Hadîs-i Şerîf:
“Kıyâmet gününde isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle
çağrılacaksınız. Öyle ise isimlerinizi güzel koyunuz.”
(Hadîs-i Şerîf,
Sünen-i Ebû Dâvûd)
Hicrî:14 Zilhıcce 1434 •Fazilet
Takvim
HÂCE YÛSUF HEMEDÂNÎ KUDDİSE SİRRUHÛ
Silsile-i Sâdât’ın sekizinci altın halkası Yûsuf Hemedânî
Hazretleri Hicrî 440 (m. 1048) senesinde Hemedan’da doğdu. Künyeleri Ebû
Yakub, babasının ismi de Yakub’dur. İmâm-ı Âzam Hazretlerinin
torunlarındandır. Hanefi mezhebinden idi. Zâhirî ilimleri öğrendi; kemal
mertebesine ulaştı.
Bundan sonra, ibadet, riyâzet ve mücâhede yolunu seçti ve
Silsiletü’l-Müceddidînin yedinci halkası, Ebû Ali Fârmedî (k.s.)
Hazretlerine intisab etti, Seyr u sülûkünü tamamladı.
Yaya olarak otuz yedi defa hac yapmış, binlerce defa Kur’ân-ı Kerîm’i
hatmetmiştir. Gece namazının her rek’atinde bir cüz Kur’ân-ı Kerîm
okurdu. Tefsir, hadis, fıkıh, usûl ve furûa dair yedi yüz metin kitap
ezberlemiştir. Yedi bin putperestin Müslüman olmasına vesile olmuştur.
Hayatının büyük bir kısmını yolculukta geçirdi. Hayatının sonuna doğru
Semerkand’a geldi ve evlendi. Her ayın başında Semerkand halkını ve
âlimlerini davet eder, ilmî konuşmalar yapardı. Hızır (a.s.) ile sohbet
ederdi. Güzel ok atardı. Göz hastalıklarına ve ağrılarına ilaç yapardı.
Yazısı çok güzel idi. Çarşıda pazarda pişmiş şeyleri yemezdi. Odasında
hasır, keçe, iki minder ve ibrikten başka bir şey yoktu. Ders okutur,
çok nafile namaz kılar ve oruç tutardı.
Son zamanlarında bazan Herat bazan Merv’de kaldı. Herat’tan Merv’e
giderken yolda, 535 (m. 1140) senesinde vefat etti. Vefat ettiği yere
defnolundu. Daha sonra na’ş-ı şerîfleri Merv’e naklolundu.
Vefâtı yaklaşınca müridlerinden Hâce Abdullah Berekî, Hâce Hasen
Endâkî, Hâce Ahmed Yesevî ve Hâce Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretlerine
hilâfet verdiler. İrtihalinden sonra irşad vazifesini Hâce Abdülhâlık
Gucdüvânî Hazretleri devam ettirmişlerdir.
Yûsuf Hemedânî Hazretlerinin, Menâzilü’s-sâlikîn, Menâzilü’s-sâirîn
ile Farsça Rütbetü’l-hayat ve Arapça ‘Risâle fi enne’l-kevne müsehharun
li’l-insân’ isimli bir risâlesi vardır.
Hicrî:14 Zilhıcce 1434 •Fazilet
Takvim
YÛSUF-U HEMEDÂNÎ KUDDİSE SİRRUHÛ
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Yûsuf bin Yâkûb Hemedânî olup,
künyesi Ebû Yâkûb’dur. İmâm-ı A’zam hazretlerinin neslindendir. İnsanları
Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine
“Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin sekizincisidir. 1048 (H.440)
senesinde Hemedan’da doğdu. 1140 (H.535) de Herat’tan Merv’e giderken yolda
vefât etti.
On sekiz yaşında Bağdat’a gelip, fıkıh ilmini Ebû İshâk-i
Şîrâzî’den öğrendi. Yaşı küçük olmasına rağmen, Ebû İshâk kendisine husûsî
ihtimâm gösterirdi. Bunun ve diğer fıkıh âlimlerinin derslerine devâm etmekle,
Hanefî mezhebinde fıkıh ve münâzara âlimi oldu. İsfehan ve Semerkand’da,
zamanın meşhûr hadîs âlimlerinden hadîs ilmini öğrendi. Tasavvufu Ebû Ali
Fârmedî hazretlerinden öğrenip, onun sohbetinde yetişerek kemâle ulaştı.
Abdullah-i Cüveynî, Hasan Simnânî ve birçok büyük zât ile görüşüp, sohbet etti.
Kendilerinden ilim öğrendi. Yaya olarak otuz yedi hac yaptı. Kur’ân-ı kerîmi
sayısız hatmetti. Gece namazlarında her rekatte bir cüz okurdu. Tefsir, hadîs,
kelâm ve fıkıh ilminden yedi yüz cüz ezberindeydi. İki yüz on üç mürşîd-i
kâmilden istifâde etti. Yedi bin kâfirin îmâna gelmesine sebeb oldu. Hızır
aleyhisselâm ile çok sohbet etti.
Altmış yıldan fazla, insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl oldu.
Yüzlerce talebe ondan ders aldı. Abdullah-i Berkî, Hasan-ı Endâkî, Ahmed Yesevî
ve Abdülhâlık-ı Goncdüvânî gibi büyük velîler yetiştirdi. Bunlardan Ahmed
Yesevî, Türkistan tarafına göç edip, insanları irşâd ederek büyük hizmetler
yaptı. Yûsuf-i Hemedânî, bütün dostlarına, talebesi Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’ye
tâbi olmalarını söyledi. Kendisinden sonra, bu talebesi insanlara doğru yolu
gösterdi.
Yûsuf-ı Hemedânî, önce Merv şehrinde bir müddet kalıp Herat’a gitti
ve uzun zaman kaldı. Sonra, tekrar Merv’e gelip bir müddet daha kaldıktan sonra
Herat’a döndü. Herat’tan Merv’e yolculuğu sırasında vefât etti. Kabri Merv
şehrinde olup, ziyâret edilmektedir.
Yûsuf-i Hemedânî, İmâm-ı A'zama pekçok bağlıydı. Irak, Horasan,
Mâverâünnehr bölgelerinin muhtelif şehirlerinde bulunarak, halka saâdet yolunu
anlatmak ile meşgûl olmuştur. İlmi, fazîleti ve kerâmetleriyle İslâm dünyâsında
tanınıp, çok sevilmiştir.
Hakîkî İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden olan Yûsuf-i
Hemedânî orta boylu, buğday benizli, kumral sakallı, zayıf bir zât idi. Eline
ne geçerse muhtaçlara verir, kimseden bir şey istemezdi. Herkese karşı çok
iltifât eder, yumuşak ve merhametli davranırdı. Yolda yürürken bile Kur’ân-ı
kerîm okumakla meşgûldü. Hoş-dû denilen yerden, câmiye gelinceye kadar bir
hatim okur, mescid kapısından, Hasan Endâkî ve Ahmed-i Yesevî hânesine
varıncaya kadar Bekara sûresini okurdu. Geri dönerken Âl-i İmrân sûresini
bitirirdi. Arada bir yüzünü Hemedân’a çevirir ve çok ağlardı. Selmân-ı Fârisî
hazretlerinin âsâsı ile sarığı kendisindeydi. Her ay başında, Semerkand
âlimlerini çağırarak onlarla sohbet ederdi. Bir taraftan köylülere ve yanına
gelen herkese doğru din bilgilerini öğretmeye çalışır, insanlarla uğraşmaktan,
onları yetiştirmek için çalışmaktan hiç sıkılmazdı. Diğer taraftan, ağrılara ve
yaralara ilâç yaparak herkesin derdine devâ bulmaya çalışırdı. Böylece, maddî
ve mânevî hastalıkların tabîbi, mütehassısı olduğunu isbât ederdi.
Talebelerine ve kendisini sevenlere dâimâ Peygamber efendimizin ve
Eshâb-ı kirâmın yolunda gitmelerini tavsiye ederdi. Kalbi, bütün mahlûkât için
derin bir sevgi ile doluydu. Gayr-i müslimlerin evlerine giderek, onlara
İslâmiyeti anlatırdı. Her şeye sabır ve tahammül eder, herkese karşı muhabbet
gösterirdi. Altın ve gümüş eşyâ kullanılmasına müsâde etmez, fakirlere
zenginlerden daha fazla îtibâr ederdi. Zühd sâhibi idi. Dünyâya ehemmiyet ve
kıymet vermezdi. Odasında hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden
başka bir şey bulunmazdı. Talebelerine, dört büyük halîfenin menkıbe ve
fazîletlerinden bahseder, onlar gibi ahlâklanmalarını nasîhat ederdi.
Bir gün, Hemedân’dan bir kadın, ağlayarak Yûsuf-i Hemedânî’nin
huzûruna geldi ve dedi ki: “Oğlumu Bizanslılar esir etmişler.” Kadına;
“Sabredin” buyurdu. Kadın; “Sabredecek hâlim kalmadı.” dedi. Bunun üzerine
Yûsuf-i Hemedânî hazretleri; “Yâ Rabbî, bu kadının oğlunu esirlikten kurtar.
Üzüntüsünü neşeye çevir!” diye duâ etti. Kadın dönünce oğlunu evde buldu.
Hayret etti. Oğluna; “Anlat evlâdım! Buraya nasıl geldin?” dedi. Oğlu; “Biraz
evvel İstanbul’daydım. Ayaklarım bağlı olup, başımda muhâfız vardı. Âniden bir
kimse geldi. Beni kaptığı gibi, bir anda buraya getirdi.” dedi.
Yûsuf-i Hemedânî’ye, İslâm âlimlerinin ve kıymetli rehberlerin
azalıp yok olduğu zaman ne yapmak lâzım? denildiğinde; “O zaman, her gün o
büyüklerin yazdığı kitaplardan bir miktar okuyunuz.” buyurdu.
Sayısız kerâmetlerin ve fazîletlerin kendisinde toplandığı veliyyi
kâmil bir zât idi. Kerâmetlerinin en büyüklerinden birisi; Allahü teâlâyı
tanımak yolunda çok yüksek derece ve makamlar sâhibi olan, Abdülhâlık-ı
Goncdüvânî gibi büyük bir velîyi yetiştirmesidir.
Yûsuf-i Hemedânî hakkında uygunsuz şeyler söyleyip, onu kötüleyen
bir kimse vardı. Bu durum Yûsuf-i Hemedânî hazretlerine intikâl edince, üzüldü
ve yakında cezâsını görür buyurdu. Birkaç gün içinde o kimse, eşkıyâlar
tarafından öldürüldü.
Bir defâ Yûsuf-i Hemedânî insanlara vâz ederken iki kimse gelip,
“Sus! Yanlış şeyler söylüyorsun” dediler. “Asıl siz susunuz. Size diri denmez!”
buyurdu. O anda, o iki kişi orada ölüverdiler.
Necîbüddîn Şîrâzî isimli bir zât şöyle anlatıyor: Bir zamanlar
velîlerin sözlerinden birkaç parça elime geçmişti. Mütâlaa ettim. Bana gâyet
hoş geldi. Bu sözü araştırdım. Kimin sözüdür, bundan başka eserleri var mıdır,
bu zâtı bulayım da, önüne diz çökeyim dedim. Bir gece rüyâda, heybetli,
vekarlı, ak sakallı, pek nûrânî bir zâtın evimize girdiğini gördüm. Hemen
abdesthâneye gitti. Abdest alacaktı. Beyaz bir kaftan giymişti. Kaftanın üzerinde
iri hatla, altın suyu ile, Âyet-el-kürsî baştan ayağa kadar yazılmıştı. Ben
onun arkasından gittim. Kaftanı çıkarıp bana verdi. Bu kaftanın altında ondan
daha göz kamaştırıcı bir yeşil kaftan daha vardı. Bunda da, önceki gibi aynı
hatla, altın yazıyla Âyet-el-kürsî yazılmıştı. Onu da bana verdi. “Ben abdest
alıncaya kadar bunları tut!” buyurdu. Abdest aldı ve; “Bu iki kaftandan
hangisini istersen sana vereyim.” buyurdu. Hangisini verirseniz, bence
sevgilidir dedim. Yeşil kaftanı bana giydirdi. Beyazı da kendisi giydi. Sonra:
“Beni bilir misin? Ben, o okuduğun parçaların müsannifiyim. Sen onu
arzuluyordun... Ben Ebû Yâkûb Yûsuf-i Hemedânî'yim. Ona, yâni o okuduğun
yazılara Zînet-ül-Hayât adını verdim. Ayrıca Menâzil-üs-Sâlikîn ve
Menâzil-üs-Sâyirîn gibi sevilen eserlerim de vardır.” buyurdu. Uyanınca çok
sevindim. Ona olan muhabbetim çok arttı.
İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin Fetâvâ-i Hadîsiyye isimli
eserinde anlatıldığına göre, Ebû Saîd Abdullah, İbn-üs-Sakkâ ve Seyyid
Abdülkâdir-i Geylânî ilim öğrenmek için Bağdat’a geldiler. Abdülkâdir-i Geylânî
hazretleri o zaman çok gençti. Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin, Nizâmiyye
Medresesinde vâz ettiğini duymuşlardı. Bunlar, onu ziyâret etmeye karar
verdiler. İbn-üs-Sakkâ; “Ona bir soru soracağım ki cevâbını veremeyecek.” dedi.
Ebû Saîd Abdullah; “Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?”
dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edeb timsâli olan Abdülkâdir-i Geylânî de
“Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sâdece huzûrunda beklerim, onu görmekle
şereflenir, bereketlenirim” dedi. Nihâyet Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin
bulunduğu yere vardılar. O anda orada yoktu. Bir saat kadar sonra geldi.
İbn-üs-Sakkâ’ya dönerek; “Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana,
cevâbını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin suâl şudur.
Cevâbı da şöyledir. Ben görüyorum ki, senden küfür kokusu geliyor.” buyurdu.
Sonra Ebû Saîd Abdullah’a dönerek; “Sen de bana bir suâl soracaksın ve
bakacaksın ki, ben o suâlin cevâbını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyet
ettiğin suâl şudur ve cevâbı da şöyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmediğin
için, ömrün hüzün ile geçecek.” buyurdu. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî’ye döndü.
Ona yaklaştı ve; “Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve
Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdat’ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek
bilgiler anlattığını ve; “Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir.”
dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyâyı,
senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını
görüyor gibiyim.” buyurdu ve sonra gözden kayboldu. Kendisini bir daha
göremediler.
Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî yetişti.
Zamânında bulunan evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve
makamlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübârek
sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Bir gün yüksek bir kürsîde oturuyor vâz
ediyordu. Buyurdu ki: “Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir.”
Zamânında bulunan bütün evliyâ, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler
ve üstünlüğü karşısında boyunları eğri olurdu. Bunlar meydana çıktıkça, Hâce
Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin senelerce önce kerâmet olarak haber verdiği
hâller anlaşılıyordu.
İbn-üs-Sakkâ’ya gelince, o Yûsuf-i Hemedânî ile aralarında geçen o
hâdiseden sonra, şer'î ilimlerle meşgûl oldu. Çok güzel konuşurdu. Şöhreti
zamânın sultânına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans’a gönderdi.
Hıristiyanlar buna çok alâka gösterdiler. Nihâyet, onların yalanlarına
aldanarak hıristiyan oldu. Bu hâdiseyi anlatan zât diyor ki: “Bir gün onu
gördüm. Hastaydı. Ölmek üzereydi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O başka tarafa
çevirdi. Tekrar kıbleye döndürdüm. O tekrar başka tarafa çevirdi ve böylece
öldü.”
Ebû Saîd Abdullah da diyor ki: “Ben Şam’a geldim. Bâzı vazifelerde
bulundum. Çeşitli sıkıntılar ile hayâtım geçti. Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin,
her üçümüz hakkında da söylediği aynen meydana geldi.”
El-Meşrevü’r-Revî kitâbının sâhibi olan Cemâleddîn Muhammed bin Ebî
Bekr el-Hadramî eş-Şafiî buyuruyor ki: “Bu menkıbe, rivâyet edenlerin çokluğu
sebebiyle lafızları değişik olsa bile, mânâ yönünden tevâtür hâlini almış bir
menkıbedir. Allahü teâlânın evliyâsını inkâr etmeye cüret edenler, neûzü
billâh, İbn-üs-Sakkâ’nın durumuna düşmekten çok korkmalıdır. İlminin ve
amelinin çok olmasına rağmen, İbn-üs-Sakkâ’nın, sonunda böyle sonsuz bir
felâkete düşmesinin sebebinin, evliyâ hakkında edebsizlik yapması olduğu
Behcet-ül-Musannife’de Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin menkıbeleri
anlatılırken zikredilmektedir.
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1164
2) El-A’lâm; c.8, s.220
3) Şezerât üz-Zeheb; c.4, s.110
4) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.289
5) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.135
6) Hadâik-ul-Verdiyye; s.106
7) Reşahât (Arabî); s.14
8) Reşahât (Osmanlıca); s.17
9) Kalâid-ül-Cevâhir; s.110
10) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.14
11) İrgâm-ül-Merîd; s.48
12) Behcet-üs-Seniyye; s.11
13) Rehber Ansiklopedisi; c.18, s.232
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.7, s.367
15) Makâmât-ı Yûsuf Hemedânî; Süleymâniye Kütüphânesi, İbrâhim Efendi Kısmı, No: 430
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder