafasını gözünü patlatıp zulmün önünü kesmiyorlar vs.

Dilerseniz safça ifade edilen bu durumu da bu tarz bir sorularla karşılaşan Ladikli Ahmet Ağa’nın verdiği cevapla açıklayalım:

Şahıs soruyor: ‘’Hacı Baba ne olacak bu dünyanın hali? Nasıl düzelir ?..’

Evlat dedi şöyle sakin sakin, bu Çoban Ahmed var ya (kendisine hitabı öyle idi)

‘’Eğer müsaade etseler, iki üç saatte dünyayı düzeltirim amma, hikmeti ilahidir onu biz düzeltemeyiz… Emirsiz hareket edemeyiz… Bu hadiseler böyle olacak, HERKESİN İMAN ÖLÇÜSÜ, CİHAD ÖLÇÜSÜ ORTAYA ÇIKACAK! MÜMİNİ, MÜNAFIĞI; MÜŞRİĞİ KAFİRİ ORTAYA ÇIKACAK!!! VE HADİSELER GELİŞE GELİŞE ORTAYA ÇIKACAK’’.

Nitekim yetki ve izin meselesi bu. Milyonlarca adamı kendisini korumaları için besleyen FİRAVUN’u bir üfürüklük canı olan sivrisinekle telef eden Cenab’ı Allah; dilese bütün insanlığı secde vaziyetinde toplamaz mı?.. Toplar elbet!

Lakin müddet ve imtihan meselesi…

HAVAS VE ASKERİ HİZMET

Tüm havas adamlarında olduğu gibi Peygamber Ocağı olarak görülen orduya karşı özel bir ihtimam ve sevgi vardır.

Sırf bizim milli tarihimiz ve bu milli tarihimizdeki yakın tarihte bile binlerce gayb adamının yardımı vardır ordumuz neferlerine. Bırakınız Kıbrıs harbini Güneydoğu Anadolu’daki terör belasında dahi bu mikyasta bir çok olay yaşamışızdır. Halen daha nöbette uyuyan bir çok asker gerekirse tokatlanarak uyandırılır. Hatta hastalanıp devriyeye çıkamayan bir çok komutanın gece devriye de görüldüğü çok olmuştur.

Ladikli Ahmet Ağa’da da azami bir ordu ve asker sevgisi vardır. Bu yüzden dışarıdan kendisini ziyarete gelenlerin ve istişare edenlerin çoğu asker. Zira yukarıda da değindiğimiz gibi o Türk Ordusunun çarıklı erkanı harbindendir.

Bu yüzden adı çevresinde ‘’GAYB RİCALİNİN ASKERİYE KOLUNDA GÖREVLİ’’ şeklinde çıkmıştır. Mesela Albay Necmi Sami Bey Ladikli Ahmet Ağa’nın en sevdiği dostudur.

O her an göreve hazır diplomat bir asker gibi Küba –Amerika arasında Küba’ya konuşlandırılan Rus füzelerinin Amerikan casus uyduları tarafından tesbit edilmesi üzerine 3. Dünya savaşını engellemek için Cezayir dağlarında toplantıya tayyi mekan yaparken; bir gün aldığı emrin pusula kağıdını dostlarına gösterdikten sonra LADİK’TEN WAŞİNGTON’A ‘’4 DAKİKA’’ DA GİDECEK KADAR HIZLI GÖREV ADAMIDIR.

ASKERİ İSTİHBARATA HAİNLİK EDEN YANAR…

Bir Ziyaretçisine Hacı Ahmed Ağa Anlatmışlardı:

“Edirne’de askerlik yapan bir Türk Çavuşu, iki Bulgar subayına, Edirne’nin Askeriye’ye ait planlarını ağır bir para karşılığı satmış, kimsenin haberi yok. Manevi emir aldık, yine iki arkadaş görevlendirildik.

Bulgar Subayları planları alıp Kumandanlarına teslim etmek üzere merdivenlerden çıkarlarken bir anda arkalarından yetişerek birine ben birine arkadaşım tepelerine vurduk. İkisi de merdivenlerden aşağı yuvarlandılar. Hemen ceplerinden planları alarak yerlerimize döndük.

Sıra Çavuş’a geldi; Vatan haini olduğundan, o da öldürülecekti. Terhis oluncaya kadar dokunmadık, manevi emir öyle idi.Nihayet terhis oldu, külfetli bir para ile sevinerek binmiş, memleketine dönüyordu. Memleketine gelip, tam trenden inerken; Onun da tepesine vurduk, sanki trenden düşüp ölmüştü. Böylece vazife yapılmış oldu.”

KORE HARBİ VE YARILAN KUŞATMA

Kore harbinin olduğu devre, yine bir ziyaretimde;Hacı Baba’yı ziyaret için Ladik’e gitmiştim, gece odasında kalıp odasında misafir olduk. Yatsı namazına kadar beraber kaldıktan sonra, Hacı Baba namazı kıldı ve sonra bizden müsaade alıp gitti.Sabah namazında geldi ve bize:“ Bugün Kore’de idik; Türk askeri çember içine girmiş, imha edilmek üzere idi. Kurtarılmak için Mevla’dan izin çıktı, manevi arkadaşlarımla Kore’ye yetiştik. Bizim askerin önüne düştük. Kafir askerleri bizi görürler ;lakin bizim askerler göremezler.Kılıçları çektik, küffar askerini kılıçtan geçirerek bizim askere yol verdik. Bakın sabah radyo haberleri verirken duyacaksınız..!” dedi.

Sabahleyin bir radyo getirdiler, ilk haberleri açtılar;“Kore’de bulunan, Albay Tahsin Yazıcı oğlu komutasındaki Türk çember içine alınmış. İnanılmaz bir kahramanlık örneği vererek çemberi yarmış, kafirleri perişan etmişler..” diye radyo haber veriyordu..!Çemberi yaranın kimler olduğundan onların haberleri yoktu. İşte Allah’ın manevi ordularının vazifeleri..!

AHMET AĞA VE PİLOT TEĞMEN…

“Bir gün, pilot Teğmen uçağı ile eğitim uçuşu sırasında, uçağı arıza yapıyor ve bir tarlaya mecburi iniş yapmak durumunda kalıyor. Her ne kadar yerde arızayı gidermiş ise de, uçağın bu tarla üzerinden kalkmasının imkanı yok. Bulunduğu yer öyle ıssız ki çevrede canlı yok. Hocam emir verdi...;

-Ahmed, git şu pilot Teğmen’e yardım et,uçağını kaldır..dedi.

Hemen geldim, pilot çaresizlik içerisinde bocalamakta, ne yapacağını bilememekte idi. Selam verdim;

-Ne yapıyorsun delikanlı?.. dedim.

O da durumunu anlattı. Ben dedim ki:
-Oğlum sen uçağı çalıştır, kalkış için ben sana yardım edeyim!

Şaşırmış bir halde:

-Nasıl yardım edeceksin? dedi.

-Sen çalıştır. ben uçağı kaldırayım.! dedim.

-Hacı Baba kaç tonluk dört motorlu bir uçak. Nasıl kaldıracaksın..? dedi.

-Yavrum! Sen çalıştır bakalım.! dedim.

-Neyse çalıştırayım bakalım.. dedi ve uçağı çalıştırdı.

Allah’ın izniyle:

-Bismillah.. Ya Allah..! deyip yardım edip uçağı kaldırdık ve uçup gitti.”

Pilot der ki:

“Hacı Baba uçağı kaldırıpta, uçak havalanınca; uçağın kuyruk tarafına oturduğunu gördüm ve..

-Eyvah, Hacı Baba düşecek.. dedim.

Bir müddet sonra, Hacı Baba bulunduğu yerden kayboldu.

Ben yine;

-Eyvah, Hacı Baba düştü!!.. diye müteessir olmuştum.

Mensup olduğum karargaha varıp durumu ve başımdan geçenleri kumandanıma anlattım. Kumandanım bana;

-Maneviyat adamlarından biri sana yardım etmiş..! dedi.”

Pilot Teğmen bu maneviyat adamları nerede bulunur acaba, diye araştırma yapıyor. Şarkta filan yerde var diyorlar, tarif edilen kimseyi buluyor; fakat aradığı ve gördüğü değil. Böyle bir çok yerleri geziyor. Nihayet bir gün Konya’da Ladikli Hacı Ahmed Ağa’yı haber veriyorlar.

Konya’ya gelip Hacı Ahmed Ağa’yı soruşturuyor, kendisine Ladik kasabasını tarif ediyorlar. Bir arkadaşı ile taksiye binip Ladik’e geliyorlar. Hacı Ahmed Ağa’yı sorarak odasını öğreniyorlar. Pilot, Hacı Baba’nın odasına giripte, kendisini görünce..

-Hah.. işte bu amca..! deyip, eline ayağına sarılıyor.

Hacı Ahmed Ağa.:

-Oğlum benzetmiş olabilirsin.. diye gizlenmeye çalışırsa da.

Pilot.:
-Hayır yanılmıyorum, o sendin..! diyordu.

Beraberce camiye gidip geldikten sonra, o gün orada misafir kalıyorlar. Ertesi gün veda ederek yerlerine dönüyorlar.”

Genelde bedenen Ladik’in dışına çıkmayan bu zatı muhterem, iş vazifelendirilmeye gelince tayyi mekanla Avrupa-Amerika-Amerika demeden kaşla göz arasında yok oluyordu. Bu yüzden döndüğünde üzerine bazen kar bazen çöl toprağı bulanmış olmasına kimse şaşırmıyordu. Hatta gideceği yeri önceden öğrenenler gitti yerlerinden özel masum siparişler bile veriyorlardı kendisine. Hurma, muz gibi.

En iyisi daha fazla bu meselede kelam etmek yerine gelin siz Araştırmacı-Yazar Mustafa Özdamar’ın kaleme aldığı Kırk Kandil yayınlarından çıkan ‘’LADİKLİ AHMET AĞA’’ kitabını okuyunuz. Eminim benim söylemek istediklerimden daha iyisini kalbiniz size yorumlayacaktır. Hele birde meselenin fevki üzerine ruhi zekanızda çalışmaya başlamışsa belki hayatınızın bir yerlerinde Hz. Hızır’la veya Hızır ordusundan birileriyle karşılaştığınızı hatırlayacaksınızdır.

KALBİNİ AYNA YAPANLARIN İSE ARAMASINA GEREK YOK! BİR KAŞ AYNASI BİLE GÜNEŞİ İÇİNE ALMIYOR MU?..

Sözün yine onun gönlüne sığdıramadığı halini şiirle anlattığı mısralardan sadece şu ikisiyle kemale taşıyıp ‘’Hz. Noktayı’’ koyalım yerine.

BİR ÜSTADDAN OKUMADIM YOL NEDİR ERKÂN NEDİR
İLMİ ZAHİR OKUMADIM KALPDEKİ BÜRHAN NEDİR





Cenâb-ı Hakk, Nübüvvet delîlini kıyamete kadar baki eylemiştir. Resulû Ekrem (s.a.v) Efendimizin devrinden zamanımıza kadar bütün Allah dostlarını, velileri, Evliya’yı o delîlin izharına sebep kılmıştır. Ta ki Hazreti Peygamber (s.a.v) Efendimizin delillerinin doğru ve ayetlerinin gerçek olduğu anlaşılsın diye.

Onlar Hakikat yolunun eşsiz rehberleri, zaman ve mekanın incileri, ölü gönüllere hayat bahşeden hâzık tabipleridir. Hak Dergâhı’nın kıymetli bekçileri, sırat-ı müstakim üzerine sefer eden, gerçek tasavvuf kervanına katılıp hidayet ve saâdete ererek Allah’a (c.c) vuslat eden Hak Erleri’dir.

İşte bu erlerden birisi de her türlü fezail ve kemâlâtı üzerinde toplayan, Allah ve Peygamber aşkı ile yanıp tutuşan ümmi, fakat; manevî ilim, irfan, marifet ehli, takva ve vera sahibi, Allah dostlarından, veliler sarayının sultanlarından biri de Ladiklî Hacı Ahmed Ağa’dır. Kendisi mübarek bir Allah (c.c) dostu idi. Kendisini yetiştiren manevi hocasının Hızır Aleyhisselam olduğunu söylerdi.

Konya’nın Sarayönü kazasına bağlı Ladik kasabasında 1304 tevellüdü ile dünyaya gelmiştir. Baba adı Mehmed, annesinin adı Emine’dir. Tertemiz büyümüş ve yetişmiştir.

Hacı Ahmed Ağa bir ziyaretimizde şöyle anlatmıştı:

"Şimdi Yahûdilerin işgal ettiği Gazze şehri civarında İngilizlerle harp ederken birlik pusuya düşürülmüştü. Birliğin tamamı makinalı tüfeklerle taranarak bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı da yaralanmıştı. Kendim de yaralanmış, şehit olanların arasında, sıcaktan kavrulmuş bir şekilde yatıyordum. Susuzluktan son derece yanıyor, bir taraftan da yaralarım sızlıyordu. Artık Mevla’ma yönelmiş ,O’na kavuşma anını bekliyordum.”

Tam bu sıralarda, nihayetsiz Kerem Sahibinin kudret ve vefa eli yetişir. Hacı Ahmed Ağa, bu hali şöyle ifade eder:

“Tam çaresizlik içerisinde, sıcak kumlar üzerinde, susuzluktan kavrulan bedenim, al kanlar içinde mecalsiz bir halde, yaralarım sızlarken, güneşin vurduğu yönden bir beyaz atlı belirdi. Bize doğru geliyordu. Düşman zannı ile korkumdan kendimi ölüler arasında ölmüş gibi göstererek yere yatmıştım. Atlı bize yaklaştı ve bana:

— Esselâmü Aleyküm...! Ahmed ne oldu, yaralandın mı? Kalk bakalım diyerek, ismimi söyleyince korkum kalmadı. Başımı kaldırdım baktım.

— Kalkmaya mecalim yok, dedim.

— Attan inip yanıma geldi. Beni sıkıştıran şehid arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekti. Susuzluktan yanıyordum.

— Sana su vereyim mi? deyip su dolu bir matara verdi.

Susuzluktan yanan bağrıma, o vefâ elinin verdiği, hayat ve aşk bahşeden şifâ suyunu içtim kana kana. Mübarek zât ellerini sızlayan yaralı yerlerimin üzerine gezdirirken sızılarım diniyor, taze hayat buluyordum. İşte o su beni başka bir aleme götürdü.

Bana ne oldu ise Rahman’ın vefâ elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu.

Daha sonra beni kaldırıp atının terkisine aldı. En yakın, üç günlük mesafedeki genel karargaha götürdü. Bu yolu ne zaman, nasıl geldiğimizi bilemedim. Karargahın yakınlarında bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı. Ayrılacağımız zaman, beni getiren bu zâta:

— Efendim sizi bir daha görecek miyim? dedim.

Mübârek zat bana:

— Ahmed Ağa, eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok, öyle yaşamazsan bu son görüşmemiz, dedi.

— Askerler gelip seni alınca sana inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya götürün dersin. Hadiseyi nöbetçi subayına anlat, benim de selamımı söyle, dedi ve kayboldu.

Askerler geldi, benim buraya gelmeme inanmadılar. Beni nöbetçi subayına götürdüler. Nöbetçi subayı ehl-i hâl ve aşık bir kimse imiş, durumu anlatırken subay heyecanlanıyor.

— Beni kurtaran kimsenin size selamı var , dedim. Bana altındaki sandalyeyi verdi, hürmet etmeye başladı ve:

— Nasıl olur? Bir daha anlat dedi. Üç defa tekrar ettirdi. Beni tedaviye alıp yaralarımı sardılar. Yaramı saran doktor işin farkına varmıştı. Bana inanmayanlara:

— Sizin burnunuz koku almıyor mu? Şimdiye kadar hiçbir askerde bu kokuyu duydunuz mu? Şu hastanın kokusuna bakın, mis gibi kokuyor, dedi.

Ben hastanede bulunduğum müddet içerisinde, hocam bir-iki defa daha geldi.”

Sıhhatine kavuşan Ahmed Ağa Ladik’e gelir. Aşk ateşi günden güne yakmaya, kendisini dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başlar.

Bir kış günü her taraf karlarla kaplı iken aşk galebesi ile dağlara çıkan Hacı Ahmed Ağa’nın peşine on bir tane kurt düşer. Son derece aç olan kurtlar ulumaya başlarlar. Bu durumda vücudunun bütün kılları çıkacak gibi olur. Tam o sırada semadan kurtların üzerine bembeyaz bir koyun kuyruğu şeklinde bir şey iner. Kurtlar kapışıp yerler, sonra bırakıp giderler. Onlar gittikten sonra o şeyin düştüğü yere gider. Geride kalan beyaz, yumuşak ufak bir şeyi alır yer. Günlerce açlık hissetmez. Gönlündeki aşk ateşi yanar, lisanı gönlünün feryadına uyar, kelimeler dışarıya dökülür, ebyatlar birbirini takip eder.

Tam on iki sene sonra, nihayet beklediği hocası (Hızır a.s) teşrif eder, görüşürler. Dünyalar onundur. Bundan sonra sık sık görüşürler. Lüzum eden dersleri ve malumatı hocası ona verir. Kendisi ile beraber manevi toplantılara giderler. Haberleştiklerinde emredilen yere saatinden önce varır. Üstadı bu duruma çok memnun olurmuş.

Vazifeye gidişleri ruhen değil ceseden olurmuş.

Hacı Ahmed Ağa, uzuna yakın orta boylu, buğday tenli, naif bedenli, normal kır sakallı, çukurca gözlü hilâl kaşlı idi. Nurâni simasında halvet ve melâhatın güzelliği görülürdü. Gayet cömert, vekar, temkin ve itidal ehli idi. Sükutu ihtiyar eder. İhtiyar halinde konuşurdu. Ümmi olmasına rağmen, Hocası Hızır Aleyhisselam olduğu için manevi ilimleri almış, ilm-i hikmette yektâ idi. Kendisine bir şey sorulduğunda:

— Durun şimdi cevabınızı getiririm, der ve gider. Hocası Hızır Aleyhisselam’dan sorar cevabını alır gelirdi. Kimseyi kırmaz, boş çevirmezdi.

Hayatta iken sayısız kerametlerine şahit olunduğunu ve yaşandığını, sevenleri nakletmektedir.

Zıvarıklı (Altınekinli) merhum Hacı Ahmed ağabey anlatmıştı:

Ladik’te ziyaretine gittiklerinde, Ceylan dağında otururlarken birazdan postacısı Seyid Ali gelir. Bu arada Hızır Aleyhisselam teşrif eder. Hâl hatır sorarlar.

Hızır Aleyhisselam, Hacı Ahmed Ağa’ya:

— Bir beyt söyle Mevlânâ der. Hacı Ahmed ağa haya edip söylemez.

Hızır Aleyhisselam:

“Satılır cennetler künde bezeller

Bilmezler hakîkatı boşa gezerler

Bir araya cem olsa da güzeller

Nideyim cemâlin ben göremeyince“

beytini okudu. Hızır Aleyhisselam Hacı Ahmed Ağa’ya

— Mevlânâ! Bir de sen söyle, dedi. Hacı Ahmed Ağa:

“Aşıklar aşkından almışlar bir tat

Ne cennet isterler ne de saltanat

Onlar arıyorlar nûr-u hakikat

İlle cemâlini ben göremeyince“

Hızır Aleyhisselam Hacı Ahmed Ağa’ya:

— Mevlânâ bu kuyunun suyu kendi kuyunun suyudur, bitmez tükenmez. Hızır Aleyhisselam Seyid Ali’ye bir de sen söyle, dedi.

Seyid Ali:

“Fırsat elde iken bul derdine çareyi

Gafil iken erişir mevt açar kalbe yareyi,

Haram helal demezdim kazanırdım pareyi

Bir gün olur terk edersin mâlı mülkü sarayı

Bul hidayet kapısını sen arayı arayı”

Hacı Ahmed Ağa, ömrünün son günlerinde, bir ara hastalandı. Konya Numune Hastanesine yattı. Orada dahi ziyaret edenlere şifalar dağıtmıştır.

Oğlu Zekeriya Efendiye vasiyetini yapar. Kendisine verilen bohçayı açar. İçerisinden beyaz bir gömlek, bir mühür, bir sayı gösterir. Bunların sahiplerinin gelip alacaklarını söyler. Hacı Osman Karabulut Efendinin, kendisini gasletmesini, tekvin ve teçhizini yapmasını, namazını kıldırmasını, kabre indirilirken başında bulunmasını vasiyet eder. Şeyh Mahmut Sami Hazretleri’ne (k.s) telefon edilerek cenazesini bekletmelerini ister. 8 Haziran 1969 tarihinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kavuşur. Vefatı bir anda her tarafa duyurulur. Cenazesine binlerce seveni ile beraber dünyanın dört bucağından arkadaşları, hocası Hızır Aleyhisselam, Hacı Mahmud Sami Hazretleri teşrif ederler.

Mübarek kabri şerifleri Ladik mezarlığında olup, gece ve gündüz ziyaret edilir. Cenâb-ı Hak dünyada himmetlerine, ahirette şefaatlarına mazhar eylesin (Amin). Her sene seneyi devriyesinde sevenler buluşur, Kur’an-ı Hatim ve Mevlidler okunur; ruhuna Fatihalar gönderilir. Hakk aşığı Hacı Ahmed Hüdâ’i Divanı çuvalları doldurur; bu fakir tarafından derlenip kitap haline getirilmiş, sevenlerin hizmetine sunulmuştur.
OSMAN KARABULUT




Doğumu ve Ailesi                             
1304 (1888) yılında Konya Vilayetinin Sarayönü Kazasına bağlı, Lâdik (Halıcı)Kasabasında dünyaya gelir. Babasının adı Mehmet, annesinin adı Emine’dir. Yusuflar Sülâlesindendir. Üç erkek bir kız olmak üzere dört kardeştir. Yıllarca çobanlık yaptığından dolayı muhitinde ÇOBAN AHMET olarak tanınmıştır. Sonradan Elma soyadını almıştır.
Manevi bir yolla kendisine Hüdâî adı verilmiştir:
Ol Mevla’m koymuştur Hüdâî adım
Melekler ederler gökte feryadım
Mevla’mın aşkından almışım tadım
Yansa da ayrılmaz haktan Hüdâî
Hatice Hanımla evlenmiştir. İkisi oğlan dördü kız olmak üzere altı tane çocuğu vardır. Hâlâ hayatta olan çocuk ve torunları vardır.

Okur Yazarlığı
Hikmeti ilahi ÜMMÎDİR (Okuma yazması yoktur). Bu durumunu şu beytinde dile getirmektedir:

Bir Üstaddan okumadım, yol nedir erkân nedir.
İlm-i Zahir okumadım, kalpteki bürhan nedir.
Ey beni yaratan Hüda’m, cümle bilgi sendedir.
Dertliler geldi kapına, hem dermanı sendedir.

İmzasını atamadığı için mühür kullanırdı. Mektuplarını kâtipleri yazardı. Bir arkadaşından mektup geldiği zaman kâtiplerine okuturdu. Cevabî mektuplarını da yine onlara yazdırırdı
Dinî kültürü hakkında “Allâh ondan razı olsun, ben dinimi diyanetimi tabur imamımızdan öğrendim” demiştir.

Askerliği
Yirmi altı sene askerlik yapmış bir İstiklâl Savaşı gazisidir. Kanal Harekâtı’nda İngilizlere karşı arkadaşları ile birlikte harp ederken, sağ om­zundan hilâl şeklinde yaralanır. En yakın dört arkadaşının kahramanlıklarını ve şehit düşüşlerini ya­ralı bir vaziyette seyreder. Sonra oraları düşman istilâ eder. Düşman askerleri,yaralı askerlerimizi, “Ölmeyen kalmasın!” diyerek süngülerler. Bu esnada Ladikli Ahmet Ağa başını bir şehidin kolunun altına sokar.Düşmanlar, “Hiç diri asker kalmadı.” diyerek uzaklaşıp giderler.
Orada, aç susuz yaralı bir vaziyette kalır. O anda bulunduğu yeri de düşman işgal etmiştir. Ellerini açarak yalvarır: “Allah’ım, beni düşman eline bırakma!” Cenâb-ı Hakk’ın izniyle Hızır aleyhisselâm atıyla gelir. Ladikli Ahmet Ağa’ya matarasından bir bardak aşk şerbeti içirir. Ancak yarısına kadar içer, tamamını bitiremez. Şerbeti içtikten sonra açlığı ve susuzluğu bir anda gider. Yaranın verdiği ağrı ve hâlsizlik de son bulur. O zaman dili söylemeye başlar:
Ne garip garip bakan Tîh’le Tûr’a
Ömründe kuş bile uçmadı bura
Seni Hakk’a yaklaştırdı bu yara
Yansa da ayrılmaz Hakk’tan Hüdâî

Aşk elinden içtim aşkın dolusun
Yalvar Ahmet sen Rabb’ının kulusun
Hak yolunda arzuhâlin bulunsun
Yâ Muhammed sen hidâyet gülüsün
Hızır aleyhisselâm, “Gel seni hastaneye götüreyim.” deyip atına bindirir ve Kudüs’teki hastanenin ka­pısına getirir. Hızır aleyhisselâm, “Seninle arkadaşlığımız bundan sonra da devam edecek.” deyip oradan uzaklaşır gider. Hastanedeki­ler, yaralı asker gelmiş diyerek onu içeri alırlar.Biraz sonra hasta­nenin içerisi türüm türüm kokmaya başlar. “Bu nasıl askermiş!” deyip, elbiseleri­ni, potinlerini koklarlar. Ladikli Ahmet Ağa ise hastanede tedavi olduktan sonra tekrar cepheye koşar:
Ladikli Ahmet Ağa askerlik hatıralarını anlatırken şöyle demişti: “Cephenin biri­sinde arkadaşımla birlikte düşmana esir düştük. Esir kampı dağlık bir yerdeydi. Etrafı nöbetçilerle doluydu
Arkadaşım bana gelerek, ‘Ahmet.. İkimizin de burada esir durması vatanımız için zararlıdır. Ben nöbetçileri meşgul edeyim. Sen kaç, kurtul, cepheye git.’ dedi. Ben de ona, ‘Senin yapacağın işi ben yapayım.’ dedim. Arkadaşım, ‘Yâ Allah bismillah!’ deyip yanımdan kayboldu. Aradan epeyce bir zaman geçtik­ten sonra arkadaşımla buluştuk. Allah’a şükürler olsun ikimiz de esir­likten sağ salim kurtulduk.
Seferberlikte değil insanlar, hayvanlar bile açtı. Kazanın içerisinde koskoca bir kemik kaynardı. Havada uçan kuşlar yemeğe hücum etme­sinler diye kazanın başında eli sopalı muhafızlar bulunurdu. Önümüze getirip koydukları zaman, iki kaşık şıkırtısından sonra hemen tüke­nirdi. Topla tüfekle harp etmek şöyle dursun, süngü harbi yapardık. Süngü süngüye geldiğimiz zaman, düşman elektrik çarpmış gibi o­lurdu. İçimizde öyle yiğitler vardı ki, düşmanın attığı el bombalarını patlamadan kapıp tekrar düşmanın üzerine atarlardı.

Yaşasın komutanlar hazırız emrinize
Hangi düşman dayanacak çarklanan süngümüze
Atamızdan miras kaldı bu nazlı vatan bize
Var mıdır karşı çıkacak yıldırım harbimize

“Sen madalya almadın mı?” diye soranlara, “Savaştan sonra madalya da­ğıttılar. Geri hizmette bulunan bir askere madalya vermemişler. Onun ağlamasına dayanamadım; çıkarttım, madalyamı ona verdim. Bir se­vindi ki görecektiniz… Sen neden gazilikten maaş almıyorsun? Gazilik madalyası olanlar maaş alıyorlar.” Denilince de “Birkaç günlük askerliğim var, onu da paraya mı çevireyim.” demiştir.
Ladikli, Cenabı Hakkın, kullarına rahmet ve merhametinin bir eseri olarak gönderilen, Mevlâ’mın bir askeri idi. Osmanlının son dönemlerini yaşamış ve Osmanlı askerlik terbiyesi almıştı. yirmi altı
yıllık askerlik hatıralarını anlata anlata bitiremezdi. Seferberlikte başından geçenleri anlatırken, hem kendisi ağlar hem de misafirleri ağlatırdı. İstiklâl Savaşı gazisi idi. O, açlık susuzluk ve yokluğun yaşandığı çileli harp yıllarını, Mehmetçik’in yaptığı kahramanlıkları gelecek nesillere aktaran canlı bir şahitti.
Not: Ladikli Ahmet Ağa’nın Konya Kadınhanı İlçesi Askerlik Şubesindeki askerlik dosyası üzerinde yapılan inceleme neticesinde, seferberlik zamanında l5 – 16 yaşlarında askere alındığı, en az 16 Yıl , en fazla 26 Yıl askerlik yaptığı sonucuna varılmıştır.

Askerlik Sonrası
Vatanın kurtuluşundan sonra askerden bir gazi olarak memleketi Lâdik’e dönmüş ve vefatına kadar burada örnek bir şahsiyet olarak yaşamıştır. Hayvancılık ve tarımla geçimini sağlamıştır.
Zamanının çoğunu odasına gelen misafirlerine hizmet ederek geçirmiş, onları iyiliğe ve hayra davet etmiş, kimseyi ayırmadan herkese duâ etmiş, sohbetinde katılan hiç kimseyi eli ve gönlü boş çevirmemiştir. Boş kaldığı zamanlarda dağlarda çobanlık yapmış, tarla ve bahçelerini ekip biçmekle meşgul olmuştur.

Hocası Hızır (A.S.)
Onu her yönüyle tanıyan bilen 40 sene arkadaşlık yaptığı hocası HızırAleyhisselâmdır. “Hocamı yedi adım geriden takip ederim. Hocam yüzüme baktığı zaman, yüzümün rengi solar. Hocam bana derdi ki: ‘Hüdâî! Ben çok evliya ile arkadaşlık yaptım. Sendeki hâli görmedim.” Bazen, “bende bir şey yok. Çobanın birisiyim” der. Bazen de âdeta coşarak “Oğlum benim hocam ilim deryasıdır. Ne soracaksanız sorun. Ben size bir peygamberin hayatını günlerce anlatırım. Fakat sizler dinlemeye tahammül edemezsiniz.” derdi:

Söyleyen var söyleten var
İlm-i Hikmet öğreten var
Ol kapında bekleyen var
Affımı isterim Allâhım.

Bir gün evinde abdest alırken hocası çıkagelir. Heyecanlanır. Hocası “Mevlâna, sana bir abdest almasını öğretemedik” der. Dedem de “Ne yapalım efendim. Bir çobanı peşinize taktınız. Çoban bu kadar becerebiliyor” deyince “Ahmet! Ahmet! KALB-İ SELİM arıyorlar… der.

Son Günleri ve Vefatı
Son zamanlarında hasta yatarken “Sen gidince bizler ne yapacağız Ahmet Ağa?” diye ağlamaya başlayan misafirlerine, yataktan doğrula­rak “ALLÂH var oğlum. Allâh var, keder yok!” demiştir. Evlatlarından birisi eline varıp, “Baba hakkını helal et” dediği zaman “Oğlum bende üç emanet var. Onları sahiplerine verirsen, hakkımı helal etmiş olaca­ğım. Sen olmasan da onlar emanetleri alıp götürecekler. Ama sen de onları görsen iyi olur” der.
Ve tarihler 8 Haziran 1969 Perşembeyi gösterirken rahmet-i Rahman’a kavuşur.
Vefatından bir kaç ay sonra. “Haydi, odaya gel e­manetleri ver.” diye bir ses duyar. Odaya geldiği zaman odanın kapısı kilitli olduğu hâlde iki kişi içeride namaz kılmaktadır. Hemen o da na­maz kılmaya başlar. Birisi bembeyaz örtüler içerisinde kapalı bir vazi­yettedir. Açık olan konuşur. “Sen otur dayanamazsın.” der. Gece sabaha kadar namaz kılarlar. Emanetleri isterler. Emanetlerin birisiTayy-i Mekân elbisesi. Birisi mühür, öbürü de şeceredir. “Beraber kabrine kadar gidelim. Babanın kabrini birlikte ziyaret edelim.” derler. Yolda giderler­ken bir şahıs bunları görür. “Bu adam fazla yaşamaz” derler. Kapalı ve bürgülü olan kabristanın biraz dışında namaz kılar. Namaz kıldığı yerde o sene otlar kurumaz. Kabirden ayrılıp ağaçlık bir yerden geçer­lerken içlerinden bir tanesi ‘ALLÂH!’ deyince ağaçlar secdeye kapanır gibi olur. Oğlu oraya düşer bayılır. Onlar da giderler, gözden kaybolurlar.
Kabri, Lâdik Kasabası mezarlığındadır.


Menkıbeleri
Bütün veli ve Allâh dostları etrafında anlatıldığı gibi Lâdikli Ahmet Ağa etrafında da bir takım menkıbeler anlatılmıştır. Allâhü Teâla Peygamberlerine, bazı insanları ikna etme babında mûcizeler vermiştir. Kendisi bir ümmi olan Peygamberimizin diğer mûcizelerinin yanında en büyük mûcizesi, Arap edîp ve şairlerinin hayran kaldığı Kur’an-ı Kerim’dir.
Yine Allâhü Teâlâ, peygamberlerinin dışında sevdiği bazı kullara, veli kullarına da bir takım olağanüstü özellikler bahşetmiştir. Buna dinî literatürde keramet adını veriyoruz. Ehlisünnet inancına göre velilerin keramet sahibi olmaları haktır ve gerçektir.
Veliler etrafında anlatılan akıllara durgunluk verici bazı kerametlerin fizikî anlamda izahları elbette kolay değildir. Ancak kâinattaki birçok hâdiselerin de, iyi bakıldığı takdirde akılları zorlayacak nitelikte olduğu görülür. Sadece duyu organlarıyla bazı şeyleri anlamaya çalışmak, illâki maddî görüntü ve bilgiler aracıyla fizikötesi hâdiseleri kavramaya uğraşmak, çoğu zaman insanı bir çıkmaza sürükleyebilmektedir.
Bir anda dünyanın en uzun mesafelerini kat edebilen -Allâh’ın lânetlediği- şeytan bile böyle olağanüstü özelliklere sahip iken, Allâh’ın bir veli kulu niçin daha iyi özelliklere sahip olmasın?
Ancak bu menkıbelerin elbette suistimal edilmemesi gerekir. Dikkâtle okuyup, arka plânını iyi kavrayanlar, bu menkıbelerin derinliğine ulaşacaklardır. Bu arada herkesin bunlara inanmasını bekleyemeyiz. Bu biraz da gönül işidir.
Şunu da vurgulamak gerekir ki Ahmet Ağa’nın en büyük kerameti “ışk”ını ve yangınlığını dile getirdiği şiirleridir. Keramet göstermek veya göstermeye çalışmak bizden istenen bir görev değildir, ama Ahmet Ağa gibi Müslüman’a yakışır bir tarzda hayat sürmek ve onun şiirlerinde dile getirdiği Müslüman vasıflarını kazanmak herkesin ulaşmak istediği bir ideal olmalıdır.

GECELERDE DOĞDU NUR-U MUHAMMED
Bir hakikat nuru bu kalbe vurdu
Mevlâ’m Mevlâ’m diye kıyama durdu
Tecelli eyleyen nuru ararım
Hangi beldelere ziyası vurdu

Ol Muhammed nuru tecellî ider
Mağribe maşrıka ziyası gider
Mevlâ kullarına ne ihsan ider
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Evvel-i âlemde yazılmış yazı
Haktan hakikatten ayırma bizi
Ne hoş yaratmışsın gece gündüzü
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Çok nasihat duydum kalmadı serde
Mevlâ demeyince kalkar mı perde
Beklerim Mevlâ’dan hidayet nerde
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Kimse kâdir olmaz vasfın itmeye
Uzaklardan geldim görüp gitmeye
Bülbüller başlamış feryad itmeye
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Bu yalan dünyada ne sefa sürdüm
Temiz tâhir iken isyana girdim
Âlem-i ervahta ne ahit virdim
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Bu yalan dünyada sürmedim sefa
Bu dünya kimseye eder mi vefa
Hani o Süleyman nerde Mustafa
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Bu aşkın zevkine insan mı kanar
Bir kürsü kurulmuş kandiller yanar
Evliya enbiya safları da var
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Ol dostların gelir Hint’ten Yemen’den
Sana âşık olan geçer mi senden
Ravza’sına soruň, memnun mu benden
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Duymadın mı gönül mahşer var dirler
Dürülüp semalar atılır yirler
Okunup defterler hesap virirler
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Çok ahitler verdim, adam olmaya
Aktı gözyaşlarım, döndü deryaya
İlticalar ettim ulu Mevlâ’ya
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Şu esen yellerin reyhanına bak
Yıldızlar doğdu mu, attı mı şafak
Şu yatan ümmetin gafletine bak
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

İsâ’nın Musâ’nın bastığı yerler
Enbiya evliya orada derler
Salih’in devesin n’itdiniz çöller
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Kumları savrulup çölleri yanar
Acıdır suları insan mı kanar
Görmelere şâyan ne kavimler var
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Kimi feryad eder kimisi ağlar
Şehitler yaresin hûriler bağlar
Musâ’nın Tûr’udur karşıki dağlar
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Kumlara boyandı şehitler kanı
Veren alır imiş bu tatlı canı
Nelerden kurtarır Mevlâ insanı
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Zümrütten yakuttan kasırları var
Selsebil ırmağı, suları çağlar
Muhammed nuruna bu cihan ağlar
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Semayı devreder şu çark-ı felek
Saflar bağlamışlar, kıyamda melek
Ravza’nın üstünde bir nurdan direk
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Muhammed adın mağrip maşrık anardı
Aç gelen kervanlar burda kanardı
Eskiden bu çöller böyle yanardı
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Bir virana geldim baykuşlar ötmez
Çöllerin hayali kalbimden gitmez
Bu yanan çöllerde ot bile bitmez
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Dertliyim derdimin çaresi nerde
Pervaneler gezer gittiğim yerde
Beni bu hâllere getiren nerde
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Dertliyim derdimin çaresi yoktur
Yaratan Mevlâ’da şifâsı çoktur
Mevlâ’mdan başka sahibim yoktur
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Kimseler bilmez benim işimi
Bu aşkın yoluna koydum başımı
Dikmesinler benim kabir taşımı
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Gece gündüz durmaz feryad iderim
Ümmetim demezsen nere giderim
Ol ulu Mevlâ’dan hicap iderim
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed

Beni bu diyardan alıp atsınlar
Köle diye pazarlarda satsınlar
Beni Ravza’sına bekçi yapsınlar
Gecelerde doğdu nur-ı Muhammed



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder