18 Kasım 2013 Pazartesi

EVİN DİREĞİ SARSILIYOR MU?



EVİN DİREĞİ SARSILIYOR MU?


Eşya çokluğundan daralan ve küçüklüğünden yakınılan evlerdeki en önemli eksiklik aslında: Baba! Baba evin direği, ama evde yok. Tamam, kahve köşelerinde pineklemiyor, aksine ailesi rahat etsin diye yoğun bir tempoda çalışıyor; fakat evde ispat-ı vücut edemiyor.

Yaşadığı ve dolaştığı mekânlarda insan, gökyüzünü göremese de türlü imkâna sahip şehirler onun ufkunu zorluyor. Beklentilerini arttırıyor. Çocuğunu kreşe verecekse oranın oyun odasına, oyuncaklarının kalitesine, çalışanların durumuna, binanın dış görünüşüne, manzarasına, bahçesinin genişliğine, askıların yüksekliğine, yemeklerinin kalitesine, binanın ısıtma sistemine, aydınlatmasına, güvenliğine, hijyenine bakıyor. Bir de nasıl eğitim verdiğine.

Gelin görün ki evler, başka yerlerde teftişi yapılan nizamdan çok uzak. Belki gündemde olduğu için evlerin depreme dayanıklılığına bakılıyor. Fakat o evin içinde yaşayanlar, hayatın zorluklarına karşı dayanıklı değiller. Çocuklar, özellikle şehirlerde büyüyen çocuklar, zayıf yetiştiriliyor.
Hayatları boyunca karşılaşacakları sarsıntılara karşı duramıyorlar. Ev onları dışarıya hazırlayamıyor. Malzemeden çalınarak inşa edilen çürük binalar gibi, bazı ailelerde bir şeyler eksik.
Eşya çokluğundan daralan ve küçüklüğünden yakınılan evlerdeki en önemli eksik: Baba! Baba evin direği, ama evde yok. Tamam, kahve köşelerinde pineklemiyor, aksine ailesi rahat etsin diye yoğun bir tempoda çalışıyor; fakat evde ispat-ı vücut edemiyor. Daha evlenirken askerliğini yapıp yapmadığını sual edenler, onun eviyle ilgilenip ilgilenemeyeceğini merak ediyorlar mıydı acaba? Sıkıntı işte burada: Evlenip çoluk çocuğa karışan baba, sonra çoluk çocuğa karışmaz oluyor!

Katlanarak büyüdü, büyürken görevleri yeniden dağıttı

1836 yılında Bursa’ya gelen gezgin-yazar Julia Pardoe şöyle anlatıyor bir Osmanlı şehrini:
“Hemen hemen her evin bahçesi var; bahçesi olmayanların da sıcak günlerde ailecek altında toplandıkları bir yüksek ağacı mutlaka oluyor. Doğu şehirlerine tepeden baktığınızda, Avrupa şehirlerini tümden cazibesiz hale getiren dam ve bacaların tekdüzeliğinden çok uzak olduklarını görürsünüz. Evler sık bir koruluğun içinden bitivermiş gibi; güneş ışığının yaladığı parıltılı camlar yaprakların arasından ışıldıyor ve rüzgâr esnek dalları araladığında ortaya kâh heybetli bir kapı, kâh zarif bir çardak çıkıveriyor. insan bu manzarayı hiç usanmadan uzun uzadıya seyredebilir.” (1)
Çok değil, 1870′lerde bizdeki ilk “toplu konut” uygulamasıyla karşılaşıyoruz. Bu “sıra evler” başlangıçta özellikle bürokratlara yönelik yapılıyordu. Daha sonra Balkanlar’dan gelen göçmenleri yerleştirmek amacıyla sıra evler uygulaması yaygınlaşıyor ve yerleşen gruplara göre bazı farklılıklar gösteriyordu.
Günümüzde konut anlayışı hızla değişirken “akıllı ev, home ofis, rezidans daire” seçenekleriyle karşılaşıyoruz. Şehrin siluetini bozan, insanı yeşilden ve şehirden tecrit eden rezidanslar, bugünün gözdeleri. Çünkü hızlı şehir hayatına uyumlu bu yapılar, içerisindekileri kendine uydurabilmek için görev tanımlarını yeniden gözden geçiriyor..

Evin direği böyle sarsıldı

Aile, toplumun en mühim unsuru. Ailenin düğün alışverişinden nasıl bir yuva kuracakları az çok anlaşılıyor. Düğün-mobilya paketlerinin içinde kitaplık yok nedense. Fakat mutlaka televizyon var, televizyon sehpası var, televizyon koltuğu var. Sanki birlikte televizyon izlemek için evleniliyor.
Ekranlarda başkalarının hayatlarını seyre dalanlar, kendi çocuklarını unutmaya başlıyor. Bu, büsbütün unutma değil elbette. Çocuklar için, çocuklardan uzakta çareler aranıyor. Aile reisi sorumluluğunu omuzlarında hisseden baba, yüksek standartları yakalamak için gerekirse ikinci, üçüncü iş peşinde koşuyor.
Başkasının çocuğu pahalı kreşlere gittiği için o da çocuğunu böyle yerlere göndermek zorunda hissediyor. Diğer çocuklar tablet bilgisayarla oynuyorsa, onun çocuğu da bundan mahrum kalmamalı. Herkesin çocuğu ayrı bir odaya sahip olduğu için o da güzel bir çocuk odası alıyor… Derken çocuk odası, çocuk gürültüsünden birazcık olsun uzak kalmak için harika tecrit mekânlarına dönüşüyor. Baba çocuğa yetemiyor, fakat odanın ona yetmesini bekliyor. Bunun için odaya iki pencere açıyor: Bu pencerelerden biri televizyon, diğeri bilgisayar. Çocuklar bu iki pencereden dünyayı tanımaya çalışıyor. Hâlbuki onların kendilerine ilgiyle bakacak iki göze, bu iki pencereden çok daha fazla ihtiyaçları var.
İşin ehli kimseler, çocuklarla konuşurken sesini kısmakla yetinmeyip televizyonu kapatarak çocuğun gözleri hizasına eğilerek onu dinlemek gerektiğini söylüyor. Oysa bazıları TVyi zaten ailece izlemiyor. Herkes kendi odasında, istediği pencereden (ekrandan) seyre dalmış. Herkesin ayrı odası olması, herkesin farklı evde yaşıyor olmasına dönmüş halde. Yemek saatleri de ayrı oldu mu yahut yemek yerken televizyon izlendi mi ailede samimiyet kalmıyor.
Çözüm basit aslında. Deprem konuşulunca “güvenli konut” ihtiyacından söz ediliyor ya. Sıkıntılara karşı da “dayanıklı aile”ye, dolayısıyla “sorumluluk sahibi baba” modeline ihtiyaç var. Baba, yuvayı terk ettiğinin farkına varıp “İnsanın evi gibisi yok!” diyerek evinin yolunu tutarken şunu da aklında tutmalı: Ekrana bakarak oturulan yerde yalnızca beden vardır; ruh ve akıl orada (evde) değildir. Bu da maalesef bir tür “gözü dışarıda” olma durumudur.
Çocuklar müsafir odasında kendini ağırlayan, oturma odasında oturmaktan ziyade uzanan, yatak odasında da yatağına kahvaltı tepsisi gelmesini bekleyen insanları seyrediyorlar ekranlarda. Bu gidişe dur diyebilmek için mobilyaların bizzat kendini yahut yerini ya da rengini değiştirmek için harcanan zamanın aile için sarf edilmesi gerekiyor. Evler, eşyayla yahut kendimizle (birbirimizle değil kendimizle) meşgul olduğumuz mekânlara dönüşmemeli.
  1. Ela Yılmaz, 19. Yüzyılın Seyahatname ve Gravürlerinde Osmanlı Çağı Anadolu Konutu Üzerine Bazı Tesbitler, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara – 2012, sayfa 56.
  2. Lütfiye Özdemir, Karabük İli Beşbinevler Toplu Konut Alanında Konut -Açık ve Yeşilalan İlişkisinin İrdelenmesi, Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Bartın – 2006, sayfa 14.  
İnsan ve Hayat Dergisi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder