MİDEDEN RUHA YOL VARMIDIR? SİNDİRİM
Günlük hayat içinde coşkuyla yapılan konuşmalardan sonra, yarından
tezi yok sağlıklı beslenmeye, düzenli spor yapmaya ve kötü
alışkanlıkları bırakmaya söz vermişliğimiz çok olmuştur. Fakat bizim
“yarına” verdiğimiz söz daha sonraki yarınlara ertelenir. Böylece
günler, haftalar, aylar ve yıllar hızla geçip gider.
“Nihayet yıpranan bağışıklık, kas ve sindirim sistemi alarm vermeye, hastalık yapmaya başlar. Sonuçta hiç beklemediğimiz ve sevmediğimiz hastalıklar yüzünden, işimizi yapamamaya, hizmetimizi görememeye ve ailemizle yeterince alakadar olamamaya başlarız. Ve en kötüsü de ömrümüzün sonuna kadar bu hastalıklarla uğraşmaya devam ederiz.”
Bu satırlar 2014 yılında “Sağlık için Oruç” kitabını hazırlayan Gülhan Beydemir’e ait. Beydemir devam eden satırlarda, doğrudan çare nedir sorusuna yönelmiş, cevabı da oruç bahsinde bulmuştur. Ancak bin yıl önce imam-ı Gazali “Rub’ul-Mühlikât”ında yemek ve hastalıklar girdabında çaresizce bocalayan günümüz insanının bir sonraki adımını şu cümlelerle anlatmıştır.
“Bütün şehvetlerin, dert ve afetlerin kaynağının mide olduğunda şüphe yoktur. Zira şehvet ve
evlenme arzusu, midenin şehvetine bağlıdır. Yemek ve evlenme arzusu da insanı bol yiyecek temin etmeye ve evlenmeye vesile olan, mal ve mevki teminine teşvik eder. Mal ve serveti çoğaltma arzusu da muhtelif cehalet ve ahmaklıklara ve çeşitli çekememezlik ve hasede yol açar. Bütün bunlar mideyi ihmalin ve bu ihmalden meydana gelen mide dolgunluğu ve tembelliğin neticesidir. Açlık ise kalbin kanını azaltır ve ağartır. Kan ağarınca kalp nurlanır. Aynı zamanda açlık kalbin yağını eritir. Yağ eriyince de kalbin katılığı perde teşkiline sebep olduğu gibi, kalbin yumuşaması mükaşefenin anahtarıdır. Kalbin kanı azaldıkça düşmanın yolu daralır, çünkü düşmanın yolu, şehvet dolu olan kan damarlarıdır.”
KALP VE KEŞİF
imam-ı Gazalinin “Kalbin yumuşaması ve mükaşefenin (keşfetmenin) anahtarıdır.” sözlerinden tıbbın üzerinde kalpten ruha çıkan bir yol görünüyor. Geçmiş yıllarda çok konuşulan bu durum günümüzde hep üzeri kapatılan bir konu oldu.
Bunun yanında doktorlarla yaptığımız görüşmelerde sindirim sistemini detaylandırabiliyoruz. Mide hangi gıdaya nasıl tepki verir, hazımsızlığın sebepleri nelerdir, hangi gıdaları yersek bağırsaklarda dost flora artar ve gıdalardan rahat emilim sağlar, karaciğer nasıl rahatlatılır gibi konular bilebiliyoruz. Günümüzde bilgi gerçekten her ortamda en rahat ulaşılan şeye dönüştü.
insanlar bildikleri halde neden bünyelerine kötü davranmaya devam ediyorlar? Bu sorunun çok farklı cevabı olabilir. Bizim tartıştığımız kısım insanların mideden kalbe giden yolu gördükleri halde, oradan ruha giden yolu dikkate almamaları ya da unutmaları ile alakalı oldu.
Diyetisyen Elif Karacanoğlu, mide ve bağırsak hususunda ihtisas sahibi Prof. Bekir Sami Uyanık, Gastroenteroloji Uzmanı Dr. Resul Kahraman bir de açlık hususunda Rusya ve Amerika’da klinik eğitimlerine katılan Azeri Tabiban Gühan Beydemir ve onun uzun açlık konusunu sorgulayan, Dr. Süleyman ipekçi’den oluşan sahasında uzman kişilerle tartıştık. Farkındalığı arttırıcı güzel cümleleri dosyanın içerisinde bulabilirsiniz. Ancak konunun en dikkat çekici olan yanı gıdanın, kalbe ve ruha sirayet eden yönüdür. Bu yönü beş adımda toplamaya çalıştık.
Kalbe sirayet eden ve oradan ruha ulaşan yönü ile gıdada beş adımın birincisi gıdaların seçilme aşamasında başlıyor. Çoğu insanın ihmal ettiği ağızda uzun uzun çiğnenme ise ikinci aşama. Gıdayı seçme ve çiğneme aşamalarında, kontrol kişinin elinde. Ancak yutularak gözden kaybolan gıdada kişinin kontrol oranı hayli azalıyor. Bundan sonra yemek, metabolizmanın işleyiş hızına, kalitesine göre midede bulamaç haline geliyor. Yemekler midede iken sindirimi artırıcı gıda takviyeleri yapmak mümkün. Ancak beşinci ve son aşama olan, gıdanın bağırsak sisteminde emilerek kana ve kalbe ulaşma sırasında insan ne yedi ise artık ona dönüyor.
• Gıdaların seçilmesinde besinler arasındaki uyum ya da helallik
Prof. Bekir Sami Uyanık, gıdaların seçilmesi hususunda midedeki kimyasal işleme dikkat çekiyor. “Hayati önem taşıyan gıdalar, sindirim sistemimizde kimyasal işlemden geçirilerek faydalı hale gelmektedir. Yenen besinlerin uyumu sindirimi etkilediği gibi onlardan alınan faydayı ziyadeleştirmektedir.”
Besinlerin uyumu konusunda kastedilen sarımsak ile yoğurdun lezzeti, tavuk yemeklerinde patates ve baharatın insan dimağındaki hissiyatı gibi konular değildir. “Beslenmenin altın kuralları”na baktığımızda besinler arasındaki uyum, daha derin, farklı ve son derece dikkat çekici bir konudur. Ne yazık ki, hayati önem taşıyan bu konu, önemli olmasına rağmen yeterince ele alınmamıştır.
Ancak eskiler gıda ürünlerini ayrıştırma ve en iyi şekilde uyum sağlama alışkanlığı hakkında dikkat çekici tavsiyelerde bulunmuşlardır. Eski bir tıp kitabı olan “Cud-şi” (Mavi Beril)’de konuyla ilgili şunlar tavsiye ediliyor: “Et ve balık ile süt birlikte yenilmez, süt ile yemişler birbiriyle uyumsuzdur. Yumurta ile balık ve diğer etler birbiriyle uyumsuzdur. Mercimek çorbası ile birlikte alınan şeker ve kefir gibi asitli süt ürünleri zararlıdır.
Hardal yağında mantar pişirilmez. Bal ile nebatî/ bitkisel yağlar uyumsuzdur. Ekşi yiyecek üzerine süt içilmez ve önceden yenilen yemek hazmedilmeden yeni yemek yenilmez, zira birbirine ters düşerek, savaşacaktır. Alışık olmayan ve zamansız yenilen yemek de zehir gibidir.”
Fransız düşünür Savorin’in: “Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!” sözü, yemeğin edebiyatını yapıyormuş gibi görünse de aslında farklı bir gerçeği hatırlatıyor. Araştırmacılar, aldığımız besinlerin, beyin biyokimyasını etkileyerek kişiliğimizi ve içinde bulunduğumuz ruh hâlini değiştirebildiği sonucuna ulaştı. Çünkü yenen besinler türlerine göre beyine farklı bir amino asit veriyor.
Kimi uyarıcı, kimi ise yatıştırıcı olan amino asitler, farklı iletişim sinirlerine dönüşüyor. Mesela araştırmalarda hayvanî proteinlerin beyinde uyarıcı sinyal verdikleri tespit edilmiş. Hayvanî protein içeren besinler, yenildiğinde “fenilalanin” maddesi beyne geçiyor ve “nor adrenalin” ile adrenaline dönüşüyor. İşte bu yüzden çok sık et ve et ürünleri ile beslenenlerin aktif, hareketli ve daha sert mîzaçlı oldukları tespit edilmiş. Nitekim aslan, köpek ve etçil hayvanlar yırtıcı; koyun, keçi ve deve gibi hayvanların ise daha uysal ve yumuşak olmaları buna bağlanmış.
Yatıştırıcı ve sakinleştirici olarak bilinen besin maddeleri de karbonhidratlardır. Makarna, ekmek,
bisküvi gibi karbonhidratlı besin yiyen insanlarda “triptofan” adlı kimyasal ileticilerin beyne tesiriyle“serotonin” maddesinin artması sayesinde vücut genel bir huzur ve sakinliğe kavuşur.
Elbette, yiyeceklerin beslenmede temel ölçüsünü, “helâl” ve “haram” kavramları oluşturuyor. Helâl gıdalar, beden ve ruh sağlığını koruyup geliştiriyor, bünyeyi besliyor, fayda veriyor; buna mukabil haram gıdalar, beden ve ruh sağlığını bozuyor, beden ve ruha zarar veriyor.
• Çiğnemeden yutmak
Sindirim sistemi vücut içerisindeki en uzun hadisedir. Ağızdan başlayarak milyarlarca doku bu işin içerisindedir ve bu hücrelerin, dokuların her birinin bir vazifesi vardır. İşte Prof. Dr. Bekir Sami Uyanık’ın konuyu özetleyen cümlesi:
“Ne kadar az çiğnerseniz vücuda o kadar fazla vazife vermiş oluyorsunuz. Çünkü mide ağızdan gelecek gıdayı bulamaç haline getirecek ve bağırsaklar da bunu sindirecek. Şayet ağızdan küçük lokmalara bölünmeden mideye gıda gönderilirse, bu mide de fazla kalacaktır. Bu da şişkinlik yapacak, rahatsız edecek, uzun süre midesi dolu gezen insan rahat iş yapamayacak, zorlanacak ve zorladığında yemek mideden yukarıya çıkmaya çalışacak ve kişi reflü hastalığına yakalanabilecektir.”
• Sindirme merkezi, mide asidi ve stres
Mide ve bağırsaklarda beyinden daha fazla nöron var. Dolayısıyla insanın bütün psikolojisi bağırsakları etkiliyor. Kimi stresten isal oluyor kimi ise kabız olabiliyor.
Gastroloji Uzmanı Dr. Resul Kahraman hadiseyi şöyle özetliyor: “Aslında sindirimin başlangıç noktası beyindir. Yemeği gören beyin, mide asit salınımını arttırmasını ister. Emri alan mide gelecek yemeğe kendisini hazırlar. İyice çiğnenen yemek yutulup mideye geldiğinde, asit sindirim için uygun; asit seviyesi düzenlenmiş bir ortam bulur. İyice çiğnenen yemek yutulup mideye geldiğinde milimetrik zerreciklere ayrılması için hidroklorik asit denen çok güçlü bir asit salgılanıyor. Çiğnenmeden yutulan yemek ise zerreciklere ayrılmada mide için ciddi problem teşkil ediyor.”
• Bağırsaklarda emilim ve açlık hormon ilişkisi
Helalinden ve sağlıklısından seçerek, temiz bir şekilde yemek ve böyle beslenmeye devam etmek, iyi çiğnemek, mide sindirimi için stresten uzak kalmak, hareket yapmak. Sindirim sisteminin buraya kadar olan kısmında elimizden gelenler bunlar. işin bundan sonraki kısmında yetkinin çoğunluğunu hormonlar vasıtasıyla bünyemize devretmiş oluyoruz. Nedir bu hormonlar, ne işe yarar derseniz aslında uzun bir konuyu sorgulamış olursunuz.
Sindirim sistemi konusunda dikkat çekici dört hormon var. Tokluk hissini veren leptin, açlık hissini veren ghrelin, kandaki glukoz seviyesini ayarlayan insülin ve son olarak karaciğerdeki glikojenin glükoza dönüşmesini sağlayan glukagon hormonuna destek olan ve kanın iç organlar ve deriden kaslara sevk edilmesi sinyalini veren adrenalin. Obezite, karaciğer yağlanması, diyabet, hipertansiyon, kalp krizi, felç, kanser çeşitleri, Alzheimer, erken bunama gibi hücre zedelenmesi temelli (dejeneratif) hastalıkların temelinde aslında bu dört hormonun birine ya da bir kaçına karşı direnç oluşması ya da etkisinin artması/azalması yatıyor.
Konuyu uzatmadan sindirimde öne çıkan “leptin ve ghrelin” hormonlarını ele alalım. Leptin hormonunun tokluk hissini verme, yenilenlerin yeterli olup olmadığını beyne iletme gibi görevleri var. Ayrıca leptin hormonu, depoda birikmiş vücut yağlarının enerji olarak kullanılmasını sağlıyor.
4-5 saat içinde bir şey yenmediği takdirde, depo edilmiş yağlar kan şekerine dönüşerek vücudun enerji ihtiyacına dönüşür, böylece vücuttaki fazla yağlar erimeye başlar. Yağ hücrelerinden salgılanan bu hormona karşı direnç geliştiğinde ise beyne “dur artık yeme” sinyali geç gider. Aşırı kilolu kişilerde hormonun seviyesi yüksektir ancak verdiği sinyale karşı direnç kırılmıştır. Bu sebeple birikmiş yağları yakabilmek ve hücre zedelenmesi temelli hastalıklardan korunabilmek için leptin hormonunun ve diğer hormonların düzenli salgılanması şarttır.
Konunun sağlık yönünde bundan sonra hormonların direnci için farklı şeyler söylenilebilir. Ancak Gülhan Beydemir’in konuya bakış açısı çok farklı. Vücudumuzdaki bütün mikropların ve parazitlerin suyun içerisinde yaşadığını söyleyen Beydemir şöyle devam ediyor: “Oruç ve açlık konusunu çalışan Rusya’da Nikolayev isimli doktor hastaların iştahlarının kesilmeye başladığında iyileştiklerini gördü. Daha sonra hastalara yemek yemeyi yasaklamaya başladı. 1877’de Duin isimli Amerikalı doktor ölen insanların organlarının nasıl öldüğünü inceliyor ve en son ölen organın beyin olduğunu görüyor. Bundan sonra faaliyetlerine daha korkusuz devam ediyor. Dünyada bu yolda ilerleyerek hastalara hizmet veren 25 poliklinik var. Ve bu poliklinikler açlığın özellikle dejeneratif hastalıkların tedavisindeki başarılıları ile ünlüler.”
Gerçekten oruç tutulduğu zaman vücudun suyu azalır ve böylece bütün o mikroplar ve parazitler dengelenir. Oruca başlandığı zaman vücudun tamamı yenilenmeye başlıyor. Yemeye dur dediğiniz zaman vücudun kendi savunma mekanizması harekete geçire ve hormon dirençleri düzelir.
Ancak Gülhan Beydemir’in bahsettiği uzun açlık konusuna Dr. Süleyman İpekçi açıklık getiriyor. “Uzun süren açlıklarda vücudumuzdaki yağların yakılması beraberinde ketoz denilen bir duruma yol açar. Bu da sadece glukozu yakıt olarak kullanabilen beyin ve kırmızı kan hücreleri için dejeneratif (yıkıcı) bir sürecin başlaması demektir. Bu durum da oksijenin dokulara yeterli ulaşamaması, beyinin bilişsel fonksiyonlarının zayıflaması anlamına gelir. Bu konuda denge ifrat ve tefritten uzak durarak kurulabilir. Ketoza neden olmadan sünnete uygun olarak iftar ve sahurda az az yenmeli, glukozu kullanabilen hücreleri yıkım sürecine sokmamalıdır.”
• Hazımsızlık ve su meselesi
Su mideden bağırsaklara geçerek oradan emilip böbrekler vasıtası ile atılıyor. Ancak suyun sindirim sistemi içerisindeki yeri hep göz ardı ediliyor bu da hazımsızlık problemini arttırıyor. Bu konuda Diyetisyen Elif Karacanoğlu’nun hatırlattıkları gerçekten önemli. “Yemekle içilen fazla su midenin asit oranını düşürdüğü için mide sindiremiyor ve hazımsızlığa sebep oluyor. Hiç su içmemek de mide için problem oluyor. Öğünle birlikte en çok bir bardak içilebilir. İlla ki su içilecekse yemeklerden bir saat önce içilebilir. Yemekten iki saat sonra en az iki bardak su midede hacim yaparak bağırsağı uyarıyor ve bağırsakta lifli gıdanın şişmesini sağlayarak, hazmı hızlandıracaktır. Kişi ne kadar su içmeli sorusunun da birçok cevabı olabilir. En pratik yol idrar rengi şeffafa yakın değilse biraz daha su içmeye çalışılmalıdır.
İnsan susuzluğunu hissettiği zaman zaten suya ihtiyacı vardır ve su içmesi gerekir. Ancak beyinde susuzluk ve açlık birbirine yakın yerlerde hissedildiği için birbirine karıştırılan duygulardır. Gereksiz yere acıktığını hisseden kişilere biraz daha su içmelerini tavsiye ediyoruz ve böylece açlıkları geçebiliyor.”
MİDEDEN RUHA HELAL YOL
Eskilerin ibretlik bir sözü vardır. Eşyanın hakikati zıddını bilmekle mümkündür ya da bir şeyin hakikati zıddını bilmekle anlaşılır. Ancak günümüz insanı gıda ve sağlık konusunda bu sözü de esnetmiş durumda. Yanlış beslenmenin ve haram yemenin insanları ne hale getirdiğini bildiği halde buna kendi bünyesinin alışabileceğini düşünüyor. Bu konuda Prof. Dr. Bekir Sami Uyanık ise konunun hiç de öyle olmadığını izah ediyor. “Vücudun tadına, rengine, kokusuna alışamayacağı gıda yok gibidir. Öyle ki sigaraya, alkole, uyuşturucuya da alışan, ilk içtiğinde tadı çok kötü geldiği halde gazlı içeceklere de alışan bu insan vücududur. Ne var ki vücudun bir gıdaya alışması, o şeye uyum sağladığı manasına gelmez.”
Vücudun düzensiz beslenmeye tepki vermemesi yarın da vermeyeceği manasına gelmez. Aynı şekilde haram ve zararlılara karşı hiç bir tepki vermeyeceği manasına gelmez. Tepki, her zaman bedende olmaz, ruh da tepki verebilir. Bunu görebilmek, bize mideden ruha giden yolu gösterecektir.
FAYDALI BAKTERİLER PROBİYOTİKLER NEDİR?
Probiyotikler, insan veya hayvanların bağırsak florasını düzenleyerek hastalıkları tedavi ve sağlığı koruma konusunda olumlu etkileri olan canlı mikroorganizmalardır. Antibiyotiklerin yan etkisini azaltma, bağırsak hastalıklarında düzenleme ve florayı iyileştirme, alerji ve enfeksiyon riskinde azalmaya neden olması probiyotiklerin kanıtlanmış faydalarındandır. Dondurma, kefir, yoğurt piyasada en çok rastlanan ürünlerdir.
PROBİYOTİK ÜRÜNLER SON ZAMANLARDA NEDEN GÜNDEME GELMEYE BAŞLADI?
Türkiye’de ve dünyada sindirim sistemine bağlı kronik hastalıkların ve kanserlerin arttığı bilinmektedir. Bunları önlemek, durdurmak ya da ilerlemesini yavaşlatmak amacıyla yapılan araştırmalar sonucunda probiyotiklerin olumlu sonuçlar vermesi yaygın kullanımına neden olmuş olabilir.
PROBİYOTİK GIDALARLA BAĞIRSAKLARDA BULUNAN FAYDALI BAKTERİLER ARASINDA BİR BAĞLANTI VAR MI?
Bağırsaklarda bulunan milyarlarca bakterinin bir kısmı toksin üreterek sağlığa zararlı olanlar bir kısmı da besinlerin emilimini sağlayan faydalı bakterilerdir. Probiyotikler bu faydalı bakteriler gibi davranarak bağışıklık sisteminin iyi çalışması, bakterilerden korunma gibi fonksiyonları yerine getirirler.
Ancak, probiyotik besinler de diğer besinler gibi tek başlarına mucize değildir. Dengeli beslenmeye ek olarak düzenli bir şekilde bu ürünleri beslenme alışkanlığımıza eklersek sağlığımız üzerine olan olumlu etkilerini görebiliriz. Tabii ki kişinin bütün verileri göz önüne alınıp, gelişebilecek mikrobiyal riskler analiz edildikten sonra probiyotik destek önerilmesi daha doğru ve yararlı olacaktır. (Yrd. Doç Dr. Arzu Durukan)
“Nihayet yıpranan bağışıklık, kas ve sindirim sistemi alarm vermeye, hastalık yapmaya başlar. Sonuçta hiç beklemediğimiz ve sevmediğimiz hastalıklar yüzünden, işimizi yapamamaya, hizmetimizi görememeye ve ailemizle yeterince alakadar olamamaya başlarız. Ve en kötüsü de ömrümüzün sonuna kadar bu hastalıklarla uğraşmaya devam ederiz.”
Bu satırlar 2014 yılında “Sağlık için Oruç” kitabını hazırlayan Gülhan Beydemir’e ait. Beydemir devam eden satırlarda, doğrudan çare nedir sorusuna yönelmiş, cevabı da oruç bahsinde bulmuştur. Ancak bin yıl önce imam-ı Gazali “Rub’ul-Mühlikât”ında yemek ve hastalıklar girdabında çaresizce bocalayan günümüz insanının bir sonraki adımını şu cümlelerle anlatmıştır.
“Bütün şehvetlerin, dert ve afetlerin kaynağının mide olduğunda şüphe yoktur. Zira şehvet ve
evlenme arzusu, midenin şehvetine bağlıdır. Yemek ve evlenme arzusu da insanı bol yiyecek temin etmeye ve evlenmeye vesile olan, mal ve mevki teminine teşvik eder. Mal ve serveti çoğaltma arzusu da muhtelif cehalet ve ahmaklıklara ve çeşitli çekememezlik ve hasede yol açar. Bütün bunlar mideyi ihmalin ve bu ihmalden meydana gelen mide dolgunluğu ve tembelliğin neticesidir. Açlık ise kalbin kanını azaltır ve ağartır. Kan ağarınca kalp nurlanır. Aynı zamanda açlık kalbin yağını eritir. Yağ eriyince de kalbin katılığı perde teşkiline sebep olduğu gibi, kalbin yumuşaması mükaşefenin anahtarıdır. Kalbin kanı azaldıkça düşmanın yolu daralır, çünkü düşmanın yolu, şehvet dolu olan kan damarlarıdır.”
KALP VE KEŞİF
imam-ı Gazalinin “Kalbin yumuşaması ve mükaşefenin (keşfetmenin) anahtarıdır.” sözlerinden tıbbın üzerinde kalpten ruha çıkan bir yol görünüyor. Geçmiş yıllarda çok konuşulan bu durum günümüzde hep üzeri kapatılan bir konu oldu.
Bunun yanında doktorlarla yaptığımız görüşmelerde sindirim sistemini detaylandırabiliyoruz. Mide hangi gıdaya nasıl tepki verir, hazımsızlığın sebepleri nelerdir, hangi gıdaları yersek bağırsaklarda dost flora artar ve gıdalardan rahat emilim sağlar, karaciğer nasıl rahatlatılır gibi konular bilebiliyoruz. Günümüzde bilgi gerçekten her ortamda en rahat ulaşılan şeye dönüştü.
insanlar bildikleri halde neden bünyelerine kötü davranmaya devam ediyorlar? Bu sorunun çok farklı cevabı olabilir. Bizim tartıştığımız kısım insanların mideden kalbe giden yolu gördükleri halde, oradan ruha giden yolu dikkate almamaları ya da unutmaları ile alakalı oldu.
Diyetisyen Elif Karacanoğlu, mide ve bağırsak hususunda ihtisas sahibi Prof. Bekir Sami Uyanık, Gastroenteroloji Uzmanı Dr. Resul Kahraman bir de açlık hususunda Rusya ve Amerika’da klinik eğitimlerine katılan Azeri Tabiban Gühan Beydemir ve onun uzun açlık konusunu sorgulayan, Dr. Süleyman ipekçi’den oluşan sahasında uzman kişilerle tartıştık. Farkındalığı arttırıcı güzel cümleleri dosyanın içerisinde bulabilirsiniz. Ancak konunun en dikkat çekici olan yanı gıdanın, kalbe ve ruha sirayet eden yönüdür. Bu yönü beş adımda toplamaya çalıştık.
Kalbe sirayet eden ve oradan ruha ulaşan yönü ile gıdada beş adımın birincisi gıdaların seçilme aşamasında başlıyor. Çoğu insanın ihmal ettiği ağızda uzun uzun çiğnenme ise ikinci aşama. Gıdayı seçme ve çiğneme aşamalarında, kontrol kişinin elinde. Ancak yutularak gözden kaybolan gıdada kişinin kontrol oranı hayli azalıyor. Bundan sonra yemek, metabolizmanın işleyiş hızına, kalitesine göre midede bulamaç haline geliyor. Yemekler midede iken sindirimi artırıcı gıda takviyeleri yapmak mümkün. Ancak beşinci ve son aşama olan, gıdanın bağırsak sisteminde emilerek kana ve kalbe ulaşma sırasında insan ne yedi ise artık ona dönüyor.
• Gıdaların seçilmesinde besinler arasındaki uyum ya da helallik
Prof. Bekir Sami Uyanık, gıdaların seçilmesi hususunda midedeki kimyasal işleme dikkat çekiyor. “Hayati önem taşıyan gıdalar, sindirim sistemimizde kimyasal işlemden geçirilerek faydalı hale gelmektedir. Yenen besinlerin uyumu sindirimi etkilediği gibi onlardan alınan faydayı ziyadeleştirmektedir.”
Besinlerin uyumu konusunda kastedilen sarımsak ile yoğurdun lezzeti, tavuk yemeklerinde patates ve baharatın insan dimağındaki hissiyatı gibi konular değildir. “Beslenmenin altın kuralları”na baktığımızda besinler arasındaki uyum, daha derin, farklı ve son derece dikkat çekici bir konudur. Ne yazık ki, hayati önem taşıyan bu konu, önemli olmasına rağmen yeterince ele alınmamıştır.
Ancak eskiler gıda ürünlerini ayrıştırma ve en iyi şekilde uyum sağlama alışkanlığı hakkında dikkat çekici tavsiyelerde bulunmuşlardır. Eski bir tıp kitabı olan “Cud-şi” (Mavi Beril)’de konuyla ilgili şunlar tavsiye ediliyor: “Et ve balık ile süt birlikte yenilmez, süt ile yemişler birbiriyle uyumsuzdur. Yumurta ile balık ve diğer etler birbiriyle uyumsuzdur. Mercimek çorbası ile birlikte alınan şeker ve kefir gibi asitli süt ürünleri zararlıdır.
Hardal yağında mantar pişirilmez. Bal ile nebatî/ bitkisel yağlar uyumsuzdur. Ekşi yiyecek üzerine süt içilmez ve önceden yenilen yemek hazmedilmeden yeni yemek yenilmez, zira birbirine ters düşerek, savaşacaktır. Alışık olmayan ve zamansız yenilen yemek de zehir gibidir.”
Fransız düşünür Savorin’in: “Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!” sözü, yemeğin edebiyatını yapıyormuş gibi görünse de aslında farklı bir gerçeği hatırlatıyor. Araştırmacılar, aldığımız besinlerin, beyin biyokimyasını etkileyerek kişiliğimizi ve içinde bulunduğumuz ruh hâlini değiştirebildiği sonucuna ulaştı. Çünkü yenen besinler türlerine göre beyine farklı bir amino asit veriyor.
Kimi uyarıcı, kimi ise yatıştırıcı olan amino asitler, farklı iletişim sinirlerine dönüşüyor. Mesela araştırmalarda hayvanî proteinlerin beyinde uyarıcı sinyal verdikleri tespit edilmiş. Hayvanî protein içeren besinler, yenildiğinde “fenilalanin” maddesi beyne geçiyor ve “nor adrenalin” ile adrenaline dönüşüyor. İşte bu yüzden çok sık et ve et ürünleri ile beslenenlerin aktif, hareketli ve daha sert mîzaçlı oldukları tespit edilmiş. Nitekim aslan, köpek ve etçil hayvanlar yırtıcı; koyun, keçi ve deve gibi hayvanların ise daha uysal ve yumuşak olmaları buna bağlanmış.
Yatıştırıcı ve sakinleştirici olarak bilinen besin maddeleri de karbonhidratlardır. Makarna, ekmek,
bisküvi gibi karbonhidratlı besin yiyen insanlarda “triptofan” adlı kimyasal ileticilerin beyne tesiriyle“serotonin” maddesinin artması sayesinde vücut genel bir huzur ve sakinliğe kavuşur.
Elbette, yiyeceklerin beslenmede temel ölçüsünü, “helâl” ve “haram” kavramları oluşturuyor. Helâl gıdalar, beden ve ruh sağlığını koruyup geliştiriyor, bünyeyi besliyor, fayda veriyor; buna mukabil haram gıdalar, beden ve ruh sağlığını bozuyor, beden ve ruha zarar veriyor.
• Çiğnemeden yutmak
Sindirim sistemi vücut içerisindeki en uzun hadisedir. Ağızdan başlayarak milyarlarca doku bu işin içerisindedir ve bu hücrelerin, dokuların her birinin bir vazifesi vardır. İşte Prof. Dr. Bekir Sami Uyanık’ın konuyu özetleyen cümlesi:
“Ne kadar az çiğnerseniz vücuda o kadar fazla vazife vermiş oluyorsunuz. Çünkü mide ağızdan gelecek gıdayı bulamaç haline getirecek ve bağırsaklar da bunu sindirecek. Şayet ağızdan küçük lokmalara bölünmeden mideye gıda gönderilirse, bu mide de fazla kalacaktır. Bu da şişkinlik yapacak, rahatsız edecek, uzun süre midesi dolu gezen insan rahat iş yapamayacak, zorlanacak ve zorladığında yemek mideden yukarıya çıkmaya çalışacak ve kişi reflü hastalığına yakalanabilecektir.”
• Sindirme merkezi, mide asidi ve stres
Mide ve bağırsaklarda beyinden daha fazla nöron var. Dolayısıyla insanın bütün psikolojisi bağırsakları etkiliyor. Kimi stresten isal oluyor kimi ise kabız olabiliyor.
Gastroloji Uzmanı Dr. Resul Kahraman hadiseyi şöyle özetliyor: “Aslında sindirimin başlangıç noktası beyindir. Yemeği gören beyin, mide asit salınımını arttırmasını ister. Emri alan mide gelecek yemeğe kendisini hazırlar. İyice çiğnenen yemek yutulup mideye geldiğinde, asit sindirim için uygun; asit seviyesi düzenlenmiş bir ortam bulur. İyice çiğnenen yemek yutulup mideye geldiğinde milimetrik zerreciklere ayrılması için hidroklorik asit denen çok güçlü bir asit salgılanıyor. Çiğnenmeden yutulan yemek ise zerreciklere ayrılmada mide için ciddi problem teşkil ediyor.”
• Bağırsaklarda emilim ve açlık hormon ilişkisi
Helalinden ve sağlıklısından seçerek, temiz bir şekilde yemek ve böyle beslenmeye devam etmek, iyi çiğnemek, mide sindirimi için stresten uzak kalmak, hareket yapmak. Sindirim sisteminin buraya kadar olan kısmında elimizden gelenler bunlar. işin bundan sonraki kısmında yetkinin çoğunluğunu hormonlar vasıtasıyla bünyemize devretmiş oluyoruz. Nedir bu hormonlar, ne işe yarar derseniz aslında uzun bir konuyu sorgulamış olursunuz.
Sindirim sistemi konusunda dikkat çekici dört hormon var. Tokluk hissini veren leptin, açlık hissini veren ghrelin, kandaki glukoz seviyesini ayarlayan insülin ve son olarak karaciğerdeki glikojenin glükoza dönüşmesini sağlayan glukagon hormonuna destek olan ve kanın iç organlar ve deriden kaslara sevk edilmesi sinyalini veren adrenalin. Obezite, karaciğer yağlanması, diyabet, hipertansiyon, kalp krizi, felç, kanser çeşitleri, Alzheimer, erken bunama gibi hücre zedelenmesi temelli (dejeneratif) hastalıkların temelinde aslında bu dört hormonun birine ya da bir kaçına karşı direnç oluşması ya da etkisinin artması/azalması yatıyor.
Konuyu uzatmadan sindirimde öne çıkan “leptin ve ghrelin” hormonlarını ele alalım. Leptin hormonunun tokluk hissini verme, yenilenlerin yeterli olup olmadığını beyne iletme gibi görevleri var. Ayrıca leptin hormonu, depoda birikmiş vücut yağlarının enerji olarak kullanılmasını sağlıyor.
4-5 saat içinde bir şey yenmediği takdirde, depo edilmiş yağlar kan şekerine dönüşerek vücudun enerji ihtiyacına dönüşür, böylece vücuttaki fazla yağlar erimeye başlar. Yağ hücrelerinden salgılanan bu hormona karşı direnç geliştiğinde ise beyne “dur artık yeme” sinyali geç gider. Aşırı kilolu kişilerde hormonun seviyesi yüksektir ancak verdiği sinyale karşı direnç kırılmıştır. Bu sebeple birikmiş yağları yakabilmek ve hücre zedelenmesi temelli hastalıklardan korunabilmek için leptin hormonunun ve diğer hormonların düzenli salgılanması şarttır.
Konunun sağlık yönünde bundan sonra hormonların direnci için farklı şeyler söylenilebilir. Ancak Gülhan Beydemir’in konuya bakış açısı çok farklı. Vücudumuzdaki bütün mikropların ve parazitlerin suyun içerisinde yaşadığını söyleyen Beydemir şöyle devam ediyor: “Oruç ve açlık konusunu çalışan Rusya’da Nikolayev isimli doktor hastaların iştahlarının kesilmeye başladığında iyileştiklerini gördü. Daha sonra hastalara yemek yemeyi yasaklamaya başladı. 1877’de Duin isimli Amerikalı doktor ölen insanların organlarının nasıl öldüğünü inceliyor ve en son ölen organın beyin olduğunu görüyor. Bundan sonra faaliyetlerine daha korkusuz devam ediyor. Dünyada bu yolda ilerleyerek hastalara hizmet veren 25 poliklinik var. Ve bu poliklinikler açlığın özellikle dejeneratif hastalıkların tedavisindeki başarılıları ile ünlüler.”
Gerçekten oruç tutulduğu zaman vücudun suyu azalır ve böylece bütün o mikroplar ve parazitler dengelenir. Oruca başlandığı zaman vücudun tamamı yenilenmeye başlıyor. Yemeye dur dediğiniz zaman vücudun kendi savunma mekanizması harekete geçire ve hormon dirençleri düzelir.
Ancak Gülhan Beydemir’in bahsettiği uzun açlık konusuna Dr. Süleyman İpekçi açıklık getiriyor. “Uzun süren açlıklarda vücudumuzdaki yağların yakılması beraberinde ketoz denilen bir duruma yol açar. Bu da sadece glukozu yakıt olarak kullanabilen beyin ve kırmızı kan hücreleri için dejeneratif (yıkıcı) bir sürecin başlaması demektir. Bu durum da oksijenin dokulara yeterli ulaşamaması, beyinin bilişsel fonksiyonlarının zayıflaması anlamına gelir. Bu konuda denge ifrat ve tefritten uzak durarak kurulabilir. Ketoza neden olmadan sünnete uygun olarak iftar ve sahurda az az yenmeli, glukozu kullanabilen hücreleri yıkım sürecine sokmamalıdır.”
• Hazımsızlık ve su meselesi
Su mideden bağırsaklara geçerek oradan emilip böbrekler vasıtası ile atılıyor. Ancak suyun sindirim sistemi içerisindeki yeri hep göz ardı ediliyor bu da hazımsızlık problemini arttırıyor. Bu konuda Diyetisyen Elif Karacanoğlu’nun hatırlattıkları gerçekten önemli. “Yemekle içilen fazla su midenin asit oranını düşürdüğü için mide sindiremiyor ve hazımsızlığa sebep oluyor. Hiç su içmemek de mide için problem oluyor. Öğünle birlikte en çok bir bardak içilebilir. İlla ki su içilecekse yemeklerden bir saat önce içilebilir. Yemekten iki saat sonra en az iki bardak su midede hacim yaparak bağırsağı uyarıyor ve bağırsakta lifli gıdanın şişmesini sağlayarak, hazmı hızlandıracaktır. Kişi ne kadar su içmeli sorusunun da birçok cevabı olabilir. En pratik yol idrar rengi şeffafa yakın değilse biraz daha su içmeye çalışılmalıdır.
İnsan susuzluğunu hissettiği zaman zaten suya ihtiyacı vardır ve su içmesi gerekir. Ancak beyinde susuzluk ve açlık birbirine yakın yerlerde hissedildiği için birbirine karıştırılan duygulardır. Gereksiz yere acıktığını hisseden kişilere biraz daha su içmelerini tavsiye ediyoruz ve böylece açlıkları geçebiliyor.”
MİDEDEN RUHA HELAL YOL
Eskilerin ibretlik bir sözü vardır. Eşyanın hakikati zıddını bilmekle mümkündür ya da bir şeyin hakikati zıddını bilmekle anlaşılır. Ancak günümüz insanı gıda ve sağlık konusunda bu sözü de esnetmiş durumda. Yanlış beslenmenin ve haram yemenin insanları ne hale getirdiğini bildiği halde buna kendi bünyesinin alışabileceğini düşünüyor. Bu konuda Prof. Dr. Bekir Sami Uyanık ise konunun hiç de öyle olmadığını izah ediyor. “Vücudun tadına, rengine, kokusuna alışamayacağı gıda yok gibidir. Öyle ki sigaraya, alkole, uyuşturucuya da alışan, ilk içtiğinde tadı çok kötü geldiği halde gazlı içeceklere de alışan bu insan vücududur. Ne var ki vücudun bir gıdaya alışması, o şeye uyum sağladığı manasına gelmez.”
Vücudun düzensiz beslenmeye tepki vermemesi yarın da vermeyeceği manasına gelmez. Aynı şekilde haram ve zararlılara karşı hiç bir tepki vermeyeceği manasına gelmez. Tepki, her zaman bedende olmaz, ruh da tepki verebilir. Bunu görebilmek, bize mideden ruha giden yolu gösterecektir.
FAYDALI BAKTERİLER PROBİYOTİKLER NEDİR?
Probiyotikler, insan veya hayvanların bağırsak florasını düzenleyerek hastalıkları tedavi ve sağlığı koruma konusunda olumlu etkileri olan canlı mikroorganizmalardır. Antibiyotiklerin yan etkisini azaltma, bağırsak hastalıklarında düzenleme ve florayı iyileştirme, alerji ve enfeksiyon riskinde azalmaya neden olması probiyotiklerin kanıtlanmış faydalarındandır. Dondurma, kefir, yoğurt piyasada en çok rastlanan ürünlerdir.
PROBİYOTİK ÜRÜNLER SON ZAMANLARDA NEDEN GÜNDEME GELMEYE BAŞLADI?
Türkiye’de ve dünyada sindirim sistemine bağlı kronik hastalıkların ve kanserlerin arttığı bilinmektedir. Bunları önlemek, durdurmak ya da ilerlemesini yavaşlatmak amacıyla yapılan araştırmalar sonucunda probiyotiklerin olumlu sonuçlar vermesi yaygın kullanımına neden olmuş olabilir.
PROBİYOTİK GIDALARLA BAĞIRSAKLARDA BULUNAN FAYDALI BAKTERİLER ARASINDA BİR BAĞLANTI VAR MI?
Bağırsaklarda bulunan milyarlarca bakterinin bir kısmı toksin üreterek sağlığa zararlı olanlar bir kısmı da besinlerin emilimini sağlayan faydalı bakterilerdir. Probiyotikler bu faydalı bakteriler gibi davranarak bağışıklık sisteminin iyi çalışması, bakterilerden korunma gibi fonksiyonları yerine getirirler.
Ancak, probiyotik besinler de diğer besinler gibi tek başlarına mucize değildir. Dengeli beslenmeye ek olarak düzenli bir şekilde bu ürünleri beslenme alışkanlığımıza eklersek sağlığımız üzerine olan olumlu etkilerini görebiliriz. Tabii ki kişinin bütün verileri göz önüne alınıp, gelişebilecek mikrobiyal riskler analiz edildikten sonra probiyotik destek önerilmesi daha doğru ve yararlı olacaktır. (Yrd. Doç Dr. Arzu Durukan)
İnsan ve Hayat Dergisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder