31 Ocak 2013 Perşembe

ALLÂH’IM FAYDA VERMEYEN İLİMDEN SANA SIĞINIRIM”




Hadîs-i Şerîf: “Yâ Rasûlallah! En faziletli amel hangisidir, diye soruldu. ‘Allah azze ve celleyi bilmek.’ buyurdular. Hangi ilmi murad buyurdunuz, diye soruldu. ‘Allah sübhânehûyu bilmeyi’ buyurdular. Biz amelden soruyoruz, siz ilimden cevap buyurdunuz, dediler. ‘Allâh’ı bilerek yapılan az amel menfaat verir, Allâh’ı bilmeden yapılan çok amel fayda vermez.’ buyurdular.” (Hadîs-i Şerîf, İhyau Ulûmiddîn)
Hicrî: 19 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim


“ALLÂH’IM FAYDA VERMEYEN İLİMDEN SANA SIĞINIRIM”


Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) buyurdular:

• “Her kim ilmi öğrenir ve öğretirse, işte bu kimse göklerin melekûtünde azîm (büyük, ulu zât) olarak çağırılır.”

• “Bilmeyene yazıklar olsun, bilip de amel etmeyene üç defa yazıklar olsun.”

• “İnsanlara hayrı emredip kendisini unutan âlimin misâli insanları aydınlatırken kendisini yakan mum gibidir.”

• “Kıyâmet günü azâbı en şiddetli olan, Allâhü Teâlâ’nın ilmiyle menfaatlendirmediği âlimdir.”

• “Kıyâmet günü âlim misin, câhil misin? diye suâl olunduğunda hâlin nice olur yâ Uveymir? Eğer âlimim desen ilminle ne amel işledin? denir. Eğer câhilim desen mâzeretin neydi de ilim talebinden geri kaldın, denir.”

İmâm-ı A’zam hazretlerine “Bu ilmi nasıl elde ettiniz?” diye soruldu. Şöyle buyurdular: “İnsanlara anlatmakta cimrilik etmedim. Başkalarından istifâdeden de bir an geri durmadım. Bir meseleyi anladığım vakit “Elhamdülillâh” dedim. Böylelikle ilmim artmış oldu.”

İlim takvâya ve Allâh korkusuna vesîle olduğu için şereflidir. Kimin ilmi Allâh korkusu ve takvâ meyvası vermiyorsa bu ilim vebâldir ve dalâlete sebeptir. Nitekim Resûlullâh (s.a.v.) şöyle duâ ederlerdi:

“Allâh’ım, fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.”

KIT’A:

Mansıbda bir olsa dahi ger âlim ü câhil,
Zâhirde müsâviyse hakîkatte bir olmaz.
Altun ile farzâ ki berâber çekile seng,
Vezn içre bir olmak ile kıymette bir olmaz.
(İbn-i Kemâl Paşa)

Yani: Âlim ile cahil rütbede bir olsada hakîkatte denk olmaz.
Altın ile taşın ağırlıkları aynı olsada kıymetleri bir olmadığı gibi.
Hicrî: 19 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim

30 Ocak 2013 Çarşamba

KAZA NAMAZI ve NAFİLE NAMAZLAR




Hadîs-i Şerîf: “Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu: Kulum farzlarla benim azâbımdan kurtulur. Nafilelerle de kulum bana yaklaşır.” (Hadîs-i Şerîf, İhyâu Ulûmiddîn)
Hicrî: 18 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim



KAZA NAMAZI ve NAFİLE NAMAZLAR

Kaza namazı kılmak, nafile namaz kılmaktan evlâ ve daha mühimdir. Fakat farz namazların sünnetleri -müekked olsun olmasın- bundan müstesnadır.

Bu sünnetleri terk ederek bunların yerine kazaya niyet edilmesi doğru değildir.
Hatta kuşluk ve tesbih namazları gibi, haklarında hadîs-i şerîf bulunan nafile namazlar da böyledir.
Çünkü bu sünnetler, farz namazları ikmâl eder; tamamlar. Bunların telafisi mümkün değildir. Kaza namazlarının ise, muayyen vakitleri olmadığı için telafileri mümkündür.

Bununla beraber namazları kazaya bırakmak günahtır. Bu günahdan mümkün mertebe kurtulmak için sünnetleri feda etmek uygun olmaz.

Böyle bir günahı işleyen kimsenin fazla ibadette bulunarak ilâhî affa ilticâ etmesi icabederken, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) şefâatine vesile olacak sünnetleri, nafileleri nasıl terk edebilir.

Hem bir kısım vakit namazlarını kazaya bırakmak, hem de diğer bir kısım vakit namazlarını, kendilerini tamamlayan sünnetlerden ayırmak iki kat kusur olmaz mı? Buna aykırı olan bazı nakiller muteber değildir, müftâbih olan fetvaya aykırıdır.

Hem sünnetleri, hem de kaza namazlarını kılmaya müsait vakit bulamadıklarını iddia edenler, insaflı sayılmazlar. Beyhude yere en kıymetli zamanlarını zayi eden insanlar, böyle bir iddiaya ne yüzle cüret edebilirler?   (Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali)
Hicrî: 18 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim



29 Ocak 2013 Salı

HZ. ÖMER (R.A.) VE NİL




Hadîs-i Şerîf: “Bir ara ben uyurken (rüyamda) bana bir bardak süt getirildi. Onu içtim, öyle ki tırnaklarıma kadar kandım. Artanı da Ömerübnü’l-Hattâba verdim. Onu nasıl tevil buyurdunuz yâ Rasûlüllâh, dediler. O ilimdir, buyurdular.” (Hadîs-i Şerîf, Sahîh-i Buhârî)
Hicrî: 17 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim



HZ. ÖMER (R.A.) VE NİL


Nil nehri taşarak faydalı olur ve belli zamanlarda taşardı. Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) halifeliği devrinde Hicretin 21. senesinde Hz. Amrübnü'l-Âs’ın Mısır’ı fethettiği sene Nil nehri âdeti üzere taşmadı. Mısır halkı,
“Yâ Amr eskiden beri âdetimiz odur ki, Nil taşmadan bir gün evvel her sene bir kızı yakût ve cevherlerle süsleyip, kilolarca şeker, zahîre ve binlerce ekmek ve peksimet ile birlikte Nil’e bırakırız. Ertesi gün veya o gün Nil taşmağa başlar”, dediler. Hz. Amrübnü'l-Âs:
“Hâşâ, Nil'in taşması için kız atmak ve Allâh’ın bu kadar nimetlerini isrâf etmek dînimizde yoktur.” diye cevap verdi.
Kırk gün geçti Nil taşmadı. Mısır içinde insanların arasında dedikodu oldu. Bazıları da erzakları sakladı, Mısır’da kıtlığa sebep oldu. Mısır’da halk perişan olmuş ve nice kimseler hicret edip gitmişlerdi.
Amr hazretleri Hazret-i Ömer’e Mısırlıların yaptıklarını tafsîlatıyla yazıp gönderdi. Hazret-i Ömer Amrübnü’l-Âs'a, “Nil’e kız atma batıl âdetini kaldırman iyi oldu” diye cevap yazdı. Ayrıca Nil’e atması için bir mektup gönderdi:
“Besmele’den sonra: Ey Nil, eğer kendi kuvvet ve kudretinle akıyorsan sana ihtiyacımız yoktur. Allâh’ın emri ve kudreti ile akıyorsan yükselerek ak.”
Mektubun sonunda da Nuh aleyhisselamın gemiye binerken Müslümanlara okumalarını emrettiği “Bismillâhi mecrâha ve mürsâha inne Rabbî le-Gafûru’n-Rahîm.” (Hûd, 41.) âyet-i kerimesini yazıp gönderdi.
Hz. Amr, Hz. Ömer'in mektubunu aldı, okudu ve Mısır ileri gelenleri ile gidip Nil’e Hz. Ömer'in selâmını söyleyip mektubu Nil’e bıraktı. Altmış günden beri taşmayan Nil Allah’ın izni ve besmelenin bereketiyle taşıp cümle Mısır ahâlîsi sevindiler.
Allâh’a hamd olsun ki o zamandan beri Nil hep akmaktadır. (Evliya Çelebi, Seyehatname) 
Hicrî: 17 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim



27 Ocak 2013 Pazar

OSMANLI DEVLETİNİN KURULUŞUNDA ÂLİMLER




Hadîs-i Şerîf: “İdârecilerin en şerlisi, idâresinde bulunanlara zulmeden, merhameti az olan kimsedir. Sen sakın onlardan olma.” (Hadîs-i Şerîf, Müsned-i Ahmed)
Hicrî: 15 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim

OSMANLI DEVLETİNİN KURULUŞUNDA ÂLİMLER


Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gâzi çocukluğundan itibaren büyük âlimlerin sohbetlerinde ve meclislerinde bulunur ve onların sağlam fikirleri ile hareket eylerdi. Asrın mümtâz âlim ve fakîhlerinden olan Edebâlî Hazretleri’ne damad oldu. 680/1281 senesinde pederinin irtihâlinde amcaları ve büyük biraderleri mevcûd olduğu hâlde istidâd ve ehliyetiyle bey oldu.

Osman Gazi, Selçuklu devletinin bir daha kuvvetini kazanamayacak derecede zayıf kaldığını görmüş, Moğolların İslâm memleketlerini yağmalamasına pek müteessir olmuştu. Bir taraftan yanına sığınan Müslümanları iskâna çalışıyor, bir tarafdan da Bizans Devletine âit memleketlere doğru gazalar yapıyordu. Kayınpederi Mevlânâ Edebâlî de âdil ve ilmiyle amel eden âlimler yetiştirmeye çalışıyordu.

699/1299 senesinde Selçuklu sultânı Alâeddîn’in esîr edilmesi üzerine Osman Gâzî istiklâlini ilan etmiş ve kayınpederi Edebâlî’yi de müftü tayin etmişti. Osman Gâzî dînî meselelerde olduğu gibi, devlet ve idâre işlerini de ona danışırdı. Edebâlî Hazretlerinin talebesi ve dâmâdı olup sultan adına ilk hutbeyi okuyan Tursun Fakîh de kâdı tayîn olundu.

701/1301 senesinde sancaklar teşkîl olunduğu sırada her tarafa müftî ve kâdîlar ta’yîn olunmuş ve Edebâlî Hazretlerinin önceki gayreti sayesinde muktedir ve âdil memûrlar ta’yîn edilmiştir. 726/1326 senesinde Edebâlî Hazretleri’nin vefatı üzerine Tursun Fakîh kayınpederinin yerine fetva makamına geçti.

Bütün Osmanlı hanedanı İslâmın hükümlerine uyarak dîn ve hukûk işlerine ait husûsları bu ilimlere vâkıf olan âlimlere havale etmişler, idare makamlarının en yükseği olan vezirleri dahi ilmiye sınıfından tayîne dikkat etmişlerdi. 
Hicrî: 15 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim


DÖNÜŞ ANCAK ONADIR




Hadîs-i Şerîf: “Muhakkak ki önünüzde öyle sarp ve aşılması zor bir yokuş vardır ki, günahla yüklü olanlar o yokuşu (kolay kolay) geçemezler.” (Hadîs-i Şerîf, Hâkim, el-Müstedrek)
Hicrî: 14 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim


“DÖNÜŞ ANCAK ONADIR”


Mülk sûresinin 15. ve 23. âyetlerini Elmalılı Hamdi merhum şöyle tefsir etmiştir:

Her nerede olursanız olun, herhangi bir noktada, bir devlet ve cemiyette bulunursanız bulununuz, nihayet onun; Allâh’ın huzuruna toplanacaksınız. Böyle olmayan hiçbir ferd, hiçbir cemiyet yoktur.
O halde niçin sizi başkası yaratmış, başkası büyütmüş, sonra da ölmeyecek, bulunduğunuz dünyada kalacak yahut başkasına gidecekmiş gibi davranıyor, başkalarına kulluk ediyor, başkalarından korkuyor, nankörlük ederek bu süfliyyette kalmak istiyorsunuz da ona gideceğinize iman ederek her hareketinizde onun rızasını gözetip şükrederek ona gitmek istemiyorsunuz?

Eğer siz her nerede olursanız olunuz, ondan kulağınıza, gözlerinize, gönüllerinize eriştirilen haberleri güzelce, samîmiyyetle dinler ve onlara hıyanet etmeden hareket edecek olursanız hiçbir yerde ölümden kurtulamayacağınızı ve her nerede bulunursanız Rabb’imizin inayetiyle yaşadığınızı ve âkıbet ona gideceğinizi bilir anlarsınız. Ve bu anlayışla bütün yüzünüzü ona, onun kıblesine çevirerek ancak Allâh’tan korkarak ve ona şükrederek hareket edecek olsanız “Her nerede olursanız olunuz, Allah hepinizi bir araya getirir.” âyetinde bildirildiği üzere hepiniz onun huzuruna ak yüzle girmiş ve başka korkulardan kurtulmuş bulunursunuz.

O sizi her şeyden kurtarır ve murada erdirir. Ondan başka saydıklarınız ve korktuklarınız ise, onun elinden kurtaramaz. Olsa olsa birkaç günlük geçici bir zevk veya eleme sebebiyet verebilir, o da onun izin ve iradesi olursa yapabilir. Nihayet hepiniz ferd ferd veya cemiyet cemiyet veya bütün arz ve sema ile birlikte ona sevk olunur, onun huzurunda yeni bir hayat, ebedî ceza ve mükâfat için toplanırsınız.

O halde daima onun huzuruna varıp hesab vereceğinizi düşünerek onun nizam ve ahkâmından çıkmaksızın, küfür, zulüm, isyan ve şeytan yollarına sapmaksızın, nimetlerinin kadrini bilip azabından korunarak ve nimetlerine şükrederek onun nezdinde va’dedilen en yüksek hayata ermek için yürüyün. 
Hicrî: 14 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim


25 Ocak 2013 Cuma

İSLÂMİYET'İ İLK KABUL EDEN ZÂTLAR





Hadîs-i Şerîf: “Fitne ve fesad zamanında ibadet etmek, bana hicret etmek gibidir.” (Hadîs-i Şerîf, Sahîh-i Müslim)
Hicrî: 13 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim


İSLÂMİYET'İ İLK KABUL EDEN ZÂTLAR


Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) kendisine peygamberlik verilince ilk evvel çevresinde bulunan bazı zâtları İslâm dinine davet buyurmuştu. Bu daveti ilk önce Hz. Hatîce validemiz kabul edip İslâmiyet şerefine nail oldu. Sonra Kureyş'in büyüklerinden olan Ebûbekr-i Sıddîk ile Peygamberimizin azatlısı olan Zeyd bin Harise ve Peygamberimiz'in amcası Ebû Talib'in henüz dokuz-on yaşında bulunan oğlu Hz. Ali kabul ettiler. Daha sonra da Hz. Ebûbekir'in daveti ile Osman bin Affan, Abdürrahman bin Avf, Sa'd bin Ebî Vakkâs, Zübeyr ibnü'l-Avvâm, Talhatü'bnü Ubeydillah (r.anhüm) hazretleri İslâmiyet'le müşerref oldular.

Nebiyy-i Âlî-şân (s.a.v.) Efendimiz, daha sonra insanları açıkca dine davete başladı. Herkese Allâhü Teâlâ'nın varlığını, birliğini, büyüklüğünü anlatarak ondan başkasına ibadet edilmemesini öğretiyor, hidayete kabiliyetli zatlar Müslümanlığa can atıyor, cehaletten kurtulup saadete eriyordu.

Bir müddet sonra Peygamberimiz'in amcalarından Hz. Hamza İslâmiyet'i kabul etti. Bundan biraz sonra da Ömeru'l-Fâruk müslüman olarak İslâm dininin yayılmasına çalıştı.

Peygamber-i Zîşân Efendimizi görüp müslüman olan zâtlara sahabe, ashâb denir.

Ashâb-ı kirâmın en büyüklerinden olan Ebûbekir, Ömer, Osman, Ali (r.anhüm) hazretlerine hulefâ-yı râşidîn, denir ki, bunlar, Resûl-i Ekrem’den sonra sırasıyla hilâfet makamında bulunmuş, İslâm dinine pek çok hizmetler etmişlerdir.

Bu dört zât ile Abdürrahman bin Avf, Sa'd bin Ebî Vakkâs, Zübeyr bin Avvâm, Talhatü'bnü Ubeydillah, Sa'dübnü Zeyd ve Ebû Ubeydetübnü Cerrah (r.anhüm) hazretlerine de aşere-i mübeşşere denir.

Peygamberimiz (s.a.v.) bu on zâtın cennete gireceklerini müjdelemişlerdir. 
Hicrî: 13 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim


24 Ocak 2013 Perşembe

HAZRET-İ ALİ'DEN (K.V.) HİKMETLER




Hadîs-i Şerîf: “Bir kimse insanları hidâyete çağırırsa kendisini takip edenlerin sevapları, onların sevabından hiçbir şey eksilmeden onun defterine yazılır.” (Hadîs-i Şerîf, Sahîh-i Müslim)
Hicrî: 12 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim


HAZRET-İ ALİ'DEN (K.V.) HİKMETLER


Amel işlemekten ziyade amelin kabul edilmesi için gayret ediniz. 
Çünkü takva ile olan amelin sevabı, asla azalmaz.

Herhangi biriniz, işlediği günahından başka bir şeyden korkmasın, 
Allâh'tan başka bir kimseden bir şey istemesin.

Cahil kişi ilim öğrenmekten, âlim olan bir kimse de bilmediği bir sualle karşılaşınca, “Allah bilir” demekten utanmasın.

Sabrın imandaki mevkii, başın bedendeki rütbesi gibidir.

Tam ve gerçek âlim odur ki, nasihatlerinde halkı, Allâh'ın rahmetinden umutsuzluğa düşürmez. Allâhü Teâlâ’ya karşı isyan etmelerine ruhsat vermez. Onları Allâh'ın azabından emin kılmaz ve Kur'ân'ın hikmetini terk edip başka şeye gönül vermez.

İlimsiz yapılan ibadette, anlaşılmayan ilimde, tefekkürsüz okumakta hayır yoktur.

Bilmediğim bir mesele sorulduğunda, “Allah bilir” demem, ciğerimin hararetini en çok serinleten şeylerdendir.

İnsanlar, kendilerine karşı adaletli bulunulmasını isterlerse, nefisleri için arzuladıkları şeyi başkaları için de istesinler.

Şüphesiz, sıkıntı ve musibetlerin sona ermesinin bir müddeti vardır. Öyle ise akıllı kimse, başına bir belâ gelince müddeti geçinceye kadar sabretmelidir. Çünkü müddeti sona ermeden önce onu kaldırmaya çalışmak,  sıkıntının artmasına sebep olur.

Bir kimsenin yaptığı günahın (dünyadaki) cezası ibâdette gevşeklik, maddî sıkıntı, lezzetin bozulmasıdır.
"Lezzetin bozulması nasıl olur?” diye sordular:
“İştahı çekip de eline helâl bir şey geçtiğinde karşısına mutlaka zevkini bozacak bir şey çıkar.” buyurdu. 
Hicrî: 12 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim


23 Ocak 2013 Çarşamba

Resûl-i Ekrem’in Güzel Sûretİ: HİLYE-İ SAÂDET




Hadîs-i Şerîf:  “Zikrin en hayırlısı, gizli olanıdır. Rızkın en hayırlısı, kâfî (miktarda) olandır.” (Hadîs-i Şerîf, Müsned-i Ahmed)
Hicrî: 11 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim

Resûl-i Ekrem’in Güzel Sûretİ: HİLYE-İ SAÂDET


Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bütün yaratılmış olanların en güzeli en yakışıklısı idi. Mübarek vücûdu güçlü kuvvetli idi. Zayıf ve semiz olmayıp orta halde, etleri sıkıca idi. Münevver cildi ipeklerden yumuşaktı. Latif cisminin kokusu fevkalâde güzeldi. Dokunduğu şeylerden günlerce güzel kokular duyulurdu. Nezih cismi beyazdı, nûrânî idi. Bu beyazlık içinde latif bir pembelik parıldardı. Pek sevimli olan mübarek boyu ne kısa, ne de uzun idi. Bununla beraber, yanında bulunanlardan daima uzun görünürdü. Göğsü ve iki mübarek omuzlarının arası geniş idi ve nurlu omuzlarının arasında güvercin yumurtası gibi bir kırmızı ben nişanesi var idi ki bu bir hâtem-i nübüvvet; peygamberlik mührü idi.

O Nebiyy-i Zîşân'ın söz söyledikçe inci dânelerinden daha berrak olan dişlerinin parıltısı görülürdü. 
Parlak alnı genişti. Hilâl kaşları uzunca idi. Kaşlarının arası açıkça idi. Letafet nişanesi olan kirpikleri uzun ve siyah idi. Saâdetli sakalı sıkça idi, bir tutam boyunca bulunurdu. İrtihâlleri sırasında mübarek başıyla sakalının beyaz saçları henüz yirmi kadar bulunuyordu. Sünbüllerden daha zarif, daha güzel kokulu bulunan başının saçları ne pek kıvırcık, ne de pek düz idi, kulaklarının yumuşaklarını geçmezdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz'in bütün âzaları pek mükemmeldi. Başkalarının göremeyecekleri, işitemeyecekleri kadar uzak yerlerde bulunan şeyleri görür, sesleri işitirdi. Pek vakarlı olan yürüyüşü, inişten aşağıya doğru akar gider gibi süratlice idi. Kendisini ilk gören bir kimse bir heybet içinde kalırdı, kendisiyle görüşüp konuşmak şerefine nail olan kimse ona karşı derin bir muhabbet duyardı. Onun yüksek evsâfını görüp yâdedenler onun bir mislini ne ondan evvel, ne de ondan sonra görüp bilmediklerini itiraf ederlerdi.

Hâsılı, o bir letafet ve mükemmeliyet hârikası idi. (Sallallâhu aleyhi vesellem) 
Hicrî: 11 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim



20 Ocak 2013 Pazar

KULAK ÇINLAMASI




Hadîs-i Şerîf: “Allâhü Teâlâ’ya en sevimli olan ameller, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.” (Hadîs-i Şerîf, Müsned-i Ahmed)
Hicrî: 8 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim

KULAK ÇINLAMASI


Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Birinizin kulağı çınladığında beni ansın ve bana salavât getirsin ve 'zekerallâhü men zekeranî bi-hayrin' desin”

Resûlullâh, “Muhammedün Resûlullâh sallalâhü aleyhi ve sellem” ve bunun benzeri salavat-ı şerife okumak ile zikredilir, anılır.

Mü'minin kulağı çınladığı esnada Resûlullah (s.a.v.) onu Cenâb-ı Hak katında anmış, ona duâ etmiştir. Mü’minin ruhu bunu duyduğu zaman kulağı çınlar. Bunun için salavât-ı şerîfe okuması tavsiye buyurulmuştur.

Nitekim ayak uyuşup karıncalandığında da salavât getirmek tavsiye edilmiştir.
Hicrî: 8 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim


19 Ocak 2013 Cumartesi

Süt Deposu İnekler




Süt Deposu İnekler


Süt Deposu İnekler


Çift tırnaklı, sakin ve ehil ruhlu, iri cüsseli, eti, sütü, tereyağı, peyniri ve çökeleği ile Hazret-i Allah’ın âdemoğluna hizmetle memur kıldığı hayvanlar âleminin bir ferdi… Derisiyle insanları kuşatan, gübresiyle bahçelerin gülistan olduğu, sığır ailesinin dişi ferdi, inek.

Amanos yaylalarında Siyah Alaca, Karadeniz yamaçlarında Karakız, İç Anadolu Platolarının düzlüğünde Ala düve, Doğu Anadolu Dağlarında Sarıkız… Yaşım on beş. Dünyanın baharını da yazını da gördüm. Hayatın sonbaharına doğru kürek çekmekteyim. İki katlı köy evinin birinci katını sahibim bize tahsis etmiştir. Anadolu insanı biz inekleri ve evdeki diğer hayvanları ailenin parçası olarak görür. Çünkü buzağılarımız da bizim gibi ailenin çocuklarıyla birlikte büyür. Bir odası samanlık diğerinde minik buzağımla beraber yaşarız.
Sabah namazıyla kalkan sahibim hemen sonrasında 2 okka samana 1kilo buğday ezmesi karıştırarak sabah yiyeceğimizi vermeden, rahat etmez. Peşinden gün doğana kadar şahsi ibadetlerini yapar, ondan sonra kendi kahvaltısını yapar. Ardından bağ bahçe tarla telaşı sarar bütün köyü… Sahibimin küçük oğlu Ahmet’in görevidir okula gitmeden mahallenin ineklerini köy merasına, yamaçlara kadar uğurlamak. Sonra, o ot senin bu dağ benim rızık telaşıyla geçer günler. En sevdiğimiz mevsim bol otlu bahar günleridir.

Dört ayak bir başımızla mamur

İrice başımızın üst iki yanında sesin geldiği yöne göre 60 derece açıyla dönebilen kulaklarımız vardır. Yaratılışımızda meraların her nevi haşeratından korunmak için kulak içlerimiz tüylerle kaplanmıştır.
Buna ilaveten kulaklarımız böcekler sinekler için öldürücü kulak sıvısıyla koruma altındadır. Kulaklarımızın üst tepe kısmında ahenkli iki boynuz yer alır. Yalnız ağız ve burunlarımızın bulunduğu siyah doku sürekli ıslak olup, yerden belli bir seviyede otları biçmek için çok idealdir. Uzun dilimiz yardımıyla, otu bir pençe gibi toparlayarak rahatlıkla yeriz.
Kuvvetli koku alma kabiliyetimiz sayesinde yüzlerce ot arasından hangisinin faydalı hangisinin zehirli olduğunu, saniyede tespit edebiliriz. Burunlarımız öyle hassas yaratılmıştır ki yetişkin bir inek 8 km uzaktaki yavrusunun kokusunu bile sezebilir.
 Arkamızda tasarım harikası kuyruğumuzla sakinliğimizden beslenen, en inatçı ve rahatsız edici sineklerle kenelere gereken dersi bir tokat gibi veririz. Kuyruklarımız etkili birer sineksavar silahtır.
500-1000 kiloya ulaşan dev cüssemizi taşımak için yarı bükülgen dört kuvvetli bacağa sahibiz. İki arka bacaklarımız arasında bulunan mememiz tam bir süt makinesidir. Hem kendi buzağılarımızın süt ihtiyacını karşılayacak bereketle yaratılmış, hem de siz Âdemoğlunun besin ihtiyaçlarına katkıda bulunuruz. Süt, peynir, tereyağı, yoğurt, ayran, çökelek, kaşar peyniri, sütlaç, güllaç… Saymaktan ağzım yorulacak kadar çok ihtiyaçlarınızı karşılayacak bereketle yaratılmıştır. Öyle ki erişkin bir inek yılda 3000 kg ila 9000 kg arasında süt verebilir. Bir inek hayatı boyunca ortalama  200.000 bardak süt verir. Süt verimi türlerimize göre değişir. Günde 70 kg kadar ot yeriz bu 30 kg gübre, 20 kg süt verimi anlamına gelir. Kesilen sütümüzden bile çökelek yaparlar. İsraf etmezler. Çökelekten geri kalan suya sarı su derler ki onu da keçilere verirler. Dünyanın yedi ikliminin şartlarına uygun yapılarda yaratılmış birçok inek türü vardır. Bazı türlerimiz sütü ile bazılarımız eti ile bazılarımızın da gücünden istifade edilerek yüzyıllardır toprağı işlemede çiftçilere destek olmuşuzdur.

Biraz da sütten bahsedelim

Süt derken sizin market raflarında süt diye satılan ve aylarca bozulmayan şeyi kast etmiyorum. Biz, ineklerden sağıldığı gibi size ulaşanlara “süt” deriz. Geçenlerde bir profesörünüz araştırmış ve pastörize paket sütlerin yapılan kimyasal işlemlerden sonra yararlarının bir çoğunu kaybetmekle kalmayıp, bağışıklık sistemini tahrip ederek, astım ve şeker gibi çağın amansız hastalıklarına neden olduğunu ortaya koymuş ve şöyle demiş:
‘’Mümkünse günlük mandıra sütü tüketilmelidir. Sütü alınan hayvanın meralarda otlamasına ve suni yem yememesine dikkat edilmelidir. Temiz olduğuna güveniliyorsa, sokak  sütçüsünden de süt alınabilir. Şehirdeki en iyi seçenek, günlük pastörize şişe sütleridir. Uzun ömürlü homojenize kutu sütlerini kesinlikle içmeyin.”
İnsan ve Hayat Dergisi


İmam-ı Azamdan İlim Ehli İçin Muazzam Nasihatler





İmam-ı Azamdan İlim Ehli İçin Muazzam Nasihatler


İmam-ı Ebu Yusuf’un annesi oğlunun bir meslek sahibi olmasını, ilerde kimseye muhtaç olmadan geçinmesini istiyordu. Bu sebeple oğlu meslek öğrensin diye terzinin yanına vermişti. Ancak İmam-ı Azam Hazretleri Ebu Yusuf’taki ilim tahsil etme aşkını görünce, onu yanına aldı. Ona ilim öğretti. En son olarak da İmam-ı Ebu Yusuf’un yazdığı “Kitabü’l Haraç’ta geçen şu nasihatleri tutmasını tavsiye etti.

Halkla ilişkilerde “Samimiyet ve Vakar”
  1. Sakın hiç kimseyi küçük görme. Vakarını koru ve herkese hürmet göster. İnsanlar ile fazla içli dışlı olma, işleri olduğunda onlar seni arayıp bulsunlar.
  2. Seni ziyarete gelenleri güler yüzle karşıla. Onlara iyi davran ve sorduğu sorulara cevap ver. Cevabı kısa tut, uzatıp ilaveler yapma. Çünkü uzun cevap soru sahibinin aklını karıştırır.
  3. (Fıkıh) Bilgilerini derinleştirmek, ilim ve anlayışlarını artırmak maksadı ile sana müracaat eden talebelerin, ilme karşı rağbetlerini artırmak için her birine evladınmış gibi davran, onlara yardımcı ol.
  4. Âlimi çok olan bir beldeye vardığın zaman, halkı etrafına toplamaya çalışma. Sen de oranın sakinlerinden biri ol. Böyle yaparsan senin orada bir mevki kazanmak için gayret etmediğini bilirler. Böyle yapmazsan, o memleketin âlimleri seni, mezhebini eleştirirler. Halkı sana karşı kışkırtırlar.
  5. Eğer, âlimlerden sana belirli meseleleri soranlar olursa cevabında onlara her hususu açık delillerle anlat. Onlara verdiğin cevaplar üzerinde münakaşa ve münazara etme.
  6. Kötülüğünü bilsen bile hiçbir insanı kötü yad etme. O insanda bile iyilik, hayır ve salah ara. İnsanları iyi halleriyle an. Ancak o insanı kötülüğü din hususunda olursa ve sen bu hali görürsen, diğer insanlara bunu söyle ki yanılarak ona tabi olmasınlar ve fenalıklarından sakınsınlar.
  7. Herhangi bir yerde insanların içinde bulunduğun zaman, sana hürmet edip öne geçirmedikçe kendiliğinden ön saflara geçme. Aynı şekilde hürmet görmez ve teklif almazsan öne geçip imamet yapma.
Vizyon belirlemede “Asalet ve Duruş”
  1. Önce ilim tahsil et, sonra helalinden servet temin et, daha sonra da evlen. Çünkü ilim tahsil ettiğin sırada hayatın kazanmaya çalışırsan ikisini bir arada yürütemez tahsilini yarım bırakmak zorunda kalırsın. İlim tahsilinden önce kazanacağın servet ise seni dünya işleriyle meşgul olmaya teşvik eder. Bu durumda vaktin boşa gider. İlim tahsil etmeden evlenirsen çoluk çocuğa karışırsın. Onların ihtiyaçlarını temine çalışırken ilim tahsilini bırakmak zorunda kalırsın.
  2. 10 sene, kazançsız ve azıksız kalsan bile ilim tahsil etmekten geri durup, yüz çevirme. Çünkü tahsilden yüz çevirmen halinde yine geçim sıkıntısı çekmen muhtemeldir.
  3. İlmi bir konuyu çözerken etraflıca mütalaa et. O konuyu içi ile dışı ile çözmeye, ıslah etmeye çalış.
  4. Münazara ettiğin meclislerde, asla korku ve endişe içinde konuşma. Çünkü bu hal, meseleyi geniş bir şekilde kavrama ve anlama kabiliyetine noksanlık getireceği gibi diline ve ifade kuvvetine ağırlık verir.
  5. İşlerini, o işten anlayan ehil kişilere havale et. Eğer böyle yaparsan bilgiye, tecrübeye ve ihtisasa olan itimadın ve hürmetin artıp sağlamlaşır. Ayrıca, böyle davranmakla ihtiyaçlarını kolay temin etmiş ve menfaatini korumuş olursun.
  6. Makam ve mevki peşinde koşan, halk arasında günlük ve basit işlere dalarak, bu yolla kendilerine şöhret ve dünya menfaati sağlamak isteyen kimselerin söz ve sohbetlerine katılma. Onların aralarına da girme. Çünkü öyle kimseler, senin haklı olduğunu bilseler dahi bunu söylemezler. Şarlatanlıkla seni susturmaya ve mahcup etmeye kalkarlar.
  7. İlim adamları ile fıkhî meselelerde bir mecliste oturup konuşmak istersen, oraya iyice hazırlanarak git. Bildiklerini bütün incelikleri ve delilleriyle söyle. İyi bilmediğin meselelerden bahsetme. Eğer bahsedersen, isabetsiz ve haksız olarak karşındaki kimseyi senden daha alim sanırlar.
  8. Katıldığın mecliste sorulan meseleler fetvaya müsaitse cevabını verirsin. Müsait değilse sebebini söylersin ve sözü kısa kesersin. Karşındaki şahsın senin huzurunda izahat vermeye kalkışmasına ve başkalarına ders vermeye başlamasına mahal bırakmamak için oradan kalkar gidersin. Yalnız orada adamlarından birini bırakarak, muarızın ilmini, derecesini ve sözünü anlarsın.
  9. Talebelerinden herhangi birisi bir topluluğa vaaz veriyorsa sen orada bulunma. Çünkü senin orada bulunman onu sıkar ve şaşırtır. Ama itimat ettiğin bir adamını orada bulundur. Onun vaazını dinlemesi için mahalle halkını teşvik et ve cemaatinin çoğalmasını sağla.
Pratik hayatta “Ahlak ve İbadet”
  1. Yolda yürürken daima önüne bak.
  2. İnsanlar arasında gülme. Çarşı-pazar yerlerine fazla çıkma. Çarşıda, sokakta ve toplu yerlerde bir şey yeme.
  3. İster avamdan olsun, ister havastan olsun, ister büyük, ister küçük olsun her kişiye iyilik et ve nasihatte bulun.
  4. Eşinin yanında başkalarının hanımlarından bahsetme. Böyle şeylerden söz edersen, eşin sana saygısızlık eder. O da başka erkeklerden bahsetme hakkını kendinde bulabilir.
  5. Namazların sonuna sürekli yapabileceğin bir vird seç, onu ifaya çalış. Mesela namazlardan sonra Kur’an-ı Kerim okuyabilirsin yahut Hazreti Allah’ı zikredebilir, verdiği nimetlere şükredebilirsin.
  6. Tartı ile satılan şeyleri kendin tartmaya teşebbüs etme. Satan şahsın ölçüsüne ve tartısına itimat et.
  7. Beni de hayır duadan unutma.
Yönetici ile ilişkilerde “Mesafe ve Saygı”
  1. İdarecinle ilişkilerinde ateşten faydalandığın gibi davran. Ateş çok yaklaşanı yakar, uzakta kalana fayda sağlamaz.
  2. İlmi bir mesele veya bir ihtiyaç dolayısıyla seni çağırmadıkça yöneticinin huzuruna girmekten kaçın. Çünkü onun yanına lüzumlu lüzumsuz girip çıkarsan sana itibar etmez, kıymet vermez.
  3. Sultanın yanında tanımadığın bir âlim varsa huzura girme. Çünkü sen ilim cihetinden ondan daha aşağı durumda olabilirsin yahut huzurda yaptığın konuşma ile ondan üstün gözükebilirsin. Bu sebeple adamın seni zarara uğratmaya çalışması muhtemeldir.
  4. Yöneticin sana ilmi, fıkhî bir vazife, bir iş teklif ederse düşün; ancak şahsiyetine ve mezhebine uygun görürsen kabul et. Sana ve mezhebine rıza gösterilmeyeceğini anlarsan o işi kabul etme.
  5. Yöneticinle görüşmek için onu adamlarını ve etrafındaki kişileri vasıta olarak kullanma. Onunla doğrudan doğruya kendin görüş. Onun etrafındakilerden uzaklaş ki yöneticinin gözünde şerefin ve merteben yerinde kalsın.
  6. Yöneticinin seni yakınları arasına almasına müsaade etme. Şayet idarecin, kendiliğinden seni yakınları arasına alırsa bu durumu halka açıklama. Çünkü bu durum halka açıklarsan sana birtakım işler havale ederler. Bu işleri takip edip, üzerinde durursan yöneticin seni hoş karşılamaz. Bu işleri takip etmez ve üzerinde durmazsan bu sefer de halk seni ayıplar. Her iki halde senin için küçüklüktür.
  7. Yöneticin ve amirinden dine uymayan bir hal gördüğün zaman, onu bu hususta münasip bir dille ikaz et. Mesela ona şöyle diyebilirsin, “Siz benin idarecimsiniz, bundan dolayı emrinize itaat ederim. Şu kadar var ki dine uymayan hal ve davranışlarınızı size haber vermekten kendimi alamıyorum” Bu ikazı bir defa yapman yeterlidir. İkaza tekrarlayıp ileri gidersen idarecin seni azarlar ve müşkül durumda bırakır.
İnsan ve Hayat Dergisi


Her Namazın Bir Vakti, Her Vaktin Bir Hesabı Var




Her Namazın Bir Vakti, Her Vaktin Bir Hesabı Var


Her ibadetin bir vakti, her vaktin de bir hesabı var. Buradaki hesap iki türlü. Biri namaz vakitlerini hesaplama, diğeri ise farzı yerine getirip getirmemenin hesabını vermekle alakalı. Birincisinde Müslümanlar ibadetin zamanını hesaplıyor, ikincisinde ise yapılan ibadetin hesabını Hazreti Allah’a veriyorlar. Bu yazımız, namazın vaktini hesaplamakla alakalı. İbadetin hesabını vermek tabi ki daha önemli; ama şimdilik küçük bir hatırlatma ile iktifa ediyoruz.
 Bu yazıyı okumaya başlamadan önce bir şey yapmanızı istiyorum. Gecelerini gündüzlere katarak, İslamiyet’i en güzel şekilde yaşayıp diğer Müslümanlara da yaşatmak için Kuran-ı Kerim, sünnet-i seniye ve icma’dan hüküm çıkartan müçtehitlerin ruhlarına Fatiha okumanızı rica ediyorum. Çünkü onlar, hayatın her alanına ve insanların her anına sirayet eden bu dini, farklı farklı memleketlere, kültürlere, ırklara ulaştırmakla kalmadılar, dünyanın farklı coğrafyalarda yaşayan insanların karakter ve mizaç farklılığına rağmen ahkâm-ı ilâhiyeyi onlara en iyi şekilde tatbik ettirdiler. Onların Kuran-ı Kerim, sünnet-i seniye ve icma’dan hassasiyetle çıkarttıkları hükümleri yüzyıllar sonra bizler bile, şimdi gönül rahatlığı ile tatbik edip sevap kazanıyoruz. Elhamdülillah.

Namaz vakitleri Kuran-ı Kerimde yedi yerde zikredilmiştir. Bu yerlerden Rûm Süresi ayet on yedi ve on sekizde Hazreti Allah şöyle buyuruyor: “Akşama ulaştığınızda, (akşam ve yatsı vaktinde) sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah’ı tesbih edin (namaz kılın), ki göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur.”

İbn Abbas Hazretleri bu ayet-i kerimelerle alakalı “Hazreti Allah bu iki ayet-i kerimede beş vakit namazı vakitleriyle beraber bildirmektedir.” diyor. Ayet-i kerimede namaz vakitlerinin sınırları, bizim anlayabileceğimiz şekilde net olarak çizilmemiş. Ancak bu sınırlar daha sonra Peygamberimiz’in tarifine uygun olarak tespit edilmiştir. Çünkü Kuran-ı Kerimde geçen beş vakit namazın vakitlerinin ince bir şekilde uygulamalı tayini, Efendimiz tarafından yapılmıştı.
Peygamber Efendimiz’in ashabına uygulayarak gösterdiği vakitler, kendisine Cebrail Aleyhisselam tarafından, bir defa namazların ilk vaktinde, bir defa da son vaktinde kıldırarak gösterilmiştir.
Her ne kadar yeni teknolojilerin kullanımıyla namaz vakitleri çok daha farklı usuller kullanılarak tayin edilse bile, ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden çıkartılan hükümler göz önünde bulundurulmadan, ibadet edilecek vakitlerin tespiti mümkün değildir. Beş vakit namazın hükümlerine, vakitlerin hesaplanmasına ve hesaplanan bu vakitlere ilm-i fıkhın yolunda verilen fetvalarla temkinleri ilave edilerek son halinin verilmesine geçmeden önce, namaz vakitlerinin tarihi seyri ve bu seyir içerisinde yapılan çalışmaları, pratik uygulamaları ve icat edilen aletleri kısaca tanıyalım.

Takvimin tarihi seyri

Astronomi ilmi, tarihte diğer milletler tarafından “hobby” olarak görülürken, Müslümanlar astronomiyi ibadetleri kolaylaştıran bir ilim olarak ele almışlardır. Bu sebeple İslam dünyasında astronomi, ibadet vakitlerinin farklı muhitlerde pratik uygulama çalışmalarının yürütüldüğü saha olmuştur.

Daha ilk dönemlerden itibaren Müslüman âlimler, bilimin imkânlarından faydalanarak rasathaneler kurdular. Buralarda pratik aletler icat ederek bunları, ibadethanelere kurulan muvakkithanelere yerleştirip, yaptıkları hesaplar pratik kullanıma sundular. Ve yüzyıllarca muvakkitler tarafından namaz vakitleri dosdoğru hesaplandı. Muvakkitlerin olmadığı yerlerde kendilerine namaz vakitlerini hesaplama ilmi öğretilen müezzinler, bu işi yaparlardı.

Rasathanelerde âlimler tarafından yapılan rasatlar, âlimlerin fetvaları ile birleştirilerek o zamanki pratik hayatta kullanılan karşılığı ile ifade edilir, kayıt altına alınırdı. İfadeler genelde güneş saati dilinden yazılırdı. Bunun yanında usturlap, Rubu’ tahtası ve su saati cinsinden de kayıtlar tutulurdu.

Güneş saati: Müslümanlar güneşi günlük, ayı ise aylık ve yıllık ibadetlerini düzenlemek için kullanırlar. Bu, Hazreti Allah’ın Müslümanlara bir lütfudur. Güneşin gökyüzündeki durumunu tanımlamada kullanılan aletlere güneş saati denir. Güneş saatleri dünyanın farklı coğrafyalarına yayılan Müslümanların ibadetlerini kolayca yapabilecekleri pratik bir alet olarak kullanılmıştır. Mekanik saatlerin kullanılmasından önce taşınabilir güneş saatleri kullanılıyordu. Bu saatlerde zamanın tayinini hesaplamak için bir çubuğun gölgesinden faydalanıyordu. Yatay, silindir ve ekinoksiyal diye tarif edilen farklı güneş saatleri vardı. Bu saatlerde çubuğun gösterdiği çizgi, gerçek güneş zamanını işaret ediyordu.

Usturlâb: Bu alet, esas itibarıyla gökyüzünün bir düzlem şeklinde panoramik olarak gösterilmesi esasına dayanır. Bir çeşit hareketli gök haritası diye tarif edilebilir. Usturlâbın üzerinde ibadet vakitlerini hesaplamada aracı olan güneş’in ve önemli bazı yıldızların konumları ile kullanım için yapılan tanımlar yazılıdır. Usturlâb; lineer, düzlemsel =(doğrusal) ve küresel olmak üzere üç sınıfa ayrılır. Usturlâb ile yer tayini, yıldızların yüksekliği, günün saati, matematik hesaplamaları, enlem dairesinin hesabı gibi birçok hesaplama yapılabilir.

Rubu’ tahtası: Şekli bir dairenin dörtte biri kadar tahtadan yapıldığı için bu ismi almıştır. “Osmanlı bilgisayarı” denilen bu alet yardımı ile gök cisimleri gözlenerek yükseklik açıları tespit edilebilirdi. Namaz vakitlerinin hesabında yükseklik çok önemlidir. Vakit hesaplamada Müslüman alimler bu noktayı çözerek bize büyük kolaylık sağladılar. Rubu’ tahtası üzerinde altı daire yayı bulunur. Bu yaylardan her biri öğleden evvel ve öğleden sonra farklı saatleri gösterir. Bu yaylara saat-i zamaniye denir. Bu çizime göre gece ve gündüz on iki kısma ayrılmıştır.

Muvakkithaneler: Namaz vakitlerinin güneşe göre hassas bir şekilde tayin edildiği, ayrıca kıble yönü ile hicri ay başlangıçlarının tespit edildiği yerlerdir. Muvakkithaneler ilk Emeviler döneminde ortaya çıkmış daha sonra zamanla kurumsallaşmışlardır. Kurumsallaşmanın zirve dönemi olan Osmanlı döneminde muvakkithanelere tayin edilecek kişilerde aranan özelliklere baktığımızda buraları daha iyi anlayabiliriz. Muvakkit İlm-i Nücum’a (astronomi) ait bilgilere vâkıf olmasının yanında İlm-i Mîkât (namaz vakitleri) ile ezan vakitlerini müezzinlere bildirecek, irtifa (yükseklik) alma fennini yapabilecek, muvakkithane saatlerinin doğruluğunu kontrol edecek, Cuma ve Bayram namazlarında müezzinlerle beraber mahfilde hazır bulunacak.

Müneccimbaşı ve ilk takvim hazırlığı

Günlük, aylık ve yıllık ibadetleri muntazaman bir araya getiren takvimler, Müslümanların kıymetini bilmeleri gereken çok büyük bir kolaylıktır. Şimdi evlerimize astığımız takvimler, aslında uzun bir yolculuk neticesine oraya geldi. Bu yolculukta Osmanlı Devleti’nin bir kurumu olan Müneccimbaşılığın önemli bir yeri vardır. Müneccimbaşı; Osmanlı Devleti’nde astronomi kurumunun başındaki kişi demektir. Ayrıca Müneccimbaşılar namaz vakitleri hakkında yazdıkları eserler ve düzenledikleri astronomik cetvellerle din ilimleri literatürüne çok önemli katkılar sağlamışlardır.
Zamanla tek bir cetvelde topladıkları bilgilerin şimdiki pratik takvimlere dönüşmesinin ilk adımı, nevruzdan nevruza yıllık olarak Padişah için özel hazırlanıp takdim edilen cetvellerdir. Bu cetveller gayet süslü olarak hazırlanır ve içinde hicri, rumi takvimin günleri ile mevsimler, yapılıp yapılmaması gereken işler yer alırdı. Hazırlanan cetveller matbaanın icadından sonra basılıp neşredilmeye başlanmıştır. O tarihlerde takvim neşretme imtiyazı müneccimbaşılara verilmişti.
Ayrıca İstanbul’da bulunan muvakkithanelerin idaresi müneccimbaşına bağlıydı. Oralara tayin edilecek muvakkitlerin yetişmesi ve imtihanlarını müneccimbaşı takip ederdi. Mekteb-i Fenni Nücûm gibi müneccimbaşına bağlı olarak müvakkit yetiştiren astronomi okulları da kurulmuştu. Son müneccimbaşı Hüseyin Hilmi Efendi’nin 1924′de vefatından sonra, yeni müneccimbaşı tayin
edilmedi. Bunun yerine aynı zamanda ressam olan meşhur muvakkit Ahmet Ziya Bey başmuvakkit olarak getirildi.
Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri de son Müneccimbaşı Hüseyin Hilmi Efendiden muvakkitlik dersi alan üç kişiden biridir. Ve Hüseyin Hilmi Efendinin hicri 1342 miladi 1924 senesi için hazırladığı takvimi Türkiye’de 1982 yılında kullanılan takvimin aynısıdır. Peki, namaz vakitleri nasıl hesaplanıyor da teknoloji gelişmesine rağmen namaz vakti hesaplamalarında dakika bile oynamıyor?

Namaz vakitleri nasıl hesaplanıyor?

Namaz vakitlerini hesaplamak, ilmi olduğundan fazla, dini bir meseledir. Bildirilmiş olan vakitleri hesap etmek doğrudur. Ancak hesap ile bulunan vakitler din âlimleri tarafından tasdik edilmesi şarttır. Biz Türkiye’de ve Dünya’da en fazla kullanılan takvimlerden olan Fazilet Takvimi’nin namaz vakitlerini hesaplama usulünü takip ettik. Fazilet Takvimi namaz vakitlerini dört hak mezhep -öncelikle hanefi mezhebi- imamlarının içtihatlarına dayandırmaktadır.
İçtihadın ehemmiyeti ve âlimlerin tasdikinin namaz vakitleri için neyi ifade ettiği Taşköprülüzade’nin Mevdû’at-ul-ulûm adlı eserinde şöyle izah edilmektedir: ” Namaz vakitlerini hesap etmek farz-ı kifayedir. Müslümanların namaz vakitlerinin başını ve sonunu güneşin hareketinden veya alimlerin tasdik ettiği takvimlerden almaları farzdır.” İbadetlerin vakitlerini tayin etmek astronomiden yardım almayı icap ettirirken, tayin edilen vakitlerin tasdiki ayet-i kerime, hadis-i şerif ve müctehidlerin içtihatlarının dairesinde olur. Bu daire de fıkıh alimleri tarafından çizilir.

Bir yerin namaz vakitlerinin doğru olarak hesaplanabilmesi için; küresel üçgen formüllerinin ve diğer astronomik formüllerin fıkhî esaslara tam olarak tatbiki gerekmektedir. Bunun için hesaplamalarda sadece “geometrik değer” sonuçları değil, fıkhî ölçülere uygun olan “görülen değer” sonuçları esas alınır. Çünkü geometrik değer ile hesaplamalar yapıldıktan sonra hakiki vakitler tespit edilir. Ancak bir namazın geometrik vakti ile şer’i vakti arasında bir temkin zamanı farkı vardır. Bu fark olmadan geometrik olarak vakit girse de şer’i olarak namaz vakti girmemiş olabilir. Buna en güzel misal güneş kırılmalarının çok görüldüğü yüksek boylamlardır. Şekil 1′de görülen fotoğrafta geometrik hesaplamaya göre güneş batmış olması gerekiyor. Ancak güneş batmamış gözüküyor. Çünkü burada yüksek oranda güneş kırılması var, hesaplamaya temkin ilave edilerek şer’i vaktin bulunması gerekiyor.

Temkin vakti nedir? Kullanılması zorunlu mu?

Çeşitli sebeplerden dolayı astronomik değerlerin gerçek değer yerine namaz vakti yerine kullanılamayacağını anlattık. Bunun yerine namaz vakitlerinin hakiki değerlerini koruyabilmek için İslâm âlimleri bazı zarurî tedbirler almışlardır. Geometrik değerlerin yine astronomi otoriteleri tarafından yaygın kabul gören ilmî teoriler, kurallar ve metotlar çerçevesinde düzeltmeler zaruri tedbirleri oluşturdu. İşte bu tedbirler sonrasında ortaya çıkan hakiki değerleri elde etmek için yapılan düzeltmelere “Temkin” adı verilmektedir.
Temkin, daha ihtiyatlı olmak için yapılmış bir düzeltme değil, fıkhî olarak yapılması zarûrî bir düzeltmedir. Bu düzeltmelerden sonra ortaya çıkan değerler fıkhî ölçülere uygun hale gelir. Binaenaleyh temkinsiz vakitlerin kullanılması sakıncalıdır.

Temkin hususu önemli olduğu için burada beş madde ile izah etmeye çalışalım. Ancak bu hususta tafsilatlı malumat edinmek isteyenler için Tahtavî’nin “Merâkıl-Felah”, Ahmet Ziya Bey’in “Rub’ı Dâiresi”, Kedûsî’nin “İrtifa Risalesi” ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın “Riyâz-ul-muhtar” gibi eserlere ulaşarak incelemelerini tavsiye ediyoruz. 

• Temkin vakti hesaplanırken dört hususa dikkat edilir. Güneşin yarıçapı (Nısf kutr-i şems), Güneş ışınlarının kırılması (inkısar-ı şuâ), bulunulan yerin yüksekliği (inhitât-ı ufuk) ve bulunan yerin güneşe göre paralaks (açı) (ihtilaf-ı manzar). Bu dört fiziki unsurdan ilk üçü toplanarak dördüncüsünden çıkarılarak elde edilen değere temkin deniliyor.

•    Bir şehirde, muhtelif yükseklikler için, bir namazın muhtelif vakitleri olur. Hâlbuki bir şehirde, bir namazın tek bir vakti vardır. Bundan dolayı, namaz vakitleri için zâhirî ufuk (görünen ufuk) hatları kullanılamaz. Yükseklik ile değişmeyen (Şer’î ufuk) hattından olan şer’î irtifâ’ kullanılır.

•    Güneşin şer’î ufukdan geçmesi, hakîkî ufukdan geçmesinden evvel olan, zevâlden evvelki vakitler için, hesab ile bulunan hakiki vakitten temkin çıkarılınca, doğru vakit olan şer’î vakit bulunur. İmsâk ve tulû’ (güneşin doğuşu) vakitleri böyledir. “Temkin Müddeti”, imsâk ve güneşin doğuşu vakilerinden çıkarılır, diğer vakitlere ise ilâve edilir.
 
•    Bir şehrin temkin zamanı, enlem derecesi ve güne göre değişiklik göstermektedir. Bir şehrin temkin miktarı her gün ve her saat aynı değil ise de her şehir için ortalama bir temkin zamanı vardır.

•    Maarif nezaretinin 1898 yılında imsak vakitleriyle ilgili yayınladığı “Muhtasar ilm-i heyet” isimli kitapta temkin şöyle anlatılmıştır: “-17 derece üzerine İşâ-i Evvel, -19 derece üzerine de vakt-i fecir ve İşâ-i Sâni hesap edilir. Fecirden temkin tarh olunmakla imsak bulunur.
Burada hemen sabah ve yatsı vaktini hesaplamak için baz alınan 17 ve 19 dereceleri bahsine geçelim.

Vakit hesaplamada 1719 dereceler neyi ifade ediyor?

Namaz vakitlerini hesaplamanın teknoloji ile bağlantısı fazla abartılıyor. Peygamber Efendimiz’in gösterdiği usulle teknoloji imkânları kullanılmadan bile namaz vakitleri bilinebilir. Hazreti Allah hikmeti gereği namaz vakitlerini kolay şeylerle kayıtlamıştır. Ancak vakitlerin sınırları, dakika dakika milimetrik hesaplamalar söz konusu olduğunda teknoloji bir nebze olsun devreye giriyor.
Teknolojinin devre girmesiyle rasathanelerde hesaplamalar yapıldı. Bu hesaplamalar sonunda yatsı ve sabah namazı vakitlerinin hesabında kullanılan güneşin irtifası (yükseklik), küresel trigonometrinin işin içine dahil edilmesiyle derecelerle ifade edilmeye başlandı. Yapılan hesaplamalarda âlimler, sabah namazı vaktinin girişinin, yani fecrin doğuşunun, güneşin ufkun 19 derece altına geldiği an olduğunu hesaplayıp bu açıyı esas aldılar. Vakitlerin usturlap, rubu tahtası gibi aletler kullanarak hesap yöntemi ile tayinin yaygın olduğu dönemlerde sabah vakti girişi 19 derece irtifa açısı, yatsı vakti girişi ise 17 derece irtifa açısı kabul edilmişti.
Sonraki tarihlerde özellikle batıda yapılan astronomik ölçümlerde, alaca karanlığın 12 ila 18 dereceler arasında oluştuğu tespit edilmiş ve bazı yerlerde 18 derece imsak açısı
olarak kabul edilmeye başladı. 1982 yılında diyanet takvimlerinde de imsak vakti 18 derece esas alınarak hazırlanmaya başlandı. Güneşin batmasından, ufkun 19 derece altına gelmesine kadar geçen süre dünyanın her yerinde aynı olmaz. Bu süre mesela Türkiye ile Almanya arasında birkaç saat farkına kadar çıkabilir.
Esasında uygulama aşamasında bir derecelik açının önemi yok gibi görünebilir. Ancak birkaç nokta, Müslüman âlimlerin 19 derecelik açıyı kabul etmelerindeki hassasiyeti göstermektedir. Özellikle günümüzde yoğun günlük meşakkatler içerisinde Müslümanların sınırlara yaklaşma istekleri, namazların vaktinin dışında kılınma tehlikesiyle karşı karşıya getirmiştir. İmsak ve yatsıdaki astronomik şartlar aynı olmayışı, imsak vaktinde karanlığa alışmış bir gözün ilk ışığı tespiti ile akşam aydınlığa adapte olmuş bir gözün son ışığı tespitinden daha kolay olması, aynı derecenin hem imsak hem de yatısı için kullanılmasını zorlaştırmaktadır. Bir de imsak vaktinde nem, sis ve sıcaklık değerleri, yatsı vaktinin şartlarından farklıdır. Son olarak imsak ve yatsı vakitlerindeki alacakaranlığın, ufuk hizasında farklı konumlarda oluşması ve böylece farklı yeryüzü şekillerine ait atmosfer tabakalarının ışığı farklı kırması ve farklı konumlardaki irtifaların aynı olmaması hassasiyetleri arttıran sebepler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Zaten meseleye son noktayı 1958 yılında, Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan namaz vakitlerinin yanlış olduğunu yazan bir köşe yazarına verilen cevap koyuyor. “İmsak vaktine gelince; Yazınızda, ‘gerek İngilizler, gerek Amerikalılar, gerek Fransızlar bu vakti güneşin 18 derece ufkun altında bulunduğu zaman olarak kabul etmişlerdir.’ diyorsunuz. Acaba Hıristiyan olan bu üç millettin imsak vaktinde hangi ibadetleri var ki imsak vakti için böyle bir dereceyi esas olarak kabul etsinler. Böyle yapmış olsalar dahi, İslam hey’etşinasları tarafından mezkûr vakit İslamî kaidelere göre takdir edilmişken bu hususta yabancılara uymak mecburiyeti nereden çıkıyor”?
1958 yılındaki Diyanet İşlerinin verdiği cevap aslında astronomik tan ve fecri sadık ilişkisini sorguluyor. Astronotlar için 18 derece önemli namaz vakitleri de bu 18 dereceye yakın, burada astronomik tan olan 18 derece, fecri sadık kabul edilebilir mi sorusu ortaya çıkıyor.

Astronomik tan, fecr-i sadık kabul edilebilir mi?

Astronomik tan dıldız gözlemleri için kullanılnı, Yıldız gözlemleri güneş battıktan sonra tan yeri ağarıp aydınlığın vuku bulmasına kadar devam eder. Astronomik tan açısının hesaplanabilmesi için güneşin batma anı ile güneşin doğmaya başlama anı önemlidir. Bu iki vakit “astronomik tan” diye bilinir. Aslında astronomide üç tan vardır. Bunlar güneşin ufkun 18 derece altında olduğu zamana astronomik tan, güneşin ufkun 12 derece altında olduğu zamana denizci tanı ve güneşin ufkun 6 derece altında olduğu zamana ise sivil tan denilmektedir.
Fecr-i sadık ise fıkhi olarak gecenin bitip gündüzün başlamasıdır. Sabah namazı vakti ile orucun başlangıcı fecr-i sadıkta olur. Yalnız burada fecr’in birinci fecr (kazıb) ve ikinci fecr (sadık) diye iki defa vuku bulduğunu hatırlamak gerekir. Birinci fecirde güneş ışınları ufukta kısa bir süre görünüp kaybolur. Asıl fecr ise bu kaybolmadan sonra vuku bulur. İkinci fecirde artık güneş ışınları bir gün boyunca kaybolmamak üzere gelir. Bu meselede ise bizce astronomi mütehassısı Ahmet Ziya Bey son noktayı şöyle koyuyor: “Avrupalılar fecr-i sâdıkın başlaması olarak, ufuk üzerinde beyazlığın tamamen yayıldığı vakti hesap alıyorlar. Bunun için fecir hesaplarında, güneşin irtifâ’ını -18 derece alıyorlar. Biz ise ufuk üzerinde beyazlığın ilk görüldüğü vakti hesap ediyoruz. Bunun için de şemsin irtifâ’ının -19 derece olduğu vakti buluyoruz. Çünkü İslam alimleri, imsak vaktinin beyazlığın ufk-ı zâhirî üzerinde yayıldığı vakit değil, beyazlığın ufuk üzerinde ilk görüldüğü vakit olduğunu bildirdiler.

Beş vakit namazın vakti ve mekruh vakitler

Beş vakit namazın tam vakitleri ve namaz kılmanın tahrimen mekruh olduğu zaman dilimleri Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifleriyle sabittir. “Üç vakit vardır ki, Allah Resûlü (s.a.v) bizi o vakitlerde hem namaz kılmaktan, hem de ölülerimizi gömmekten alıkoyuyordu: Güneş doğmaya başlayıp bir mızrak yükselenene kadar, zeval vakti güneş gök ortasından sapana kadar, güneş batmaya yönelip iyice batana kadar.” (Kütüb-i Sitte) Ukbe Bin Amir (R.A)’ın Efendimiz’den rivayet ettiği bu hadis-i şerife dayanarak mekruh vakitler, işrak, istiva ve isfirar adıyla zikredilmiştir.
Câbir bin Abdullah ile İbn-i Abbâs ve Ebû Hüreyre (r.anhüm)’den rivâyet edilen hadîs-i şerîfte ise Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz namaz vakitleriyle alakalı şöyle buyurmuşlardır:
“Cibril (a.s.) bana iki defa (yani iki gün) Beyt-i Muazzam’ın yanında imam oldu. İlk def’a güneşin gölgesi bir nalın tasması kadar uzadığında bana öğle, her şeyin gölgesi birer misli uzadığında ikindi, oruçlu orucunu açtığı vakitte akşam, şafak kaybolduğunda yatsı, oruçluya yemek-içmek haram olduğu vakitte sabah namazını kıldırdı. Ertesi gün öğle namazını her şeyin gölgesi bir misli, ikindi namazını iki misli olduğu, akşam namazını oruçlu iftar ettiği zamanda, yatsı namazını, gecenin sülüsüne (son üçtebir) doğru, sabah namazını da ortalık iyice aydınlandığı vakitte kıldırdı. Sonra da bana döndü ve: ‘Yâ Muhammed, bu, senden evvelki peygamberin vaktidir. Namaz vakti işte bu ikişer vakitler arasındadır’ dedi.”

Öğle namazının vakti

Cebrâil aleyhisselâm’ın namaz vakitlerini bildirmek için Mîrac Gecesi’nin hemen akabindeki günde vukû bulmuş ve ilk kıldırdığı namaz salât-ı zuhur (öğle namazı) olduğundan bu namaza, salât-ı ûlâ (birinci namaz) denilmiştir. Astronomi bakımından da öğle namazının vakti diğer vakitlerin mebdei; başlangıcı olmuştur. İlk olarak öğle namazının vakti hesap edilir, diğer vakitlerin hesabı ondan sonra ve ona istinaden yapılabilmektedir.
Gündüzün tam ortasında güneşin en yükseğe çıktığı noktadan alçalmaya başladığı zaman -ki, buna zevâl vakti denir- öğle namazı vakti başlar ve ikindi namazının vaktine kadar devam eder. İkindi namazının birinci ve ikinci ikindi olmak üzere iki vakti vardır.

İkindi namazının vakti

Güneş gündüz en yüksek noktaya çıktığı anda, Nısfü’n-Nehâr Kavsi (yani, bulunulan yerin meridyeni) üzerindedir ve bu anda her şeyin gölgesi en kısadır. Her şeyin gölgesinin en kısa olduğu bu zamana “Fey’-i zevâl” denilir.
Bir cismin fey’-i zevâldeki gölgesine o cismin boyu kadar daha gölge ilave olduğunda, yani cismin gölgesi bir misli kadar uzunluğa ulaştığında, ikindi namazının birinci vakti girmiş olur. Buna “asr-ı evvel” denir ve bu imâmeyn kavlidir. Cismin boyu iki misli kadar olduğunda ikindi namazının ikinci vakti girmiş olur ki buna “asr-ı sânî” denir ve bu İmâm-ı A’zam’ın kavlidir. Bir kimse öğle namazını birinci ikindi vaktinden on dakika evveline kadar kılamaz ise, ikinci ikindi vaktine on dakika kalıncaya kadar kılabilir ve ikindi namazını da ikinci ikindi vakti girdikten sonra kılar. Asırlarca uygulanan müftâbih görüş (kendisiyle fetva verilen) ve mâ’mûlünbih (kendisiyle amel edilmiş) olan birinci ikindi, yani asr-ı evvel kullanılmıştır.
Akşam namazının vakti
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve İmam Ahmed bin Hanbel rahimehümullah indinde, güneş ufuktan battıktan sonra güneşin merkezi, ufuktan bir derece aşağı indiğinde akşam namazı vakti girer. Akşam namazının son vakti ihtilâflı olduğundan ihtiyâten yatsı vaktinden 15-20 dakika evvel bitirilmiş olmalıdır. Bununla beraber sıkışık durumlarda, yatsı namazının vakti girinceye kadar da akşam namazı edâ edilir, kazaya bırakılmaz.

Yatsı namazının vakti

Güneş battıktan sonra, ufkun altında alçalmaya devam eder. Bu arada batı ufku bir süre kızıl bir renk alır, ardından da kısa süreli bir beyazlık devam eder. Güneş battıktan sonra ve doğmadan önce gökyüzünde güneş ışınları atmosfer içinde kırılma ve dağılmaya uğrar. Modern astronomi cihazlarıyla yapılan ölçümlere göre de bu hâdise, güneş battıktan sonra güneşin ufuktan -17 derece alçalmasına kadar devam eder. Bu andan itibaren güneş ışınları atmosfere giremez, gözden kaybolur ve gece başlar. İslâm âlim ve râsıdlarına göre; akşamleyin güneş ufuktan -17 derece aşağı indiği zaman ufuktaki kızıllık kaybolur, bu vakit, yatsının başlangıcıdır.

Sabah namazının vakti

Gece yarısı güneş, en aşağı noktaya indikten sonra tekrar yükselmeye devam eder ve ufuktan -19 dereceye geldiğinde bu sefer doğu ufkunda tan hâdisesi (fecr) meydana gelir. “Fecr-i sâdık” başlar ve gece nihayet bulur. Bu anda ise kızıllıktan evvelki beyazlık başlar, fecr-i sâdık doğar; bu an imsâk vaktidir. Güneş ufuktan doğmadan evvel, güneşin merkezi ufka 1 derece yaklaştığı anda sabah namazının vakti biter ve güneş doğar.

Son olarak

Tatbik edilen bu hesaplama ve temkinlere göre; öğle, ikindi ve yatsı namazı vakitlerine 10′ar dakika, akşam namazı vaktine 7 dakika ilâve edilmiş; imsaktan 10 dakika, güneşin doğuşundan da 5 dakika çıkarılmıştır. Ancak bunlar teknik değerlerdir.
Bu sebeple Müslümanların, vakitlere titizlik göstermeleri, namazlarını vaktin sonuna kadar geciktirmemeleri, özellikle oruca başlarken ve imsak vakitlerini kullanırken daha dikkatli olmaları icap eder. Sabah namazını ise imsak vaktinden en az 15-20 dakika sonra kılmalarını tavsiye ediyoruz. Daha erken kılınması isabetli olmaz.
Vakit namazın farzı olduğu için, hesaba katılamayan hassasiyetlerin vakitlere tam uygulanamama ihtimali vardır. Böyle bir tehlikenin oluşmaması ve hesaplanamayan kaymaların olabileceği de göz önüne alınıp hataya düşmemek için, ihtiyatı elden bırakmamak gerekiyor.

Kaynaklar:
•    http://www.fazilettakvimi.com/tr/muhim_aciklamalar.html
•    Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1991
•    İslam Ansiklopedisi
•    Türkiye Takvimi, “Namaz vakitleri hakkında hazırlanan rapor” İstanbul Mayıs 2003.
•    Lütfi Göker, Uluğ Bey Rasathanesi ve Medresesi, MEB, İstanbul1995.
•    Muammer Dizer, Rubu Tahtası, Boğaziçi Üniversitesi İstanbul 1987.
•    Muammer Dizer, Astronomi Hazineleri, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul 1986
İnsan ve Hayat Dergisi

PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V.) MERHAMETİ




Hadîs-i Şerîf: “Rabbinin (hesap için huzuruna çıkacağı) makamından korkan kimseye iki cennet (biri Adin, biri Naîm) vardır.” (Rahmân Sûresi, âyet 46)
Hicrî: 7 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim



PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V.) MERHAMETİ


Hz. Enes (r.a.) buyurdular:

“Resûlullâh'ın (s.a.v.) kokusundan daha güzel ne bir anber, ne bir misk, ne de başka bir koku kokladım. Resûlullâh'ın (s.a.v.) mübarek teninden daha yumuşak ne bir atlasa, ne de bir ipeğe dokundum.” dedi.
Sâbit (r.a.) “Yâ Enes, sen sanki Resûlullâh'a (s.a.v.) bakıyormuş ve mübarek sesini işitiyormuş gibisin” dedi.
Hz. Enes (r.a.) şöyle dedi: “Evet; görüyor ve işitiyorum. Vallahi kıyâmet günü ona kavuşmayı umuyorum. O zaman 'Yâ Resûlâllah! Küçük hizmetçin geldi!' diyeceğim.”
Sonra şöyle dedi: “Peygamber Efendimiz'e (s.a.v.) Medine’de on sene hizmet ettim. Ben o zaman küçük çocuktum. Her yaptığım iş, Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) olmasını arzu ettiği gibi değildi. Bana yaptığım bir işten dolayı “üf” bile demedi, 'Bunu niçin yaptın, bunu niçin şöyle yapmadın.' diyerek hiç azarlamadı.”


“RABBİNİN MAKAMINDAN KORKANA İKİ CENNET VARDIR”

Hz. Ömer'in halifeliği zamanında mescide ve ibadete devam eden bir genç vardı. Bir kız ona âşık oldu. O da ona âşık olmuştu. Tenha bir yerde kız yanına geldi, konuştular. Genç ona meylettiği sırada Allah korkusundan hıçkırıklarla bayılıverdi.
O gencin amcası geldi ve onu kucaklayıp evine götürdü. Kendine gelince amcasına, “Ey amca! Hz. Ömer'e git, benden kendisine selâm söyle ve 'Rabbinin hesap için huzuruna çıkacağı makamından korkan kimseye mükâfat olarak ne vardır?' diye sor.” dedi. Bunun üzerine amcası gitti ve Hz. Ömer'e olanı anlattı. Bu sırada genç tekrar bir hıçkırıkla vefat etmişti.
Hz. Ömer bu olanları öğrenince gencin yanına vardı ve: “Sana iki cennet vardır, sana iki cennet vardır.” buyurdu.
Hicrî: 7 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim



18 Ocak 2013 Cuma

CUMA NAMAZI




Hadîs-i Şerîf: “Her cuma günü bana çok salevât okuyunuz. Çünkü ümmetimin salevâtı bana cuma günü arz olunur. Derece bakımından bana en yakın olan, bana en çok salevât okuyandır.” (Hadîs-i Şerîf, Beyhakî, Sünen-i Kübrâ)
Hicrî: 6 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim

CUMA NAMAZI

Cuma, Müslümanlarca bir bayram günüdür. Bu mübarek günde Müslümanlığın varlığı, birliği, güzellikleri tecelli eder.
Bu hayırlı günde mükellef olan Müslümanlar, cami ve mescidlerde toplanırlar, hutbeleri dinleyerek faydalanırlar. Hep birlikte cuma namazını kılarlar, sonra ya başka ibadetlerle meşgul olur veya birbirini ziyaret ederler yahut kendi işlerine dönerler.
Bir hadîs-i şerîfte buyruluyor ki:

“Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün cuma günüdür. Âdem aleyhisselam o gün yaratılmış, o gün cennete konulmuş, o gün cennetten çıkarılmıştır. Kıyâmet de ancak cuma gününde kopacaktır.”
Bütün bu hâdiselerde ise birçok hayırlar, hikmetler bulunmaktadır.

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi vesellem) Efendimiz, hicretleri esnasında Medine-i Münevvere'ye yakın bulunan  “Sâlim ibn-i Avf” yurdunda “Rânuna” denilen vadide “Benî Sâlim” mescidinde ilk 
 Cuma hutbesini okumuş, ilk cuma namazını kıldırmıştır.

Cuma namazının vakti tam öğle namazının vaktidir. cuma namazı için öğle vaktinde ezan okunur.
Evvelâ, tam öğle namazının ilk sünneti gibi dört rek’ât cumanın ilk sünneti kılınır.
Sonra cami-i şerîf içinde bir ezan daha okunup minberde cemaata karşı hutbe okunur.
Bu hutbeden sonra kamet okunup cumanın iki rekât farzı cemaatle kılınır. İmam cehren (sesli) okur.
Bu farzdan sonra da yine öğlenin ilk dört rekât sünneti gibi cumanın son dört rek’at sünneti kılınır.
Bundan sonra da “Zuhr-i âhir” adıyla dört rek’ât daha namaz kılınır.
Bundan sonra da vaktin sünneti niyetiyle tam sabah namazının sünneti gibi iki rek’at daha kılınır. Tesbih ve dua ile namaz tamamlanır.  
Hicrî: 6 Rebîulevvel 1434   •Fazilet Takvim