Süleyman
Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri (K.S)
(1888 –
1959)
SÜLEYMAN
HİLMİ TUNAHAN (K.S.)
Ebu’l-Fârûk Süleyman Hilmi
Tunahan (K.S.) Hazretleri, yakın tarihimizde, zamanının İslâmî ilimlerini tahsil
ederek, ilimde en ileri noktaya varmış; müderris, dersiâm, hukûkçu, hadîs ve
tefsîrde mütehassıs bir İslâm âlimi, tasavvufta Nakşibendî silsilesinin 32.
halkası Buhâralı Salâhuddin İbn-i Mevlânâ Sirâcüddin Hazretleri’nin en büyük
halîfesi, vekîli, bu silsilenin 33. ve son halkasıdır.
ŞECERESİ
Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.)
Efendi Hazretleri, Rûmî 1304 (Mîlâdî 1888) yılında -bugün Bulgaristan sınırları
içinde kalan- Silistre’nin, Hezargrad kasabasının, Ferhatlar köyünde dünyaya
gelmiştir. Pederi, tahsilini İstanbul’da tamamlamış, Satırlı Medresesin’de
yıllarca müderrislik yapmış, Hocazâde Osman Efendi’dir.
Osman Efendi, gençlik
yıllarında İstanbul’da tahsilde iken bir rüya görür. Rüyâsında vücûdundan kopan
bir parça gökyüzüne yükselmiş, oradan dünyaya ışık saçmakta… Osman Efendi, bu
rüyayı kendi sulbünden dünyaya gelecek hayırlı bir evlat mânâsına yorar ve
Silistre’ye döndüğünde evlenir. Dünyaya gelecek çocuklarından hangisinin rüyâda
gördüğü, ışık saçan evlada uygun düşeceğini takibe başlar.
Fehim, Süleyman Hilmi,
İbrahim, Halil isimli dört erkek ve Zâhide isminde bir kız evladı dünyaya
gelir.
Bu çocuklarının içinden
Süleyman Hilmi dünyaya gelip de, yetişmeye başlayınca, tespit ettiği alâmetlere
göre bütün ümidini ona bağlar. O kadar ki; Süleyman Efendi Silistre’de Satırlı
Medresesi’nin ilk sınıflarında iken, babasının huzûruna her çıkışında onun
ihtirâmla ayağa kalktığına ve “Buyurun Süleyman Efendi oğlum…” diye fevkalâde
bir iltifat ve alâka gösterdiğine şâhit olur.
Süleyman Efendi, bu halden o
kadar mahcûptur ki, babasının huzûruna girmek için, onun başını eğerek kitap
okuduğu, mangala cezve sürdüğü veya başka bir işle meşgul bulunduğu
anları seçer olmuştur.
Süleyman Efendi Hazretleri’nin
dedeleri, Kaymak Hâfız diye tanınan Mahmut Efendi isimli bir zât olup, 110
yaşlarına doğru vefat etmiştir. Büyük dedeleri, Seyyid İdris Bey’dir. İdris
Bey, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından Tuna hânı nasbedilmiş ve kendisine kız
kardeşi tezvic edilmiş bir zâttır.
Fâtih
Sultan Mehmed Hazretleri padişahlığı zamanında, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e
olan sevgilerinden dolayı “Yeryüzünde evlâd-ı Resûlden kimler kaldı” diye
araştırmış, şeceresine hiç şâibe ve şüphe karışmamış olduğunu tespit ettiği
Seyyid İdris Bey’i bulmuş ve kızkardeşi ile evlendirerek, Tuna havalisine hân
tâyin etmiş; o bölgenin vergi ve sair mükellefiyetlerini tedvir için
vazifelendirmiştir. Bu vazife, Süleyman Efendi’nin babası Osman Efendi’ye kadar
devam etmiştir.
Süleyman Efendi Hazretleri’nin
şeceresi, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in pâk nesline dayanmaktadır. Pederleri
tarafından Hz. Hüseyin (r.a.)’a nisbeti olup “Seyyid”, anneleri
cihetinden Hz. Hasan (r.a.)’a nisbetleri bulunmakla “Şerîf”tirler.
Süleyman Efendi, ilk
tahsilini, babası Osman Efendi’nin de müderris olarak vazife yaptığı Satırlı
Medresesi’nde yapmıştı.
Daha sonraları pederleri
tarafından yüksek tahsil için İstanbul’a gönderildi.
Osman Efendi, oğlunu
İstanbul’a gönderirken şu tavsiyelerde bulundu:
“Oğlum, Usûl-ı Fıkıh ilmine
iyi çalışırsan, dininde kuvvetli olursun. Mantık ilmine iyi çalışırsan, ilminde
kuvvetli olursun.”
Süleyman
Efendi, İstanbul Fâtih Medreseleri’ne geldiklerinde, medresede yer kalmamıştı.
Bu sebeple, bazı ilim âşığı talebeler yer olmadığından bodrumda yatıp
kalkıyorlardı. Süleyman Efendi de bir müddet orada kaldılar. İmkân olmadığı
için çok zor şartlar altında, mum ışığında ders çalıştılar. (Son devrin
İslâm âlimlerinden Mahmud Esad Efendi de o bodrumda kalanlardandır).
Süleyman Efendi, Fâtih
Câmii’nde ders vermekte olan Bafralı Ahmed Hamdi Efendi’nin rahle-i tedrîsinde
derslere başladı. Dersleri, sesleri yankılandırmadığından minber karşısındaki
mahfelin alt kısmında okurlardı.
Bafralı Ahmed Hamdi Efendi,
onun aklını ve derslerini öğrenme husûsundaki kâbiliyetini takdir ediyor;
medrese muhîtinde ise, onun hakkında “Zeki çocuk, yetişirse iyi bir âlim
olacak” diye bahsediliyordu. Nitekim kısa zamanda yüksek zekâ, çalışkanlık ve
takvâsıyla bütün hocalarının dikkat nazarlarını üzerine çekti.
İlim tahsili husûsunda
irâdelerini o derece zorluyorlardı ki; okuduğu kitapların sahifeleri üzerine
burunlarından kan damlıyor, gözleri uykusuzluktan âdetâ kan çanağı haline
geliyordu.
Soğuk kış günlerinde
pencereden uzanarak aldıkları bir parça karı avuçları içinde sıkıp ve enseleri
ile gömleklerinin yakaları arasına koyuyor, kar parçasının vücût harâretinde
yavaş yavaş erimesi neticesinde sırtlarından aşağı inen ince su yolu daima uyanık
bulunmalarını temin ediyordu.
1913 yılına kadar
Bafralı Hamdi Efendi’nin yanında âlet ilimleri tâbir edilen sarf, nahiv,
belâgat, mantık, vaz’, cedel ve münâzara gibi ilimleri ve âlî (yüksek) ilimler
denilen fıkıh, kelâm, hadis, tefsir ve usûl-i fıkıh, usûl-i hadîs, usûl-i
tefsir gibi ilimleri tamamlayarak icâzet aldı.
1913 yılında,
Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medreseleri, Kısm-ı Âli’sine girdi. Ancak diğer
talebeler gibi birinci sınıftan değil, doğrudan üçüncü sınıftan başladı.
1915’te 3. Sınıfın birinci
şubesini 90 üzerinden 88 puanla birinci,
1916’da 4. Sınıfı 80 üzerinden
76 puanla beşinci olarak bitirdi. 1916 yılında ilim silsilesinden gelme bir
dersiâmdan icâzetli oldu. Artık O, zamanının en yüksek medresesinden
mezûn bir din âlimi idi.
30 Eylül 1916’da ihtisâs
(doktora) yapmak ve dersiam (Profesör) olarak yetişmek üzere Süleymaniye
Medresesi’ne bağlı Medresetü’l-Mütehassisîn’e kaydoldu.Bu medresenin ilk iki
yılını tam bir muvaffakiyetle tamamlayarak Eylül 1918’de kendisine, 20
kişi ile birlikte, İstanbul Müderrisliği Ruûsluğu (akademik bir kariyer)
verildi.
Ayrıca Süleymaniye
Medresesi’ne girmeden önce Medresetü’l-Kuzât’ın (Hukûk Fakültesi) giriş
imtihanını birincilikle kazanmıştı. Bunu büyük bir sevinçle pederi Osman
Efendiye mektupla bildirdi, ancak ondan şu cevabî telgrafı aldı: “Süleyman!
Ben seni İstanbul’a, cehenneme gitmen için göndermedim”. Osman Efendi bu
ikazlarıyla, “Üç kâdıdan ikisi cehennemdedir” meâlindeki hadîs-i şerîfi
hatırlatıyordu.
Süleyman Efendi, babasına
verdiği cevapta; maksadının hâkimlik mesleğine geçmek olmayıp, devrin
bütün zâhirî din ilimlerinde kemâle ermek olduğunu bildirdi. (Nitekim
ileride Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’ne hâkim olarak tâyin edilecek ve bu
mesleğe tâlip olmadığını bildirerek, kadılığı reddecektir).
Süleymaniye Medresesi’nin
“tefsir-hadis” kısmından icâzetini alıp dersiâm olduğu gibi,
Medresetü’l-Kuzât’dan da diplomasını iyi derece ile alıp kâdılık (hâkimlik)
rütbesine ulaştı. Böylelikle devrinin aklî ve naklî ilimlerinde en yüksek
dereceyi ihrâz etti.
1 Haziran 1920 tarihinde
dersiâm olarak vazifeye başladı. Bu onun ilk memuriyeti idi. 27 Nisan 1921
tarihine kadar dersiâmlığa devam etti.
1922 tarihinde Dâr’ul-Hilâfet’il-Aliyye
Medresesi’nin birinci kısmında Türkçe müderrisliği vazifesine başladı.
29 Mart 1923 tarihinde
Dâr’ul-Hilâfet’il-Aliyye Medresesi İbtidâ-i Hâric Kısmı, Sarf-ı Arabî Müderrisliği’ne
tâyin olundu.
25
Eylül 1923 tarihinde tekrar Türkçe Müderrisliği’ne tâyin olundu.
3 Mart 1924 tarihinde Tevhîd-i
Tedrîsât Kanunu çıkınca medreseler, önce Maârif Nezareti’ne (Milli Eğitim
Bakanlığı) bağlandı ve bilâhare tamamen ilga olundu. Süleyman Efendi
Hazretleri’nin vazife yaptığı İbtidâ-i Hâric Medreseleri ise, İmam Hatip
mektebine tahvîl edildi. Süleyman Efendi bu okulun eğitim kadrosuna
alındı ise de, dersiâmlık uhdesinde kalmak şartı ile müderrislikten kendi
isteği ile ayrıldı
1924 yılında kabul edilen
Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile medreseler ve diğer dînî eğitim müesseselerinin
kapatılmasına karar verilmişti. Böylelikle dinin klasik medrese usûlüne uygun
olarak okutulması yasaklanmıştı.
Süleyman Efendi Hazretleri bu
vaziyet karşısında büyük bir azim ve gayretle usûlüne uygun olarak aynı
tedrîsâtı devam ettirmek istemiş ve bu hususta çareler aramaya başlamıştı.
Müderrisler cemiyetinin lağv ve fesh edilmesine dair gelen emir üzerine de bir
toplantı yapılmıştı. 520 kadar dersiâmın bulunduğu o toplantıda söz alarak
şunları söyledi:
“Arkadaşlar, medreseler
lağvedildi. Bu vaziyet karşısında milletin dini ne olacak? Buradan dağılmadan
aramızda bir karar alalım. Biz 520 dersiâmız, her birimiz memleketin bir
köşesinden gelmişiz. Bizler ilim adamları olarak, bu milletin dînî ihtiyacını
daha 50 yıl karşılarız.
Memleketlerimize dönünce
ikişer talebe bularak, onlara Allah’ın ilmini okutup, dinini belletecek
olursak, bu talebeler, 50 sene daha bu milletin dinine kâfî gelirler. Zaten her
yüz senenin başında Allah-ü zû’lcelâl’in bir müceddid göndereceği,
hadis-i şerîfle haber verilmiştir. Bunu yapmazsak huzûr-i ilâhîde yakamızı
mesûliyetten kurtaramayız.”
O, bu sözleriyle kapatılmış
olan medreseleri fiilen açık tutmanın çarelerini arıyordu. Süleyman Efendi’nin
bu teklifinden sonra bazı dersiâmlar söz alıp dediler ki:
“Çok doğru söylüyorsun
Süleyman Efendi; ancak, Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu yürürlüğe girdi. Ortalık
toz-duman, hayatlarımız tehlikede, bu vaziyet karşısında tekliflerinizi tatbik
etmek mümkün olmasa gerek!” Bunun üzerine tekrar söz alan Süleyman Efendi
Hazretleri:
“Arkadaşlar, Tevhîd-i
Tedrîsât Kanunu cemiyet hâlinde tedrîsât yapmayı yasaklıyor, bir iki kişiyi
yasaklamıyor. Çünkü bir-iki de cem’iyyet yoktur. Ben de size, bir iki kişi
okutalım diyorum” dedi. Bunun üzerine bazı müderrisler mahkeme ve hapse
düşmekten korktular: “Bu şiddet zamanında bunu da yapamayız” dediler.
Bu
defa Süleyman Efendi Hazretleri, dinî tedrisat vazifesini fahriyyen
(maaşsız-ücretsiz) yapmağa hazır olduklarını bildirmek üzere, zamanın
hükümetine, (TBMM Başkanlığına) bir telgrafla mürâcaatta bulunmayı teklif etti.
Ancak, zamanın idaresi tarafından İslâmi faaliyetlere menfi nazarlarla
bakıldığını iyi bilen dersiâmlardan bir çokları, böyle bir teklifi de
benimsemediler.
Süleyman Efendi de bu
teşebbüsün, o günün şartları içinde müsbet karşılanmayacağını çok iyi
biliyordu. Ne var ki O, yarın âhirette ellerinde bir belge bulunmasını, bu
belgenin belki de bir çok dersiâm için ”Yâ Rabbi! biz senin dinini okutmak
istedik, ama imkân bulamadık” kabilinden bir vesîle-i necât olabileceğini
düşünüyordu.
Uzun müzakerelerden sonra
neticede bir kısım dersiâmlar şu meâlde telgraf çekilmesinde mutâbık kaldılar.
“… biz, aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiâmlar, hükümetimizin harb-ı
umûmi gibi büyük bir felaketten çıkması dolayısı ile mâlî müzâyaka içinde
bulunduğunu dikkate alarak, dinî ilimleri fahriyyen okutmaya hazır olduğumuzu
bildirir….” Bu telgrafa gelen cevap: “… Memlekette Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu
yürürlüktedir, hilâfına hareket şiddetle cezâyı müstelzimdir” diyordu.
Cevap çok açık ve kesindi. Bu
hâdiseyi bilâhare talebelerine nakleden Süleyman Efendi şöyle buyururlar:
“Evlatlarım, bir çok
dersiâmlar korktular, okutmadılar. Biz korkmadık okuttuk. Allah’a şükür
yaşıyoruz. Ama korkanlardan bir çokları ölüp gittiler. Korkunun ölüme faydası
yoktur.”
İşte o toplantılarda kabul
görmeyen talebe okutma fikir ve hizmetini, kendi evinde iki kızını bizzat
okutarak başlattı.
Dersiâmlığın kaldırılmasından sonra vaizliğe başlayan Süleyman Efendi,
hayatının son senelerine kadar Sultanahmet, Süleymaniye, Yenicâmii,
Şehzâdebaşı, Kasımpaşa Camii Kebir’i gibi İstanbul’un büyük câmilerinde halka
va’z ederek irşâd vazifesine devam etti.
KUR’ÂN OKUTMA HİZMETİ, GAYRET
VE MÜCÂDELESİ
Süleyman Efendi Hazretlerini
ve Onun Kur’an hizmetlerini, o hizmetlerin millî ve mânevî alandaki
ehemmiyetini gerçek manada anlamak için, o devirdeki şartları, icapları, husûle
gelen ihtiyaç ve zarûreti mutlaka bilmek ve nazar-ı îtibâra almak lâzımdır.
Asırlardan beri dinin
öğretilip, öğrenildiği bütün müesseseler bir anda kapatılmış, müslüman halk
dinini öğreneceği din müesseselerinden tamamen mahrum bırakılmıştı. Dolayısıyla
dinî ve manevi sahada korkunç bir kültür boşluğu meydana gelmişti.
Pek çok dersiam, değil
başkalarını okutup din adamı yetiştirmek, kendi evlatlarını dahi okutmaktan
çekinmişler, bazı müderrisler de günün şartları karşısında endişeye kapılmış,
mesleklerini dahi bırakmışlardı. Bir kısmı dünya işleri ile meşgul olmuş, bir
kısmı ise idareye kayıtsız şartsız teslim olmuşlardı.
İşte böyle bir vasatta
Süleyman Efendi Hazretleri kendi tabirleri ile cehenneme sel gibi akmakta olan
Ümmeti Muhammed’den “Bir kütük kurtarsak kârdır” telakkisi ile
hizmetlere karar vermişti.
Süleyman Efendi, ilk olarak
1930-36 yıllarında, Çatalca’nın Kabakça köyünde kiraladığı çiftlikte, o gün
bulabildiği bir kaç talebeye dînî dersler vermeye başladı.
Bir taraftan talebeleri işçi gibi göstererek okuturken, diğer yandan İstanbul’a
amele pazarlarına geliyor, istidatlı gördüklerine; “Evladım kaç paraya
çalışırsın?” “Bir liraya” “Gel ben sana üç lira vereyim. Sen
Allah’ın dinini kitabını öğren. Bu ilimler ortadan kalkmasın” diyerek
talebe topluyor, bulduğu işçileri, maaş veya yevmiyelerini vererek
okutuyor. Böylece mücâdelede malıyla, canıyla en güzel hizmet örneği veriyordu.
Din adamı yetiştirmek lâzımdı.
Küçük, büyük, genç, ihtiyar, işçi, esnaf demeden Allâh’ın kitabını öğretmek
lâzımdı. Yapı ustasından, demirciden, kalaycıdan, terziden müftü olur mu?
İşte Süleyman Efendi bunlardan müftü, vaiz yetiştirdi ve onlara,
yıllarca Ümmet-i Muhammede hizmet ettirdi.
Dini öğretmek gayesi ile
Anadolu’nun bazı kasaba ve şehirlerine giden Süleyman Efendi, talebelerini
bazen kömür işçisi, bazen (tuğla-kiremit fabrikasında) fabrika işçisi, bazen de
tarla işçisi göstererek okutmaya devam etti.
Öyle zamanlar oldu ki,
talebeyle bir yerde toplanıp okutmak imkânı kalmadı. Taksi kiralayıp
İstanbul’u gezermiş gibi okutmayı denedi. Ve bir ara şartlar o kadar
ağırlaştı ki, elde kitap taşımak, kitaptan okutmak imkansız hale geldi. Ve
dünyada bir eşine rastlanmayan bir usûle başvurdu.
Bir kaç talebesi ile
Haydarpaşa Gar’ından Ankara istikametine giden trene biniyor, Arifiye
istasyonuna kadar ezberden ders okutuyordu. Arifiye istasyonunda iniyor,
Ankara’dan gelen trene binerek İstanbul’a kadar okutmaya devam ediyordu.
Kur’an hizmetleri devam
ettikçe aleyhinde çok şeyler uyduruldu, insafsız ithamlara maruz kaldı.
Amansız polis takibatları,
idarî ve adlî tahkikatlar birbirini kovaladı. Aleyhinde muhtelif davalar
açıldı, tevkif edildi. Evinden alınarak 1. Şube’nin tabutluğunda 3 gün
polis nezaretinde kaldı. 1939’da İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde
muhakeme ve 1944’de İstanbul Sulh Ceza Mahkemesi’nce tevkif ve muhakeme edildi.
Tabutluklarda 8 gün alıkondu. 1957’de Bursa Ulu Câmiinde tertiplenen “sahte
mehdilik” hadisesiyle bağ kurularak Kütahya Ağır Cezâ Mahkemesi’nce damadı
ve sevenleri ile beraber tevkîf edilip, muhâkeme edildi.
İki ay kadar Kütahya
hapishanesinde kaldı. Fakat her defasında berâat etti Bunca takibata, muhakeme
ve tevkif edilmesine rağmen hayatında bir tek günlük mahkûmiyet almadı.
Devrin sıkıntılarına, sabır ve
hilmiyle mukâbelede bulundu. Evini aramaya gelen polis memûrlarına “Buyurun,
hoş geldiniz, hem de bir kahvemizi içersiniz” demek suretiyle her
defasında medeni cesaret örnekleri gösterdi.
Hanımı Hâfiza Sultan, “Efendi!
Efendi! Size bu zulmü revâ görenlere bir de kahve mi ikram edeceksiniz?”
dediklerinde, “Onlar memûrdurlar, vazifelerini yapıyorlar Hanım,
yorulmuşlardır” diyerek kahve ikram etme nezaket ve asaletini terketmedi.
Bir Ramazan akşamı evinin karşısındaki
kahvenin bahçesine oturup hanelerini kontrol eden sivil memûrun yanına varıp, “Oğlum!
sen oruçlusun, akşam yaklaştı, gel bizde iftar edelim, sonra yine vazifene
devam edersin” diyerek kendisini takip eden polislere iftar yemeği ikram
etti.” (Bu asil şefkati ve yüce nezaketi gören polis memuru peşine
takılıp, iftar etmek üzere evine gitti, sonra da bağlıları arasına katıldı.)
Bütün bu sıkı takip ve
baskınlar karşısında yılmadı, her defasında polisler karakola dönmeden derslere
tekrar başladı. “Hiç kaybedilecek vaktimiz yok” diyor hatta “Mevlâ
uykumuzu alsa da, geceleri de ders okusak” temennisinde bulunuyordu.
“Yarın hesap günüdür,
Allah-ü Teâlâ, Süleyman verdiğim ilimle ne hizmet ettin, o ilmi sana kara
topraklara göm diye mi verdim? derse, ben ne cevap veririm” diyerek
üzerlerindeki vazife ve mes’ûliyetin ehemmiyet ve ağırlığını ifade etmeye
çalışıyorlardı.
Talebelerine, daima Kur’ân’a
hizmet şuuru telkin eder ve onlara “Evlatlarım, sizin bu âlemdeki vazifeniz;
bataklığa düşen insanları, düştüğü bataklıktan çıkarmakdır. Öyle ise Ümmet-i
Muhammed’i ayağınıza beklemeyecek, siz onların ayaklarına gideceksiniz. En ücrâ
yerlere bile bu hizmeti sizler götüreceksiniz” buyuruyordu.
Süleyman Efendi Hazretleri,
bütün mesâisini, yok edilen dînî ilimlerin ihyâsına sarfetmiş, ilim ve
irfan seferberliği başlatmıştır. Gecesini gündüzüne katmak suretiyle gece
saat onikilere, birlere kadar ders okuttuğu zamanlar olmuştur.Bitmek, tükenmek
bilmeyen bir azim ve iradeye sahipti.
1950’lerde, ilerlemiş yaşına
ve şekerden rahatsız olmasına rağmen, kış günlerinde bile Kısıklı’daki evinden
çıkar, iki tramvay, bir vapur ve dört yerde yaya yürümek suretiyle Şehzadebaşı
Taştekneler’deki derslerine giderdi.
1954 yıllarında cuma ve pazar
günleri hariç her sabah Kısıklı’dan Bulgurlu’ya yürür. 6-8 saat genç rûhlara
ilim ve feyz vermeye devam ederdi.
Hayatının son senelerinde,
Topçular’daki talebelerinin Tekâmül kursuna, her gün sabah namazından
sonra 3-4 vasıta değiştirmek suretiyle giderek derslerine devam buyururdu.
Bir gün ders okuturken şekeri
yükseldi ve rahatsızlığı arttı. Burnundan, okuttuğu kitabın üzerine kan
damlayınca, talebeleri heyecanlandı. Fakat O, hiç telaşlanmadan burnunu tutup,
mendilini çıkardı, kitaptaki ve üzerindeki kanları sildikten sonra, hemen “Oku
oğlum! kaybedecek zamanımız yok” buyurarak derse devam etti.
1957 Kütahya hadisesi olarak bilinen
ve tertip olduğu mahkemece de anlaşılan hadise beraatle neticelenmişti.
Kütahya hapishanesinden çıkan Süleyman Efendi Hazretleri evine dönmeyip,
himmet ve hizmet maksadıyla Manisa’ya gittiler. Talebeleri üzgün, O ise
hapishane ızdıraplarını unutmuş, neşeli idi. Herhalde kendisi artık ders
okutmaz zannı ile;
“Efendim, İstanbul’da derslere
devam edecek misiniz?” diye sordular.
“Evet, devam edeceğiz, hem
de daha çok ve daha gayretli…Duracak zamanımız yok” buyurdular.
Aynı seyahatinde İzmir’de
“Efendi Hazretleri, rahatsızlığınız var, her halde bir miktar istirahat
edersiniz” dediklerinde, gülümseyerek: “Yolculukda bazen şoförün lastiği
patlar, bizim de lastiğimizi patlattılar, şimdi yapıştırdık. Okutamadığımız
zamanları da telâfi için daha çok okutacağız, hizmetimize hız vereceğiz”
buyurmuşlardı.
Süleyman Efendi Hazretleri,
hiç kimsenin dedikodularına ve kötülemelerine aldırış etmeden hak bildiği yolda
ilerlemesine devam etti. Bir gün O’na:
“Efendim, falancalar sizin
aleyhinizde konuşuyorlar” dendi.
“Elhamdülillah! Münafık
olmaktan kurtulduk. Allah Resûlü başta olmak üzere, İslam büyüklerinin hepsinin
aleyhinde konuşulmuştu. Eğer bizim aleyhimizde konuşulmazsa kendimizden
şüphe ederdik” diye cevap verdi.
Hasta ve rahatsız olduğu
zamanlarda dahi dersten tâviz vermez, geri kalmaz: “Derse gidersem hastalık da
gider, kalırsam hastalık da kalır” buyurmak suretiyle âfiyet ve şifâsının
ders okutmakta olduğunu ifade ederdi.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan
dönen talebesine, “Oğlum! Falan camiye git, Cuma’da va’z et de, dinleniver“
demek sûretiyle istirahat ve dinlenmenin, hizmetle mümkün olacağına
işaret buyururlardı.
Talebelerinden herhangi biri
bir özürden dolayı derse iştirak edemediği zaman çok üzülür, “Eyvah! Bugün
çok büyük ziyânımız var” derdi.
Az-çok demez, bulabildiği
talebe veya cemaate bıkmadan, usanmadan ders verirdi. Adede itibar etmezdi.
Bir gün Kur’ân öğretmek için
gönderdiği bir talebesi, gittiği yerde okutacak kimse bulamamaktan
şikayet etti:
“Efendim, sadece iki kişi
vardı, onları da bırakıp geldim” deyince çok üzüldü. Ve birazda celallenerek
“Evladım, nice peygamberler
bu âlemden bir tek ümmet elde edemeden gittiler. Sen iki talebe bulmuşsun daha
ne istersin” diyerek, tekrar geldiği yere gönderdiler.
Talebelerine son derece kıymet
verirdi. “En küçük talebenin dahi kesip attığı tırnağını, dünyalara değişmem”
vecîzeleri bu hakikatı en bâriz şekilde ortaya koymaktadır.
Bir gün Hâne-i Seâdetine
filesi boş olarak bir şey almadan döndü, hanımına:
“Hanım! talebeye alamadığım
için, eve de almadım” buyurup; talebenin yemediğini, yemekten, hayâ
ettiğini ifade etti.
Soğuk kış günü bir
vesile ile evini ziyarete gelen bir talebesi, hocasının soğuk odada
oturduğunu farketti. Zevceleri soğukta oturmasının sebebini
talebeye şöyle izah etti:
“Oğlum! sizin odununuz yok
diye, Efendi Hazretleri de sıcak odada oturmuyor.”
Bazen talebeleri hasta olurdu.
En az bir anne ve baba kadar şefkat ve merhametin sahibi olan Süleyman Efendi
Hazretleri, rahatsız olanları bizzat doktora götürür veya biriyle gönderirdi.
Bir defasında talebelerinden birinin hastalığı ile alâkalı doktor dönüşü
kendisine malumat arzedildi. Merhamet âbidesi o büyük zât, kıbleye yönelerek şu
ilticada bulundu: ”Yâ Rab! Senin dinine ve kitabına bu yavrularla
hizmet edeceğiz, evlatlarımızı bize bağışla Allahım!”
Ramazan-ı Şerif yaklaştığı
zaman, talebelerini Ramazanda va’z u nasihat etmek üzere Trakya ve Anadolu’nun
muhtelif yerlerine seferber ederdi. Ramazan sonrası dönüşlerinde teker teker
malumat sorar, hizmet haberleri beklerdi. Bir talebesinin va’z edip, Kur’ân
okuttuğunu duyunca sevinç göz yaşları döker, “Bu Rabbimin fazlıdır”
derdi.
Yapılan hizmetleri hiç bir
zaman şahsına mal etmez ve edenden de hoşlanmazdı. Bir
talebesinin kaldığı köydeki hizmetlerinden memnun olup, teşekkür için
kendilerine gelen Hacı Efendiler; “Efendim, sizin sayenizde cenazemiz kokmaktan kurtuldu,
çocuklarımız Kur’ân-ı Kerim öğrendi” diye iltifat ettikleri zaman mahviyet ve
tevazuundan adeta küçülen mübârek zât; “Süleyman da kim oluyor ki, bu hizmetler onun
sayesinde olsun!, Bu mahzâ kerâmetü’n-Nebidir, Peygamberin mûcizesidir” buyurmak
suretiyle kendisine hiç pay çıkarmaz ve bütün muvaffakıyyetin Allah ve
Resûlü’ne ait olduğunu ifade ederdi.
HİZMET VE FAALİYETLERİ
Süleyman Hilmi Tunahan
(k.s.) Efendi Hazretleri ezelî takdir olarak, seyyidler zincirinin 33. halkası
kendilerinin nasibi olduğundan, bâtınları da ilâhî füyüzât ile
alâkalanarak, seyyidler zincirinin 32. halkası ve bu zincirin 9. büyük rütbesi
olan Salâhuddin ibn-i Mevlânâ Sürâcüddin (k.s) Hazretleri’nden seyr-u
sulûklerini tamamladılar.
Kendilerine vâki tecelliyatın
büyüklüğünden üstâzları tarafından İkinci bin yılın Müceddidi İmâm-ı Rabbâni
Hazretleri’nin rûhânî nisbetlerine teslim edildiler.
Bu sûretle Altın Silsile’nin
33.’üncü ve son halkasını teşkil ederek; dünyanın şu zamanlarında İlahi
feyizden nasipleri bulunan insanları yüksek himmetleriyle küfr-ü dalâl
çukurundan imân ve ihlâs sahasına çıkarmışlar ve halen de çıkarmağa devam
etmektedirler.
Mürşid-i kâmillerin mânevi
tasarrufları âhirete irtihallerinden sonra da ber-devamdır. Belki ceset
hapsinden kurtulan rûhâniyetleri, kınından çıkmış keskin kılıç gibi olup, daha
müessir ve tasarrufludurlar. Tasavvuf ilminde meşhûr olan bu hakikat, O mübârek
zâtın irtihâlinden sonra da bütün şumûlüyle tezâhür etmiştir.
Süleyman Efendi Hazretleri,
hayatını Kur’ân öğretimine vakfetmiş, Kur’ân’ı bilen ve yaşayan öğrenciler
yetiştirmiştir. Yetiştirdiği talebeleri itikadda ve amelde sünnî’dirler. Amelde
büyük ekseriyetle Hanefî mezhebine, itikadda İmam Mansur Matüridî Hazretleri’ne
mensupturlar. Meşreben Nakşidirler.
Süleyman
Efendi, Nakşilîğin en büyük mümessili olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne bağlı
ve onun yolunda irşada izinli bir mürşid-i kâmilü mükemmildir. Şu halde
Süleymancılık diye Süleyman Efendi’nin icad ettiği ne bir mezheb, ne de
bir tarikat mevcuttur.
Süleyman Efendi Hazretleri’nin
faaliyet ve hizmetlerinden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:
* Hayatının gayesi; unutulan
sünnetleri ihyâ ve dîni tecdid, kaybolan İslâmî ilimleri Ehl-i sünnet
ve’l-Cemâat tarz ve uslûbu üzere tâlim ve bid’atlarla mücâdele olmuştur. Bütün
talebelerini de Ehl-i Sünnet inancına eksiksiz bağlı olarak
yetiştirmiştir. Okuttuğu “Emâlî” ve “Nesefî” adlı metin kitaplarla İslam
itikâdının temelini öğretirken “Şerh-i Akâid” ile de günümüzdeki ve tarihdeki
sapık fırka ve mezhepleri talebelerine tanıtmış ve dalâlet fırkalarına
düşmekten korumuştur. İnanç sapıklığı içerisinde bir tek talebesi yoktur.
* Hz. Allah tarafından
kendisine ihsan edilen, maddi ve mânevî tasarrufların neticesidir ki eskiden 20-30
senede tahsil edilen ilimleri, 2 sene gibi çok kısa bir zamana sığdırarak;
ilmin ve âlimin yok olmak üzere olduğu bir zamanda, yüzlerce, binlerce din
âlimi yetiştirmiş ve vatan sathına yaymışdır.
Kur’ân Kursları ve Talebe
Yurtları açtırmış; okutup, okutturmak suretiyle mânevi susuzluktan ölmek üzere
olan bir milletin âb-ı hayatı olarak imdadına yetişmiştir.
* İslâmiyyeti tercüme
kitaplardan öğretmek yerine, Osmanlı medreselerinin takip ettiği temel
ders kitaplarından, orijinal ilim dili olan Arapça’dan okutmuş ve
öğretmiştir.
* Kur’ân-ı Kerim’i en kısa
zamanda okumayı öğreten “Elif Cüzü” en mühim matbu’ eseridir.
* Cemiyetten uzakta
yaşamak yerine, cemiyet içinde müslümanlığı yaşatmayı tercih etmiş ve “Dışımız
halk ile, içimiz Hak ile” usûl ve esasını düstûr kabul etmiştir.
* Dünya hâdiselerini yakından
takip eder. Her sabah bir “Yeni Sabah” gazetesi aldırıp, dış politika yazarının
yorumlarını ve önemli haberleri muntazaman okuttururlardı. Bu mevzûda İmâm-ı
Rabbânî Hazretleri’nin “Zamanının gidişâtını bilmeyen ârif-i billah olamaz”
sözünü şiâr etti.
* Günlük hâdiseleri ve
dünyadaki müslümanların meselelerini yakından takip eder, yerine göre câmi
kürsüsünden dile getirirdi. O devirde bir çok vâizler günlük hâdiseleri câmi
kürsüsüne getirmeye cesaret edemezken; O, zaman zaman devlet adamlarını ikaz
ederdi.
1956’da Cezâyir Müslümanları
Fransızlar’a karşı istiklâl mücâdelesi verirken, Türkiye hükümeti, Birleşmiş
Milletlerde Fransızlar’ı desteklemişti. Bu icraatı isabetli bulmayan
Süleyman Efendi, va’zlarında “Cezâyirli kardeşlerimize hiç olmazsa duâ
edelim” dediği için defalarca ifade vermek zorunda kalmıştı.
* Dinî neşriyata ehemmiyet
vermiş, Necip Fazıl’a “Büyük Doğu” mecmuasını çıkarmasında mânevi teşvikleri
yanında, maddî yardımları da büyüktür. Hatta mevcut bir tek evini sattı
ve mecmuaların yayınlanmasında harcadı
* Türkiye’de Mason ve Siyonizm
tehlikesine karşı milletimizi uyarıcı eserler neşreden Cevat Rıfat Atilhan’ın
hizmetlerine en büyük yardımı Süleyman Efendi yaptı. Onun kitaplarını tavsiye
etmiş ve yaymıştır.
Kezâ o günün şartlarında İslâm
mefkûresinden yana neşredilen her eser ve mecmua onun tarafından az veya çok
desteklenmiştir: Abdurrahim Zapsu merhumun “Ehl-i Sünnet” mecmuasından, Sinan
Omur’un “Hür Adam” mecmuasına kadar…
*Zamanının, ilim ve irfanda
temâyüz eden dersiâm ve ilim adamlarına, talebelerini gönderir; talebelerini
onların imtihan etmelerini, din ilimlerinin yeniden ihyâ edilmekte olduğunu
görerek sevinmelerini arzu ederdi. Nitekim dersiâmlardan Ali Haydar Efendi ve
Hasan Basri Çantay gibi pek çok zevâta, bu vesile ile talebelerini
göndermiştir.
* Said Nursi Efendi ile
haberleşmiş ve Onu hizmetlerinden haberdâr etmiştir. Said Nursi Efendide
Onun hizmetlerini takdirle karşılamış ve şöyle demiştir: “Bizim bugün
başlıca vazifemiz; imanı muhâfazaya çalışmaktır. Bunu yapıyoruz. Biz tedris
yapmıyoruz. İslamın esâsı, maddî ve mânevî kurtuluşun kaynağı olan Kur’ân’ı
Kerim’in okutulup, öğretilmesi ve yalnız Türkiye’ye değil, bu yolla bütün
dünyaya yayılması işini, biraderim Süleyman Efendi ve onun tesis eylediği
Kur’ân Kursları yapıyor. Hem de çok kısa zamanda yapıyorlar. Eskiden 10-15
senede öğrenilen İslamî ilimleri, şimdi Kur’ân Kursları 1-2 sene içinde öğretiyor.
Âlim yetiştiriyorlar, fakîh yetiştiriyorlar, müfessir yetiştiriyorlar. Bu hal
bir mucize-i Kur’âniyyedir.”
* Türkiye’de İmam-ı Rabbanî
Hazretlerini tanıtmıştır. Onun, Kur’ân ve hadîs-i şerîflerden sonra en
muteber kitab olan “Mektûbat” isimli eseri, ilk defa iki cilt halinde
Süleyman Efendi Hazretleri’nin talebeleri tarafından bastırılmıştır.
* Tarikatı, sadece “hoş sohbet
vasıtası” haline getiren son devrin tembelliğini yıkmış, onu kitleleri harekete
geçiren heyecan vasıtası kılmıştır.
*Kerâmete asla itibar
etmemiş, kerâmet izhârından kaçındığı gibi talebelerine de aynı yolu tavsiye
etmiş, “En büyük kerâmet, insanlara hak yolu telkin etmektir”
buyurmuştur.
* Öşür farizasını Türkiye’de
yeniden ihyâ için çalışmıştır.
VEFATI
Süleyman Efendi Hazretleri
(k.s.)’nin, ?bir ömür boyu devam eden çileli ve yorucu mücâdelesinin nihayetine
doğru? öteden beri muztar bulundukları şeker hastalığı ağırlaştı ve kanlarında
yükselen şeker, bütün gayretlere rağmen düşürülemedi. Ve 16 Eylül 1959 Çarşamba
günü, İstanbul Kısıklı’daki hâne-i seâdetlerinde Rahmet-i Rahmâna kavuştu.
O
büyük zâtın dirisine tahammül edemeyenler, ölüsüne de tahammül edememiş,
cenazesinin daha önce resmi müsâade alındığı halde, Fâtih Câmii avlusuna
defnine mâni olmuşlardı. “Karacaahmet mezarlığında, polisin kazacağı bir
kabre defnedeceksiniz” denilerek en tabii hakkı olan Fâtih Câmii hazînesine
defni, gayr-ı kanuni şekilde engellenmiş ve cenazenin Üsküdar’dan Avrupa
yakasına geçmesine mâni olunmuştu.
Na’şı
Altunizade Câmii’nin musalla taşında saatlerce bekletilmiş, Fatih’e
defnedilmesi için yapılan teşebbüsler fayda vermemiş, cenaze namazı orada
kılınarak, Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmiştir.
O, vazifesini tamamiyle ve
kemâliyle ifa etmenin huzûru içinde Refîk-ı A’lâya kavuşurken, Allah
(c.c) ve Resûlü yolunda, i’lâyı kelimetullah uğrunda, hizmet etmek üzere
binlerce bağlılarını bırakarak ayrılıyordu.
Cehd, çile, ilim, irfan, feyz,
bereket ve muvaffakiyetlerle dolu 72 yıllık dünya hayatına veda ederken,
geride; yüce İslâm ve imân davasına pazarlıksız, sarsılmaz bir imân ve idealle
bağlı yetişkin bir kadro bırakıyordu.
O, bu hali ile Sevgili
Peygamberimizin “Vefat edenlerden; sadaka-i câriye sahipleri, ilminden istifade
edilen âlimler ve sâlih evlat bırakanların dünya ile ilgileri kesilmez”
meâlindeki peygamber müjdesine hakkıyla mazhar olmuş, bahtiyar ve muhterem bir
zâttır. Çünkü O, az veya çok mâlik bulunduğu malını öğrencileri için harcamış,
sahip bulunduğu ilmini onlara aktarmak için karakol karakol dolaşıp çile
çekmeyi, muhakeme olunmayı, tabutluklarda ve zindanlarda çürümeyi göze almış…
hâsılı hayatını hiçe sayarak bütün ömrünü Kur’ân davasına hasretmiş, emsâline
çok az rastlanan âlim, ârif, fâdıl bir mürşid’i kamil ve mükemmil idi.
TAVSİYE
VE SÖZLERİNDEN BAZILARI
Alemin
Bozukluğunun Sebebi
Biz iyi olursak her şey iyi
olur.
Amelsizlerin Düşmanlığı
Amelsiz
ilimde hayır olmadığından ehl-i ihlâsa hasedleri sebebiyle hasım olurlar.
İlimleri Kur’an ilmi, güzeldir; lâkin amel etmediklerinden fayda yerine zarar
verir. Cehenneme götürür. Ve aleyhinde şehadet eder. Ehl-i ihlâsa
muhalefetleri, feyz-i ilâhiden mahrum ve nefs-i emmâreye mağlubiyetlerindendir.
Böyleleri
dokuz hac yapsa, Rasûlullah dokuz defa kovar. Ve: Ümmetin irşadı için dokuz
kuruş vermez, bu yolda dokuz bin harcarsın. Defol, sana farz olan şey, cehennem
yolunu tutmuş olan efrad-ı ümmeti kurtarmaya çalışmaktır. Cephe bozulmuş, cihad
umûma vacib olmuş. İlim tahsili farz-ı kifâye iken, bir miktar âlim kâfi idi.
Şimdi düşman evimize kadar hulûl etmiş, bütün aile ferdlerini ifsad etmekte,
hak yoldan sapıtmakta. İlmî cihadın farziyet ve zarûretini anlamak lâzım. Çoluk
çocuğu başıboş bırakarak ateşe terkedip de buralara gelmek, rızâ-i ilâhiye
muvafık değildir, diye Rasûlullah (sall’allâhü aleyhi ve sellem) kovar.“
Asıl
Muhtaç Olan Bizleriz
Salevât-ı
şerîfenin semerâtına (meyvelerine, onlardan hâsıl olacak dünyevî ve uhrevî
mükâfata) asıl muhtaç olan bizleriz. “ Resûlullah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz, «Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik» (Sûre-i
Enbiyâ, 107) âyetinin sırrına sahip olmakla, onun hazînesi zâten rahmet-i
İlâhiye ile doludur. Getirilen salevât-ı şerîfeler, o dolu hazînenin taşmasına
vesîle olur da bir çok hayır ve bereket olarak tekrar sahibine (yani salevâtı
okuyana) avdet eder.“
Atomun
Keşfi ile Çözülen Sır
«Hiçbir şey yoktur ki, O’nu
hamd ile tesbih etmesin; lâkin, siz onların tesbîhini anlamazsınız.» (Sûre-i
Esrâ, 44) “Tesbîhât” Zât-ı
İlâhî’ye, “hamd” ise
Sıfât-ı İlâhiye’ye mahsustur. Bütün latâifte envâr-ı İlâhiyye’nin zuhûru ile
eşyânın tesbîhini hakikatte duymak mümkündür. Zerrât-ı kâinat içinde hiçbir
zerre yoktur ki, müteharrik olmasın… Atomun keşfi bu âyet-i celiledeki sırrı
çözmüştür.“
Bir Âyet-i Kerîme Meâli ve
Tasavvufî Mânâsı
«O
(Kur’ân)’a, (hadeslerden yani her türlü abdestsizlikten) tam bir sûrette
temizlenmiş olanlardan başkası el süremez, (sürmesin).» (Sûre-i Vâkıa, 79) „
Bu âyet-i celîlenin tasavvufî
mânâsı: O, (yani kalbini ve kalıbını tathîr ile tenvîr etmeyen) Kur’ân’ın
esrârına vâkıf olamaz, onun hakîki mânâsını anlayamaz. Ancak kalbini nûr ile
dolduran ve latâifini pırıl-pırıl parlatan kimseler onun sırrına mazhar
olabilir, demektir.
«(O
Kur’ân-ı Kerim) kıymetli, sevgili, (Allah Teâlâ’ya itaatkâr), takvâ sahibi
kâtiplerin elleriyle (yazılmıştır).»(Sûre-i Abese, 15-16)
Bizim Kur’ân‘ımız;
hiçbir şekilde maddî ve mânevî kir isâbet etmemiş “sefere, kirâmim berare”
elleriyle Levh-i Mahfûz‘dan istinşah olunmuş “Suhuf-i mutahare”dir.
Mükerrem âyetlerden ve el üstünde tutulan şerefli sâhifelerden ibârettir. Bu
güne kadar hiç bir habîs el ona değmemiştir. Mücrimlerin elinde Kur’ân
durmaz.“
Bir Üniversite Talebesine Nasihatleri
1. Allah yolunda ol, dosdoğru ol, verdiğin sözün eri ol
1. Allah yolunda ol, dosdoğru ol, verdiğin sözün eri ol
· Evladım,
ağzın laf ediyorsa dilinle doğru ol, sözünle doğru ol. Sana inanan kişilere
karşı sözünden cayma. Eğer sözünü tutarsan “söz” olur ve seni cennete götürür,
tutmazsan “köz” olur.
· Elinle
doğru ol. Kolunu, muzırda değil yardım işinde kullan. Tartıyla iş yapıyorsan
terazinde, ölçüyle iş yapıyorsan metrende ve litrende doğru ol. Doğrunun
doğruluğu bütün sülalesine akseder, hepsini hayra götürür.
2.
İnsanları sev ve kimseyi kendinden alçak görme
· Tevazu
sahibi ol, zira en halis ziynet alçakgönüllülüktür. Mütevazi olan kimse, en
güzel ziyneti takınmıştır. Kimseyi kendinden aşağı görme. Hayatta haset etmeden
say, kıskanmadan sev. Bazı insanlar, başkasındakini istemez. Öyle olma. Gıpta
et, fakat haset etme. Zira Allah’ın huzuruna fesatla çıkılmaz.
·
Memur olduğun zaman, sana gelen
vatandaşlara sakın yüksekten bakma, yanına geleni ayakta bekletme. Yanında,
daima bir sandalye bulundur ve oturtuver. Biraz dinlendirdikten sonra halini
sor, işini hallet. Sakın ha “bugün git yarın gel” deme! İşini, o gün bitir.
Eğer öyle yapmazsan on parmağım yakanda olacaktır.Eğer memursan ve başında
müdürün varsa, haset etmeden say, kıskanmadan sev.
·
İnsanlar muhteliftir. Bazısı daha
kabiliyetli, bazısı daha yakışıklıdır. “Ben niye onun yerinde olmayayım” deme,
elindekinden de olursun. “Allah bana bir verirse, arkadaşıma, komşuma iki
versin” diye düşünürsen, seninki üç olur. Eğer arkadaşın veya komşun böyle
düşünmüyorsa, onunki ikide kalır. Senden daha iyi hizmet edecek olan varsa,
makamını ona ver. İşte vatanperverlik budur.
3.
Çalışkan ol, üretici ol
· Zira
Peygamber Efendimiz “Çalışmak ibadettir” buyuruyor. Evladım, alınteri olmadan
hiçbirşeyin kıymeti bilinmez. Tarlanı ek, mahsülünü al, komşuna ver, ağaç dik…
Sadaka-i cariye, iyi evlat yetiştirmek, ilmi eser bırakmak ve ağaç dikmektir
ki, ağaç dikmek en efdalidir. Bunun için biz, heykel dikmeyeceğiz, yeşil ağaç,
yeşil âbide dikeceğiz.
· Bir dut
ağacı 400 sene, ceviz ağacı 700 sene, kestane ağacı 900 sene, çınar ağacı 1500
sene yaşar. Ihlamur ağacı dik, çiçeği şifalıdır. Bursa’da Osman Gazi’nin ve
Orhan Gazi’nin diktiği bin senelik çınarlar var. Ben bekarken, her sene bir
ağaç dikerdim. Şimdi evliyim ve yengen için de her sene bir ağaç dikiyorum. Ben
reklam sevmiyorum, kendini methetmek gibi oluyor. Bu yüzden herkese söylemedim,
fakat sen bil. Benim Fatih ve Bazayıt Camii yanında birer tane çınar ağacım
var.
4. Bildiğini öğret, temiz ol
ve temizliğinle örnek ol
· Münevver
kişi, münevvir kişi demektir. Öyleleri var ki, üç fakülte bitirir de,
hasedinden, kıskançlığından (dolayı) hiçbirşey öğretmez. Gerçek münevver,
bildiğini yapan ve öğreten kişidir.
· Temizlik,
ibadettir ve imanın yarısıdır. Eğer sokakta birisi hata yapmışsa (yola pislik
yapmışsa) sen, onu ayağının ucu ile örtüver…
5. Günde en az iki kişiye
iyilik et, gönlünü al
· Çünkü
cennetin yolu, gönül almaktan geçer. Gönül almak, Cennetin Firdevs kapısını
açmaktır. Bu beş maddenin en kolayı, fakat en “içten geleni” de budur. Bir
gönül kazanmak, 40 vakit namaza bedeldir. Bir gönül kırmak ise, 40 vakit
namazın sevabını kaybettirir. Ben sabahları kalkarken, “Ey Allah’ım, bana,
bugün bir kişiye iyilik yapmak nasip eyle” diye dua ederim.
·
Evden çıktığında veya eve dönerken
karşından gelen ilk kişiye selam ver. Onun vermesini beklersen olmaz, evvela
sen ver. İşte o zaman, o da sana karşılığını verecektir. Veren el, alan elden,
sunan gönül, alan gönülden azizdir…“
Bizim
vazifemiz aşı yapmaktır. Zorla ağaç meyve vermediği gibi insan da zorla irşâd
olmaz. Zorla yapılan iş semere vermez.
Aşı ise iki kısımdır. Nûr,
Zulmet. Zulmetin aşısıyla meşgul olanlar çok. Neticesi vahim olan bu işle
başlarına bela bulanlar, sayılara sığmıyor. Biz nûr aşısıyla meşgûlüz. Ağacı,
güzel meyve vermeye zorlayıp sopa ve balta ile vurulsa, altına ateş yakarak
tehdit edilse, bozuk meyvelerini iyi yap, iyi çıkar, tenbih ve tehdidinde
bulunulsa, hiç kâr etmez. Ancak aşılamak suretiyle meyvesi değişip, menfaat
hasıl olur.“
Bizim
yolumuz, imân, İslâm ve Ahlak-ı Muhammediyeyi aşılamaktan ibarettir.“
Biz
Onu Çoban Abdullah’a Verdik
Bâyezîd-i Bestâmî (kuddise sırruh) hazretlerinden, birisi kerâmet talebinde bulundu.
Hazret-i Şeyh:
- Biz onu çoban Abdullah’a
verdik. Git, sana göstersin, dedi ve gönderdi.
O adam, kerâmet talebiyle
çobanın yanına geldiğinde, elindeki çomağı kırıp, sağına-soluna diken çoban,
çomaklardan zuhûra gelen üzümleri göstererek:
- Şu sağımdaki beyaz üzüm
benim amelim… Şu solumdaki siyah üzüm de senin amelinin iktizâsıdır, dedi.
Sonra
adam, sürü etrafında dolaşan ve koyunlara ziyan vermeyen kurtlara bakarak:
-
Kurtla koyun ne zaman barıştı? diye sorunca, Abdullâh-i Râî hazretleri
şu düşündürücü cevabı vermiştir:
-
Allah ile çobanın barıştığı zaman…“
Büyüklerin Ölümü
· Âriflerin
ölümüne üzülmeyin o gâfillerin gözünden kaybolmak içindir.
· Gâfil
olmamaya gayret edin. Vazifede gevşek olanların kulakları Âlem-i emir’den
çekilir.
· Meyve
veren ağaca kuru denilmediği gibi, eseri devam eden zevâta da ölü denmez.
· Yılanın
gömlek bıraktığı gibi, asıl olan cesed değil ruhtur.“
İnsanın sahâvet
(cömertlik) damarlarında tutukluk vardır. Onun açılması için; vereceğimiz zekât,
fitre ve benzeri hayırları bahîl (cimri) olan kimselere teslim
ederek;
- “Şunu filan müesseseye
yahut filan kimseye veriver” derseniz, o da vermeye alışır.
Bu suretle hem sizin
verdiğiniz makbul olur, hem de vermeye teşvik ettiğiniz için ecir alırsınız.
Bir adam, kendi cimri olduğu
halde, hem teşvik istemez, hem de gayrın ihsânına tahammül edemezse, o zaman
doğrudan cennete giremez. Kendi yapmıyor, lâkin teşvik ediyorsa, o kimse
müstesnâdır.“
Din
İlminde İhmal
„Hiçbir
zaman, his ve tecrübeden ibaret olan ulûm-i müsbeteyi, ulûm-i ilâhî üzerine
tercih etmeyin. Sizler, Allah’ın memuru, peygamberin memuru, din-i mübinin
memuru, kitabullahın memuru, füyüzât-ı ilâhîyi tevzi memurlarısınız.
Allah’ın
zâtını, sıfâtını, peygamberin sünnetlerini, dînin, şer’i şerifin hükümlerini,
Allah’ın kitabını bilmeyenlere kitabullahı öğretip, kalblerine feyz-i ilâhî
aşılamakla memursunuz. Vazifeniz, batağa düşmüş olan ümmeti bataktan kurtarmak.
Gâye rızâ-i ilâhîdir. Buraya kadar getirdiğimiz emaneti ve kıyamete kadar devam
edecek olan ulûm-i ilâhînin devamı, sizlerin uhdesindedir. Bu işi ihmal edip
vazife yapmayanların, kıyamet günü on parmağım yakasında olacak.
Rütbesi
yüce olan bu işin, mes’uliyeti de büyüktür.
Şimdi üç kişi olduğuna
bakmayın; yarın 30, daha sonra yüzbinler olacak. Bu asırda ilim bizim
elimizden intişar edecek. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın takdiri, peygamberân-ı izâm ve
evliyâ-i kirâmın kararlarıdır.
Din ve Dünya Menfeati
Dîni
dünyaya âlet eden hocalar, halkı kendilerinden soğuttu. Bir şey alır da para
vermez diye, esnaf bunlara yüz vermez ve kaçar hâle geldi. Siz öyle olmayın.
Maddeyi mâneviyata karıştırmayın.“
Duâda Dikkat Edilmesi Gereken
Bir Husus
Büyükler,
“Yâ Rabbî, bizi tahammül edemeyeceğimiz imtihana tâbi tutma” diye duâ
ederler de, “Bizi imtihana sokma” demezler. Zira imtihanda terfî-i
derece var. Siz, “Yâ Rabbî, ben imtihan ehli değilim, beni imtihan etme,
Habîbin iltimâsı ile, bizi bu âlemden imtihansız olarak göçür” diye dua
edersiniz. “Allah imtihan ediyor” gibi sözleri aslâ konuşmamalı. Zira
kim imtihan verebilir?
Dünya
Malı
İnsan
gölge peşinde koşmaz. Dünya gölge gibidir. Nasıl güneşe karşı gidilse,
gölge seni takip eder, peşini bırakmazsa; güneşe arka çevirirsen, gölge öne
düşer, ne kadar koşsanyetişip yakalamak kaabil olmaz. Hakka dönüp (gölge misâli
dünyayı) kendine tâbi kılmalı…“
Emir
Vermek
Emir
vermeye alışmayın. Ben vâlidenizden su dahi istemem. Emir vermekle sözün rûhu
ölür. İhbar, emirden daha müessirdir. Misâl: “Benim oğlum sigara içmez değil
mi?” gibi.
Ene’l-Hak“ Sözü
Hallâc-
Mansur’un “Ene’l-Hak” demesi “Ben hakkım” demek değil, “Ene
ale’l-Hak: Ben hak üzereyim” mânâsındadır. Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i
şerifte te’vilât yapıyoruz da evliyaullahın sözünü neden hüsn-ü te’vil
etmiyoruz?“
Fatiha-i Şerîfe’ye Nasıl Mânâ
Verdin?
Halîfe Hârun Reşid‘in
kapıcısı, tefsir hazırlayıp halîfeden ihsan almak için gelen şahsa;
-
Fâtiha-i Şerîf’e nasıl mânâ verdin? demiş.
Bu
sual üzerine adam hemen uyanmış ve utanarak dönüp gitmiş.
Yani
kapıcı, “Ara sıra halîfeden de yardım talep ederim, diye mi mânâ verdin?”
demek istemiş. Halbuki Fâtiha-i Şerîfe’de, “Yalnız senden yardım
talep ederim” deniliyor.
Gâye
Rızâ-i İlâhîdir
Şöyle düşünmeli:
“Yâ Rabbî, âciz kulunu Ümmet-i
Muhammed’e hizmet etmeye muktedir kıl.”
Eğer,
“Yâ Rabbî, bana ilim ihsân et” derse, şahsî menfaate taalluk
edeceğinden, rıza-i İlâhî’ye muvâfık olmaz. Zira her ilim sahibi bu ümmete
hizmet etmiş değildir ve edemez. Bu itibarla da, rızâ-i Bârî’yi bulamaz. İlim
ve cennet istemek, menfaat-i şahsiyedir. Gâye, rızâ-i Bârî olacak.
Günahlardan Kaçınmak
Sıddîkların Kârıdır
Bir azîz, “Hayrı, sâlih
kimseler de fâcir kimseler de işleyebilir. Lâkin, günahlardan çekinmek
sıddîkların kârıdır” demiş. Bu yolda da, kötülüklerden kaçınmak, emirleri
edâ etmekten daha ziyade terakkîye sebeptir.
Hakiki
Mürşid
Ağaç
nasıl ki, gövdesinden değil de meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan
kişiler de, gösterişli zâhir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından yani
yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu sûretle
kendilerine tâbi olmak, mânevî feyzinden her hususta istifâde etmek câiz ve
sahih olur. Şöhreti arşa çıksa, hakîki mürşidin misâli, meyvesidir.“
Haset
Nefsin
kuvvetli hastalıklarından biri hased olduğu gibi, şeytanın kuvvetli
tasarruflarından biri de vesvesedir. Kur’an-ı Kerim’in, tertibinde hased ve
vesvese ile nihayet bulması, bu işin ehemmiyetine işaret eder. Habis nefsin bütün
arzuları menfaat olup, emel ve arzuların tavanı yoktur. Menfaatperest insanlar,
nefsin köleleridir.
İmam-ı Rabbanî evlatları ise,
şöyle düşünür: Herkes müslüman olsun, Hak yolunu bulsun. Bizden evvel cennete
girsin. Zengin ve âlim olsun. Bizler de Hak yoluna hâdim olalım (hizmet
edelim), derler.“
Her
Şeyi Takdir Eden de Yol Gösteren de O’dur
Cenâb-ı
Mevlâ’yı zü’l-Celâl ve’l-Kemâl Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’de, bizlere zâtını
anlatırken, «O, takdir eden ve yol gösterendir.»(Sûre-i A’lâ, 1-3)
buyuruyor.“
Abdülvehhâb-i Şa’rânî
hazretleri, Nil kenarında
bu ayet-i celilenin tefsirini yazmak için düşünürken bakmış ki, bir zehirli
böcek sür’atle Nil’e doğru gidiyor. Arkasını tâkip etmiş. Böcek, su üzerindeki
kaplumbağanın sırtına binip karşı tarafa geçmiş. Sonra öteden koşup gelen bir
yılanın boynuna atlayıp onu sokmuş. Yılan çaresiz çabalanırken oradaki ağacın
altında yatmakta olan adam uyanmış. O sırada yılan da ölmüş. Dehşet ve hayret
içinde kalan o adam, Şa’rânî Hazretleri hâdiseyi nakledince, Mevla‘ya karşı
vazifesinde kusurlu olduğunu itiraf etmiş. Şa’rânî Hazretleri de Allâhü
zû’l-Celâl ve’l-Kemâl Hazretleri’nin nasıl takdir edip de hidâyet ettiğini
gördükten sonra tekrar düşünüp, “Vallâhi ente kadderte ve hedeyte”(Vallâhi,
sen takdir ettin ve sen yol gösterdin) deyip tefsirini yazmaya başlamış.“
Bu âyet-i kerîmenin
tefsirinde, Fahreddîn-i Râzî hazretleri şu açıklamada bulunuyor:
Âyetteki
“kaddera” kelimesi, hem zâtları hem de sıfatları açısından bütün
mahlûkâtı içine alıp her birinin kendilerine göre olduklarını ifâde eder. Dolayısıyla
Cenâb-ı Hakk, gökleri, yıldızları, dört ana unsuru, madenleri, bitkileri,
hayvanları ve insanları, belli bir yapıda, kütlede, cüssede ve büyüklükte
takdir etmiştir.
Yine
her birisi için, bilinen bir müddet bekâ tayin etmiş; çeşitli sıfatlar, renkler,
tadlar, kokular, yükseklikler, alçaklıklar, güzellikler, çirkinlikler,
saâdetler, şakâvetler, hidâyetler ve dalâletler gibi şeyler takdir etmiştir.
Nitekim bir başka âyet-i celîlede, «Her şeyin bizim nezdimizde hazîneleri
vardır ve biz her şeyi, belli bir ölçü (miktar) ile indiririz.»(Sûre-i
Hicr, 21) buyurmuştur.“
İbrahim
Aleyhisselâmın Ezeldeki Nezri
İbrahim
aleyhisselâm, oğlu Hz. İsmâil‘i kurban
etmek gibi büyük bir imtihana tâbi tutulmuştur. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri Fütûhât‘ında ve daha birçok ekâbir küşûfât-ı sahîhalarında, bu imtihanı şöyle îzah
etmişlerdir:
İbrahim
aleyhisselâm,
tâ âlem-i ezelde, kendisine bir evlat verildiği takdirde, onu rızâ-yı İlâhî
için kurban edeceğini nezr etmiş. Bu nezrini âlem-i dünyada
tekrarladıktan sonra aradan geçen zaman içinde unutmuş. Hazret-i Mevlâ
da kendisini rüyâ vâsıtasıyla îkaz buyurunca, oğlu İsmâil‘e
hitâben;
«-
Ey yavrum! dedi. Ben rüyâmda görüyorum ki, seni kesiyorum. Bak artık, sen ne
dersin?
- Ey babacığım, ne
emrolundunsa yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulacaksın, dedi.» (Sûre-i
Sâffât, 102)
«Muhakkak ki bu, açık bir belâ
ve parlak bir imtihandır.» (Sûre-i Sâffât, 106)
Ey
20. asrın insanları!
Vahşet devri diye vasıflandırılan
o asırlarda, bakınız itâat-ı İlâhîde olan mü’minler ne kadar medenî imişler.
Şimdi böyle bir baba ve böyle bir oğulu nerede
bulabilirsiniz?
İhlâs
Sûresini Çok Okumak
Her
gün hakk-ı Kur’ân (Kur’ân-ı Kerim’in günlük hakkı) 200 âyettir; elli İhlâs-ı
Şerif okunursa, Kur’ân-ı Kerim’in hakkı ödenmiş olur. Buna riâyet eden, bu
vesîle ile dünyada hiç bir sıkıntı görmez, rızkı da geniş olur.
İlim ve İbadet
„Oğlum,
ilimsiz ibâdetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz. İnsanların dünyaya dalıp,
istikbâl sevdasına düştükleri şu günde, Mevlâ’nın ilmini okuyacağız. O, insana
iki cihanda izzet ve şeref veren âlî bir iştir. İhlâs ve samimiyetle Allah ve
Rasûlune yönelen kimse, gölge gibi dönen dünyayı ve her hayrı kendine tabi
kılar. Âhirete çalışan, dünyayı elde eder. Dünyaya çalışan ise âhireti
kazanamaz. Zira âhiret hakikat, dünya haleftir. Ağacı kökünden götürürsen,
gölge de beraber gider. Âhirette ne varsa, dünyada onun misâli vardır. Eğer
olmasa âhiret yalan olur. Dünyada ne varsa, âhirette onun misâli vardır. Eğer
olmasa dünya yalan olur. Teyemmüm abdestin halefidir, dünya da ahiretin.
İmamlık
„Fâsık ve fâcirin fıskı,
itikadda değil de amelde ise, imâmeti câizdir, zira mihrabın kerâmetiyle,
günahları üzerinden alınır. Tekrar günah işlemedikçe iâde edilmez. Eğer tekrar
işlerse, merkebin semeri gibi diğer günahları ile birlikte bindirilir.
Fıskı, itikadda ise imâmeti
câiz olmaz. Bozuk makineden düzgün kumaş çıkmaz.
İman
Bahtiyarlığı ve Emanetler
„Yemin ederim, çocuklar, bu
dünyanın en bahtiyar insanlarısınız. Daha size bazı şeyleri vermeyecektim. Amma
benimle kara topraklara gitmesinler diye veriyorum. Bu civardan geçen bütün
aktâb-ı kirâm, üzerlerindeki emânetleri, bugünün merkezine bırakmadan
geçmediler. Çünkü geleceği biliyorlardı.“
İnsana
Verilen Yedi Anahtar
„İbn-i Mes’ûd (radıy’allâhu
anh)‘tan rivâyet edilen bir hadîs-i şerifte beyan olunur ki:
“Kur’ân-ı
Kerim 7 kapıdan nâzil olmuştur.”
İnsanlara da 7 anahtar
verilmiştir.
Birinci anahtar,
Kalb.
Kalbi nûr ile dolan kimseye
bir kapı açılır. Kur’ân’ın bir türlü mânâsını vermeğe vâkıf olur.
İkinci anahtar
Ruh.
Rûhu nurlanan kimseye, diğer
bir kapı açılır ve başka bir mânâ vermeğe muktedir olur.
Diğer anahtarlar da; sır,
hafî, ahfâ, nefs-i nâtıka, nefs-i küllî’dir.
İşte bu latâif-i seb’anın (yedi latîfenin) hepsini nûr ile
dolduran kimseye 7 kapı açılmış olur ki, her biriyle bir başka esrâra vâkıf
olur.
İrâde-i Cüz’iyye
Ezelde Ahmed Cennetlik, Mehmed Cehennemlik diye zât ve şahıs üzerine bir hüküm yoktur. Ancak elbiseler biçilmiş; (iman elbisesi, itâat elbisesi, nur elbisesi) şu elbiseleri giyenler Cennetlik denilmiş; ayrıca küfür, isyan, zulmet elbiseleri biçilmiş, bunları giyenler de Cehennemliktir denilmiştir. Kul, irâde-i cüz’iyyesiyle bu elbiseleri seçmekte tamâmen serbest bırakılmıştır. Binâenaleyh, insan irâde-i cüz’iyyesiyle bunlardan hangisini seçer ve giyerse oraya gider.“
İstanbul Efendisi
Benim evlatlarım, çarıklarını sürüye sürüye gelirler, birer İstanbul efendisi olarak dönerler.“
„Şimdiye kadar müslümanları hakir görmüşler; üstü başı pejmürde, kirli, paslı insanlar olarak millete tanıtmaya çalışmışlardır. Benim evladlarım tertemiz giyinip gezecekler, yolda, sokakta yürürken gayet vakûr bir şekilde ilerleyecekler. Müslümanlığın şahsiyetini, bu millete tanıtacaklar, onu hakkı ile temsil edeceklerdir.
Îtikâf Sünnet-i Kifâyedir
Îtikâf, sünnet-i kifâyedir. Bir memlekette yapılmazsa, felâket-i umûmiye zuhûr eder! Belâyı def etmek için, muhakkak yapılmalı… Bu, müftilerin vazifesidir. Yapılmadığı takdirde başlıca mes’ûlü, müftilerdir.
Mutlak i’tikâf, on gündür. Gayr-i mukayyet olarak yapılan niyet, kemâle masruftur. (On günden aşağı olamaz.) Niyet, mukayyet olursa, kaydettiği gün kadar durur.
Mescidlerde dünya kelâmı helâl olmadığına göre, girerken, “Neveytü’l-î’tikâfe hattâ en ahruce” diyerek içeri girmeli… O zaman konuşulan sözler haram olmaktan çıkar. Fakat, “en ahruce” diye kayıtlamazsa, on gün durmak îcap eder.
Evde yalnız kadınlar î’tikâf edebilirler.
Ka’be-i Muazzama ve Beytü’l-İzze
Bu dünyada sekaleyn (insanlar ve cinnîler)‘in kıblesi Ka’be-i Muazzama, melâike-i kirâmın kıblesı de Beytü’l-İzze‘dir. Beytü’l-İzze muhâzât-ı Ka’be’dir (Ka’be ile aynı hizâdadırlar). Onun için, “semâda eşref(en şerefli)olan Beytü’l-İzze ve yeryüzünde ise Ka’be-i Muazzama’dır” demişlerdir.
Ka’be’ye “Beytullah” denildiği gibi, Beytü’l-İzze’ye de “Beyt-i Ma’mûr” denir. Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân‘ın toplu olarak indiği yerdir. Cebrâil aleyhisselâmLeyle-i Kadir‘de Kur’ân‘ımızı Levh-i Mahfuz‘dan alıp Beytü’l-İzze‘deki nûrdan bir kürsî üzerine indirmiştir.
Bu kadar güzel ve ağaçlı yerler dururken Ka’be-i Muazzama neden susuz bir çöle yapıldı? denilecek olursa, (cevaben) dersiniz ki:
Hac, bir takım zorluk ve meşakkatlerin yaşanacağı mahşer‘in dünyadaki ufak bir temsilidir. Orada çekilen zorluklar, günahların afvına vesîle olur. Ka’be-i Muazzama, göze hoş görünen ağaçlı ve sulu yaylalara yapılsa idi, herkes oraya zevk için giderdi. Halbuki hacdan murad, rızâ-i İlâhî’dir, dünya safâsı değildir.
Allâhü zû’l-Celâl hazretleri, bu hac mevzilerini «gayri zî zer’in[Ekinsiz bir vâdi]»(Sûre-i İbrâhim, 37) olarak yaratmıştır. Tâ ki cebâbire takımı gidip de oralarda zevk ve safâya dalmasınlar.
Müzdelife, “mahall-i cem’ [toplanma yeri]“. Resûlullah Efendimiz Haccetü’l-Veda‘daki son hutbelerini i’râd buyurduktan sonra Müzdelife‘ye gelinceye kadar ağladılar. Allâhü zû’l-Celâl hazretlerine iltica edip ümmeti için af ve mağfiret dilediler. Hazret-i Mevlâ da bu makamlara gelip de kendisinden af diledikleri takdirde Ümmet-i Muhammed‘i affedeceğini va’detti…
Hac vazifesini îfâya vüs’ati olmayanlar, “Yâ Rabbi, ben senin farzını îfâ eylemek için mübârek hacca gidemedim. Orada yapılan vazife-i mâneviyyeler iştirak edemedim. O ibâdât ve tâatlerin hürmetine beni de onların içine dâhil eyle. Afv-ı umûmiyyeye mazhâr olanlara, mağfîrîn zümresine ilhâk eyle” diye duâ etmeli. Öğle ile ikindi arasında, Allâhü ekber deyip dört rek’at namaz, mümkünse tesbih namazı kılmalıdır .
Resûlullah Efendimiz Haccetü’l-Veda‘da, o sene için 100 deve gönderdiler. 63 tanesini bizzat kendi mübârek elleriyle kestiler. Gerisini Hz. Ali’ye bıraktılar. [Ashâb] anladılar ki Resûlullah Efendimiz yolcudur.“
İrâde-i Cüz’iyye
Ezelde Ahmed Cennetlik, Mehmed Cehennemlik diye zât ve şahıs üzerine bir hüküm yoktur. Ancak elbiseler biçilmiş; (iman elbisesi, itâat elbisesi, nur elbisesi) şu elbiseleri giyenler Cennetlik denilmiş; ayrıca küfür, isyan, zulmet elbiseleri biçilmiş, bunları giyenler de Cehennemliktir denilmiştir. Kul, irâde-i cüz’iyyesiyle bu elbiseleri seçmekte tamâmen serbest bırakılmıştır. Binâenaleyh, insan irâde-i cüz’iyyesiyle bunlardan hangisini seçer ve giyerse oraya gider.“
İstanbul Efendisi
Benim evlatlarım, çarıklarını sürüye sürüye gelirler, birer İstanbul efendisi olarak dönerler.“
„Şimdiye kadar müslümanları hakir görmüşler; üstü başı pejmürde, kirli, paslı insanlar olarak millete tanıtmaya çalışmışlardır. Benim evladlarım tertemiz giyinip gezecekler, yolda, sokakta yürürken gayet vakûr bir şekilde ilerleyecekler. Müslümanlığın şahsiyetini, bu millete tanıtacaklar, onu hakkı ile temsil edeceklerdir.
Îtikâf Sünnet-i Kifâyedir
Îtikâf, sünnet-i kifâyedir. Bir memlekette yapılmazsa, felâket-i umûmiye zuhûr eder! Belâyı def etmek için, muhakkak yapılmalı… Bu, müftilerin vazifesidir. Yapılmadığı takdirde başlıca mes’ûlü, müftilerdir.
Mutlak i’tikâf, on gündür. Gayr-i mukayyet olarak yapılan niyet, kemâle masruftur. (On günden aşağı olamaz.) Niyet, mukayyet olursa, kaydettiği gün kadar durur.
Mescidlerde dünya kelâmı helâl olmadığına göre, girerken, “Neveytü’l-î’tikâfe hattâ en ahruce” diyerek içeri girmeli… O zaman konuşulan sözler haram olmaktan çıkar. Fakat, “en ahruce” diye kayıtlamazsa, on gün durmak îcap eder.
Evde yalnız kadınlar î’tikâf edebilirler.
Ka’be-i Muazzama ve Beytü’l-İzze
Bu dünyada sekaleyn (insanlar ve cinnîler)‘in kıblesi Ka’be-i Muazzama, melâike-i kirâmın kıblesı de Beytü’l-İzze‘dir. Beytü’l-İzze muhâzât-ı Ka’be’dir (Ka’be ile aynı hizâdadırlar). Onun için, “semâda eşref(en şerefli)olan Beytü’l-İzze ve yeryüzünde ise Ka’be-i Muazzama’dır” demişlerdir.
Ka’be’ye “Beytullah” denildiği gibi, Beytü’l-İzze’ye de “Beyt-i Ma’mûr” denir. Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân‘ın toplu olarak indiği yerdir. Cebrâil aleyhisselâmLeyle-i Kadir‘de Kur’ân‘ımızı Levh-i Mahfuz‘dan alıp Beytü’l-İzze‘deki nûrdan bir kürsî üzerine indirmiştir.
Bu kadar güzel ve ağaçlı yerler dururken Ka’be-i Muazzama neden susuz bir çöle yapıldı? denilecek olursa, (cevaben) dersiniz ki:
Hac, bir takım zorluk ve meşakkatlerin yaşanacağı mahşer‘in dünyadaki ufak bir temsilidir. Orada çekilen zorluklar, günahların afvına vesîle olur. Ka’be-i Muazzama, göze hoş görünen ağaçlı ve sulu yaylalara yapılsa idi, herkes oraya zevk için giderdi. Halbuki hacdan murad, rızâ-i İlâhî’dir, dünya safâsı değildir.
Allâhü zû’l-Celâl hazretleri, bu hac mevzilerini «gayri zî zer’in[Ekinsiz bir vâdi]»(Sûre-i İbrâhim, 37) olarak yaratmıştır. Tâ ki cebâbire takımı gidip de oralarda zevk ve safâya dalmasınlar.
Müzdelife, “mahall-i cem’ [toplanma yeri]“. Resûlullah Efendimiz Haccetü’l-Veda‘daki son hutbelerini i’râd buyurduktan sonra Müzdelife‘ye gelinceye kadar ağladılar. Allâhü zû’l-Celâl hazretlerine iltica edip ümmeti için af ve mağfiret dilediler. Hazret-i Mevlâ da bu makamlara gelip de kendisinden af diledikleri takdirde Ümmet-i Muhammed‘i affedeceğini va’detti…
Hac vazifesini îfâya vüs’ati olmayanlar, “Yâ Rabbi, ben senin farzını îfâ eylemek için mübârek hacca gidemedim. Orada yapılan vazife-i mâneviyyeler iştirak edemedim. O ibâdât ve tâatlerin hürmetine beni de onların içine dâhil eyle. Afv-ı umûmiyyeye mazhâr olanlara, mağfîrîn zümresine ilhâk eyle” diye duâ etmeli. Öğle ile ikindi arasında, Allâhü ekber deyip dört rek’at namaz, mümkünse tesbih namazı kılmalıdır .
Resûlullah Efendimiz Haccetü’l-Veda‘da, o sene için 100 deve gönderdiler. 63 tanesini bizzat kendi mübârek elleriyle kestiler. Gerisini Hz. Ali’ye bıraktılar. [Ashâb] anladılar ki Resûlullah Efendimiz yolcudur.“
„İlmü’l-yakîn, aynü’l-yakîn, hakku’l-yakîn vardır. Meselâ zindanı bilmek “ilmü’l-yakîn”, onu görmek “aynü’l-yakîn”, zindana girmek de “hakku’l-yakîn”dir. Bu cihetten “aynü’l-yakîn” ehlinin hâli, “ilmü’l-yakîn” ehlinden üstündür. “Hakku’l-yakîn” ise “aynü’l-yakîn”in fevkindedir.
Hazret-i Mevlâ, Tekâsür sûre-i celîlesinde, “ilmü’l-yakîn” ve “aynü’l-yakîn” buyurdu da ehl-i îmâna olan lûtuf ve kereminden dolayı “hakku’l-yakîn” buyurmadı. Eğer, “hakku’l-yakîn” buyurmuş olsaydı; herkesin mutlaka, hiç olmazsa bir defa cehennemi “hakku’l-yakîn” görmesi îcab ederdi.
“Hakîkatü hakkı’l-yakîn” ise, Resûlullah (sall’allâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e mahsus olan bir rütbe-yi âliyedir ki, o rütbeye hiçbir nebî ve velî çıkamaz!“
Kerâmet
Her hâli kerâmetü’n-nebi olan yolumuzun gayrisinde, hiçbir kâr ve kerâmet aramayın.
- Yâ Rabbî, kalb gözümü açıp da beni perişan etme, diye duâ etmeli.“
„İmam-ı Rabbâni hazretleri, irşad için gönderdiği halifesinden gelen haberde:
- Burada bir müstedriç var: Havada uçar, suda yürür, bir anda bir şehirden bir şehire varır. Halk peşinde, diyordu.
Cevap verdiler:
- Havada uçmak marifet ve kerametse, pis sinekler, karga ve çaylaklar da uçuyor. Suda yürümek kerametse, pis kaplumbağalar, yılan ve çıyanlar, hem dibinde, hem yüzünde yürür. Bir şehirden bir şehire gitmek kerametse, iblis ve ifritler de bir anda doğudan batıya giderler. Böyle şeylerin hükmü yoktur. Hakîki keramet: efrad-ı ümmetin kalbinde nuru imanı tutuşturmaktır.“
Kıyâmet Yakındır
Bu âlem eski saraya benzer. Nasıl ki eski bir saray tâmir görünce ömrü uzarsa, dîn-i mübîn-i İslâm da ihyâ edilirse, kıyâmet tehir olunur.“
Kiracı ve Oturduğu Ev
„Kiradaki bir adam, evden çıkarken kırığına-çıkığına bakmalı. Badanasını, şusunu-busunu tamamlamalı. Silip süpürüp öyle teslim etmelidir. Bu, usûl-i şer’îden ve kemâlât-ı insaniyyedendir. Böyle yapmayanlar, ev-yurt sahibi olamazlar. Daima perişan olurlar.“
Korku
„Hak’tan korkan, halktan korkmamalı. İşini düzgün yapanın, içi de düzgün olur.“
Kurban Büyük Bir İmtihandır
Kurban, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına büyük bir imtihânıdır.
Bu imtihanların en büyüğünü de enbiyâ-yi ızâm vermiştir.
Bütün nebîlerin verdiği imtihanların en muazzamını da Resûlullah Efendimiz vermişlerdir. Nitekim İbrâhim aleyhisselâmın bu imtihânına mukâbil Peygamber Efendimiz‘in de, hânedân-ı Resûlullah’tan 170 kişinin şehit olacağının bilmesi ve onların şehâdetini kabul etmesi ki; bu bir “sırr-ı kader” işi olup, belki onların “Makâm-ı Mahmûd”da ve maiyyet-i Hazret-i Resûlullah’ta bulunabilmeleri için olmuştur.“
Kurbanın Maddî ve Mânevî Faydaları
Kurbanın maddî ve mânevî olmak üzere yedi mühim fâidesi vardır:
- Gadab-ı ilâhîyi söndürür.
- Rızâ-i ilâhîyi celb eder.
- Çok kurban kesilen bir memlekette harp olmaz.
- Eğer bir insan vakti hâli müsâit olup da kurban kesmezse, muhakkak ki o adamın ya kendisinden veya çocuğundan yâhut da malından, ticaretinden, servetinden, varlığından mutlaka bir kan çıkacaktır.
- Kurbanda çoluk-çocuk ve fakir ve fukarâ için umumî bir maslahat ve mutlak bir menfaat vardır.
- Kurban Bayramı’nda afv-ı umumî tecellî eder.
- (Kurban kesmeyen) Allah’sızların gâyesi, neticesi ve sonu intihardır. Kendi kendilerini katlederek ebedî cehenneme yuvarlanır giderler.
Kurbanlık hayvanlar da şehittir. Çünkü onlar, Allah-ü Teâlâ’nın emrine boyun eğerek kesilirler.
Hayvan kesileceğini bilir; Mevlâ ona ilham eyler. Onun için kesmeden önce onu hırpalamamalı; bilhassa kesileceği yere götürürken onu sürüklememelidir. Çünkü bu eziyettir. Ona eziyet ise haramdır.
Hayvanı keserken, canı çabuk çıksın diye iliklerini dahi kesmek doğru olmaz. O hayvan bizim için canını fedâ ediyor. Ne mutlu ona!.. Keşke onun yerinde biz olsaydık. Yani onun gibi Allah yolunda biz de can verseydik..
Lafza-i Celâl İsm-i A’zam’dır
Esmâ-i İlâhiye‘nin içinde Lafza-i Celâl‘in rütbesi başkadır. Çünkü müsemmâsı, zât-ı ehadiyet-i mücerrede-i ilâhiyedir. Diğer esmâ ise, ef’âl ve sıfât-ı ilâhiyenin isimleridir.
Bu İsm-i Celâl, aynı zamanda bütün esmâyı câmi’ olan bir İsm-i A’zam‘dır. Yani lafzatullah, zât-ı ilâhî ile İsm-i A’zam, “el-Hayyü’l-Kayyûm” da sıfat ile İsm-i A’zam‘dır.
“Allah” ism-i celâlinde, diğer esmâ-i ilâhiyede olmayan bir takım hâssalar vardır. Bir defa hiçbir lisanda tercümesi yoktur. Eğer bir çocuğa isim olarak verilse, o çocuk yaşayamaz. Harflerinin müfredâtını teker teker alsak, yine sırr-ı ehadiyet-i mücerredeyi ifade eder. Meselâ;
“Allah, Lillah, Lehû, Hû” gibi. Burada “vav” zâidedir. Aslı “Hu”dur. Eğer “Hû” da alınsa, o zaman yaşayabilmek için aldığımız “hava”yı dışarı verirken “Hû” diye yine onu isbat ederiz.
Hazret-i Mevlâ‘nın tasarrufunu, eşyanın üzerinden bir an uzak tutmak kabil değildir.
“İllâ Hû”, ismiyyeti ifade eder; çünkü “Hû”, ilm-i nahve göre zamir, ilm-i tasavvufa göre isimdir. Hiçbir isim yoktur ki âhiri “vav”, mâkabli mazmum olsun. Ancak “Hû” ism-i şerifi müstesnâdır. O da Hazret-i Mevlâ‘ya mahsus bir isimdir.
Bugüne kadar Hazret-i Mevlâ‘nın 99 esmâsından, 1001 esmâsından bahsedenler olmuştur. Lâkin, âlem-i semâda 4000 esmâsı daha vardır ki, bundan bahsedip konuşan olmamıştır. Cenâb-ı Hakk kıyâmet gününde, küre-i arzı bu 4000 esmâ-i ilâhiyesi kadar genişleterek, bütün insanları orada cem’ edecektir.
“el-Hayyu’l-Kayyûm”: On sekiz bin âlemi yok iken îcâd edip hayat veren demektir. Yalnız hayat kâfi değildir; onu tutup muhâfaza etmek îcap eder. Hazret-i Mevlâ, “Kayyûm” ism-i şerifiyle tutmaktadır. Îsâ aleyhisselam mevtâyı ihyâ için, “Yâ Hayyu yâ Kayyûm” diye duâ ederdi. Tecrübesi kolaydır. Batmak üzere olan bir gemide, insanlar hep birden “Yâ Hayyu yâ Kayyûm” diye feryat etseler gemi batmaz, batamaz.“
Mehdi
Hz. Mehdî (aleyhirrıdvân) hakkında vâki hadîs-i şeriflerde, Fahr-i Âlem (sall’allâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz‘den sırran haber sâdır olmuştur; ancak, anahtarı kimde ise o açar ve işin hakikatini o anlar, başkası anlayamaz. Herkes anlasa sır zâhir olur. Usûle muhâlif gelir. Yani zamanın sâhibi, Resûlullah’ın vârisi perdeyi kime açarsa, ancak o anlar. Nüzûl-i Îsâ aleyhisselâm’daki sır da böyle. Allah dostlarının rütbesindeki büyüklükleri nisbetinde halleri ve sırları kapalıdır.“
„Mehdî bizim usûlumuz üzere gelecek, şimdi o devirdeyiz.“
Mu’cize-i Haberiye
«Hakikaten biz sana kevseri verdik.» (Sûre-i Kevser, 1)
„Bu sûre-i celile, bir mu’cize-i haberiyedir. Çünkü Mekke-i Mükerreme‘de nâzil olmuştur.
O zaman Resûlullah Efendimiz‘in etrafında toplanan Müslümanlar‘ın sayısı, 40 kişiden ibâret idi.
Daha ne ilim çokluğu, ne ümmetin çokluğu, ne de feyzin çokluğu vardı. Hiçbiri mevcut olmadığı halde Cenâb-ı Hakk‘ın,“Verdik” buyurmasının sebebi, tahakkuk-ı vukûuna binâen (mutlaka olacağı için)dir.“
Müslüman Cesur Olmalı
„Evvelâ îmânın 6 şartına bağlanmak, sâniyen cesur olmak lâzım. Korkaklar, Resûlullah’a tam bağlı olamazlar. Vârislerine, üstazlara da bağları gevşek olur. Müslüman cesur olmalı.“
Namaz ile İstimdât Sünnettir
Namaz mi’râc-ı mânevîdir. Müslümanlar her gün beş defa Cenâb-ı Hakk‘ın, “ekımi’s-salâh”(namazını ikâmet et, kıl) hitâb-ı izzetine muhatap oluyorlar. Bu sûretle rızk-ı sûrî ve rızk-ı mânevî ile merzûk olmak üzere günde beş defa Hazret-i Mevlâ‘nın sefer-i rahmetine çağrılıyorlar. Bu şeref, sekaleyn(ins ve cin)‘den mâadâ hiçbir mahlûka nasip değildir. Çünkü karşılığı mükâfat ve terfî-i derece olan ibâdetler, yalnız ins ve cinne mahsustur. Bazı umûrda melekler de memurlardır. Lâkin onlar imtihan olmak ve karşılığında mükâfat almak için değildir. Kendilerinde cüz’-i türâbî (toprak unsuru) ve sair anâsır bulunmadığından, melâike-i kirâm bile ehl-i salâtın nâil olduğu böyle bir ziyâfetle şerefyâb olmamışlardır.“
Resûlullah Efendimiz (sallalâhü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Biriniz, herhangi bir işte sıkıntıya düştüğü zaman iki rek’at nâfile namaz kılsın.” (Kütüb-i Sitte’den Müslim hâriç hepsi rivâyet etmişlerdir)
Namaz ile istimdât, sünnet-i seniyyedir. İnsan dara düştüğü zaman, hemen iki rek’at namaz kılmalı; onunla Cenâb-ı Hakk’a tevessül edip ilticâ etmelidir.“
„Bütün mühim işlerde büyüklerimiz hep böyle yaparlardı. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm arz-ı Bâbil’den arz-ı Şam’a hicret ederken uğradıkları beldenin kolcuları, zevcesi Hazret-i Sâre‘yi alıp saraya götürdüklerinde, İbrâhim (a.s.) hemen namaza durup işi Hazret-i Mevlâ‘ya ihâle eylemiştir.
O zâlim melik, Sâre’ye üç defa el kaldırmak isteyince, her defâsında koluna felç gelmekle (çirkin emellerinden vazgeçip) yanına birtakım hediyeler koyarak, Hazret-i Sâre’yi yolcu etmek mecburiyetinde kalmıştır.“
Namazlarda Rekat Tahsisi
Namazlarda, iki rek’at, dört rek’at diye tayin etmemeli. Cenâb-ı Hakk’ın kaç rek’at mükâfat vereceği belli olmaz. İki rek’ata iki bin rek’at, dört rek’ata dört bin rek’at ve daha fazla sevabı verebilir.“
Namazlar ve İkindi Vaktindeki Esrâr-ı İlâhî
„Eûzubillâhimineşşeytânirracîm Bismillâhirrahmânirrahîm: «Ve’l-asr». Sadakallâhülazîm. [And olsun asra, yüksek fazîletinden dolayı ikindi namazına] (Sûre-i Asr, 1)
İkindi namazı Zât-ı İlâhî ile, sabah namazı Cemâl-i İlâhî ile, diğer namazlar ise, Sıfat-ı İlâhî ile alâkalıdır. Onun için Hazret-i Mevlâ, yalnız ikindi namazına kasem buyurmuştur. Bu da, vakt-i asrdaki esrâr-ı İlâhiyye’nin büyüklüğünü gösterir. Mü’minler cennette, Cemâl-i İlâhî ile ikindi zamanında şerefyâb olacaklar. Diğer vakitlerde de sâir nîmetlerle meşgul olurlar.“
Nefs ve Râbıta
Ana, meme verdikçe çocuk büyüdüğü gibi, nefis de, arzularına uyuldukça büyür. Hatta velî olsa, peygamber olsam der. Nefs-i emmâre ancak râbıta ile terbiye olunur.
Nefis kepazeliği sever ve kötülük için rehberlik eder. Fransız kâfiri seni cehenneme götüremez lâkin nefs, seni cehenneme götürebilir.
Râbıtada geçen zaman ömre sayılmaz. Ömür dünya ile ölçülüdür. Râbıta ise uhrevîdir.
Aklın inkişâfı için râbıta ve zikr-i kalbî zarûrîdir.
Neme Lazımcılık
“Her koyunu kendi bacağından asarlar.” sözü yanlıştır. Dinimizde neme lazım demek yok. Bana lazım demek vardır.
Niçin Kitap Yazmadım?
Selefin mum ışığında yazdığı bahâ biçilmez hazine misâli eserlerin toprağa gömülerek çürüdüğünü, bakkallara satılarak çöplüklerde çiğnendiğini, bir kısmının da kütüphâne raflarında tozlanmış ve çürümeye terk edilmiş olduğunu gördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, din ilimleri yok olmağa yüz tutmuş olan bir zamanda, kitap yazmaktansa, yazılan ilmî eserleri anlayarak anlatacak ve ilmi satırdan sadra intikal ettirip yaşatacak talebe yani canlı kitap yetiştirmeyi daha lüzumlu buldum.“
Okumada Gaye ve Zâhirî İlimler
Okuyup ne olacaksın? diyenlere, şöyle cevap vermeli:
- Öğrendiğimle amel edeceğim. İlmimi ikmâl edip de vazife verildiği vakit, batağa düşmüş olan ümmeti bataktan kurtarmayı vazife bileceğim. Ve rızâ-i ilâhiyi kazanmaya çalışacağım.
Zâhirî ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören şeytanı dahi kurtaramadı, zîrâ ilmi gırtlaktan yukarı kafada kalmış, kalbine inmemişti. Kıyâs-ı fâside ile “Ben ateşten, Âdem ise topraktan halkolundu. Ateş şereflidir. Âlâ ednâya secde etmez.” dediğinden, rahmet-i ilâhiden ebediyyen mahrum oldu.“
Macaristan vaktiyle müslümandı. Fakat bir gün geldi orada yalnız zâhiri ulemâ kaldı. Zâhiri ulemâ maneviyattan mahrûm olduğu için dengeyi tartamadı. Ve işte gördüğünüz gibi hıristiyan olup gittiler. Bu din maneviyatsız muhâfaza edilemez.“
„Sırf bâtınla meşgul olanlar mülhiddir. Sırf zâhirle meşgul olanlar gâfildir. Kemâlat her ikisinin birleşmesindedir.“
On Dört“ Kemâl Adettir
«Tâ hâ»(Sure-i Tâhâ, 1)
Ebced hesabına göre buradaki “Tı” harfi 9‘dur. “He” harfi de 5 olmakla tamamı 14‘tür. On dört kemâl adettir. Bu âyet de ayın on dördüne delâlet eder. Çünkü ayın on dördünde bütün ziyâ kâmildir.
Diğer hurûf-i mukattaât gibi bir şifre olan “Tâ hâ”nın Resûlullah Efendimiz’e nisbeti, mükevvenâtın ziyâının kemâli kendisinde toplandığından ve mazhar-ı envâr-ı İlâhî olduğundandır. On dört kemâli ifade ettiğinden nûr-i Muhammedî kâmil mânâda bu asırda tecellî etse gerek.“
Rızka Değil, Razzâk’a Bağlanın
Dünya sevdâsından ukbâyı unutanlara:
- Ey gâfiller! Âhiret husûsuna gelince; Allah gafûrdur, rahîmdir, diyorsunuz. Pekâlâ! Mâdemki çalışmadan o büyük geçitten geçmek için ‘Gafûru’r-Rahîm’ diyorsunuz, öyle ise, Cenâb-ı Hakk Razzâk-ı âlemdir; haydi çalışmasanız ya! Neden böyle durmadan-usanmadan çalışıp didiniyorsunuz be ahmaklar! dersiniz.“
„Sizler rızka değil, Razzâk‘a bağlanın. Unutmayın ki sebebe bağlananlar, sebeb-i hakîki olan Hazret-i
Mevlâ‘nın lutuf ve ihsânından her zaman mahrum kalırlar.“
Ru’yetin Hakikati Nedir?
Şu ciheti kaydetmek lâzımdır ki; ru’yetin hakikati, bu dârda [bu dünyada]rûhunu sülûk ve urûc tarikıyla “mertebe-i hakîkati’s-salât”a çıkaran ehass-ı havâsa mâlum ve münkeşif olur.
Hadiste vârid olan, “Namaz mü’minin mi’râcıdır”ın hakikati, bu zevât için sâbit ve sâdıktır. Makamu hakîkati’s-salât, merâtib-i sülûkün nihayetidir, ilerisi mertebe-i vücûbdur. [kavl-i şerifin]
Eğer bir ferd bu âlemde hakîkat-i ru’yeti anlamak isterse, rûhunu bu makama çıkarmalıdır. Ve illâ [aksi takdirde] Kitap ve sünnet ile sâbit olan ru’yete îmân eyleyerek keyfiyeti araştırmamalıdır. Çünkü bu hakikati kemâ yenbağî [münâsip olan tarzda]anlamak, ancak bu sûretle mümkündür… Eslem tarîk[en sağlam yol] budur.“ [Allâh'ı görmenin hakikatini]
Şefaat Nedir?
„Şefâat iki nevidir. Biri, kişinin kendi amelinin iktizâsı; diğeri de, Resûlullah Efendimiz’in zâtına âid olan şefâattir. Bundan mahrum olmamak lâzım. Şefâat mahşerde, arasatta, sıratta olur. Bir de, cehennemden çıkıp cennete girmek, cennette derecâtın terfîi ve Cemâl-i İlâhî’ye nâil olmak için şefâat vardır.“
Şehâdetten Büyük Bayram Olur mu?
Hazret-i Hüseyin (radıy’allâhu anh), Kûfe‘ye hareket edeceği zaman rüyâsında kardeşi Hazret-i Hasan (r.a.)‘ı gördü.
Hazret-i Hasan,
- Ey birâderim! Sen, Kûfeliler’in ecdâdımıza ne yaptıklarını bilmiyor musun? Sanki bayrama gidiyor gibi, en güzel elbiselerini giymişsin! deyince, Hazret-i Hüseyin,
- Ben şehit olmaya gidiyorum!.. Bundan büyük bayram olur mu? karşılığını vermiştir.“
Şehitlerin Temmenîleri
Kıyâmet gününde şehitlere ne istedikleri sorulunca,
- Yâ Rabbi, biz şehit olurken o esnada senin Cemâl-i İlâhî’ni müşâhede ettik. Bizi tekrar dünyaya gönder de yeniden şehit olalım, Cemâl-i İlâhî’ni bir daha müşâhede edip gelelim, derler.
Çünkü şehâdet zamanında aldıkları lezzeti hiçbir yerde bulamazlar. O tadı unutamadıkları için [tekrar tekrar] dünyaya gelip hiç durmadan şehit olup gitmeyi isterler.
Şehitlik çok büyük bir mertebedir. Bittabiî bu, i’lâ-yi kelimetullah ve harb-i mânevî uğrunda şehit olan ehl-i îman içindir.
Şerî’at-Tarîkat-Hakîkat
Tarîkat ve hakîkat, şerî’atın sûreti ile hakikatı meyânında mütevassıttır. Sûret-i şerî’at, velâyet kemallerinin şecere-i tayyibesi, nübüvvetin kemâlâtı ise, o sûretin hakikatının semeresidir. Velâyetin bütün kemâlâtının en mühimleri, sûret-i şerî’atın neticeleridir. Nübüvvetin kemâlâtı da hakikat-ı şerî’atın semereleridir. Tarikat ve hakikat, şerî’atın mütememmimleridir…
Yine ma’lumları olsun ki, şerî’at, üç cüz’den mürekkebdir: bunlar da ilim, amel ve ihlâsdan ibarettir. Bu üç cüz’ün her biri tahakkuk etmedikçe, şerî’atın kemali tahakkuk eylemez. Ne zaman ki, şerî’at tahakkuk eder, rızây-ı Bârî hâsıl olur. Rızây-ı Mevlâ ise, bütün dünyevî ve uhrevî sa’âdetlere kefildir.
Tarikat ve hakikat, üçüncü cüz’ olan ihlâsın tekmîlinde şerî’atın hâdimleridir. Anın içün “Tarîkat ve hakikat şerîâta hâdimlerdir” denilmiştir. Bunları tahsilden maksud, tekmîl-i şerî’at olup şerî’atın dışında hiç bir emir yoktur.
Tefrika
Vasiyetim olsun: Tefrikaya düşmeyiniz. Kavmiyet gütmeyiniz. Ehl-i Sünnet’in gayri olan yanlış yollara sapmayınız.
Tek Hedef
Bizim para, pul, mevki, makam, siyaset, politika, kavga ve gürültüyle işimiz yok. İstisnasız her müslümanın çocuğunu da okuturuz. Bir tek fert geri dönmüşse haber versinler.“
Trafik Kazâları ve Âyetü’l-Kürsî’nin Esrârı
Resûlullah (sall’allâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz‘in 27 sır kâtibi vardı. Âyetü’l-Kürsî
Hicret’ten sonra bir gece yarısı nâzil olduğunda onu, Resûlullah’ın sır
kâtiplerinden Zeyd bin Sâbit (radıy’allâhu anh) yazmıştır.
Âyetü’l-Kürsî‘ye ta’zim ve tebcîl için, bir rivâyete göre 40
bin, diğer bir rivâyete göre 80 bin melek nâzil olmuştur. Âyetü’l-Kürsî‘ye
çok muazzam ve muhterem bir melek hâdimdir.
Bugün bütün vâsıtalar tehlike hâlindedir. Ancak
ta’limât-ı İlâhiye ile bu tehlikelerin önüne geçilebilir. [Hava], deniz ve kara vâsıtalarına
binerken «Bismillâhi mecrâhê ve mürsêhê inne Rabbî le Ğafûru’r-Rahıym
[Meâli: Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allâh'ın ismiyledir. Muhakkak ki
Rabbim, çok mağfiret edici ve çok rahmet edicidir]» (Sûre-i Hûd, 41)
diye okuyan kimse, her türlü tehlikeden muhâfaza olunur.
Sokağa çıkarken 7 Âyetü’l-Kürsî okuyup,
her defasında 6 cihete üflemeli. Yedincide, “Velâ yeûdühû hıfzuhümâ ve
hüve’l-aliyyü’l-azıym” diye 3 defa okuyup “Huu” ile içine “Huu”lamak
lâzım. Bu ta’limat ile vesâite binenleri, Cenâb-ı Hakk her türlü felâketten
korur. Bunu söylemezdik ama, tehlikelerin umûmiyeti bizi bu esrârı söylemeye
mecbur etti. Hakikaten muazzam bir esrâr-ı İlâhîdir. Ne akıl, ne mantık, ne san’at,
hiç biri ona tahammül edemez. Bunun adına “Kerâmetü’n-Nebî”
derler.
Bu insanlar, isyanları ile kok kömürü
hâline gelmişlerdir. Kuruların yanında yaşlar da yandığından, o yaşları
kurtaralım diye bu esrârı ifşâ ediyoruz.“
Ünvanınız
„Sizler, “El-mücâhid fî sebîlillâh, el-müştâk ilâ cemâlillâh, hüve ünvânüküm”(Ünvanınız: Cemal-i ilâhiye âşık, Allah yolunda mücahitlersiniz).“
Vahdet-i Vücud
„Ey İslâm Cemaatı! Biz hayatta olduğumuz halde, Vahdet-i Vücud’a gidilebileceğini mi zannediyorsunuz? Böyle bir zanna kapılmayınız, çünkü biz hayattayız.
Size ta’lim edilen Hak yolundan ayrılmayın. Vahdet-i Vücud ve sair nuru sönmüş tarîklere aslâ rağbet etmeyin.
Vakıfta Dâvâcı, Resûlullah (s.a.v.)’ın Vârisidir
Vakfedilen mala; mâlik-i hakîki Cenâb-ı Hakk, mâlik-i mecâzî insandır. Vakfeden: “Bu malı hakîki mâlikine teslim ettim, bıraktım” demek istiyor. (Bu bakımdan sûi isti’mâle uğrayan) vakıfta dâvâcı: Vâris-i Resûlullah, dâvâ vekîli: Fahr-i Âlem (s.a.v.), hâkim: Cenâb-ı Hakk’tır. Vakfa musallat olanların hâli perişan olur.“
Süleyman aleyhisselâm, kendisine postalık yapan Hüdhüd kuşunu gücendirdiği bir gün; Hüdhüd, Hz. Süleyman’ı tehdit makamında, “Vakıf tarladan toprak alır, mülküne serper ve saltanatını yıkarım” dediği rivâyet olunmuştur.
Varlığında En Ucuz, Yokluğunda En Aziz Olan Şey
Âyet-i Kerîme meâli:
«(Habîbim) de ki: Suyunuz yerin dibine savulup giderse, söyleyin bakalım, size kim bir akarsu getirebilir?» (Sûre-i Mülk, 30)
„Burada bütün nîmetlerin arasından “su” zikredildi. Çünkü susuz hayat olmaz. Onun yokluğu çok ağırdır. Eşya içinde “ehven-i mevcûd, eazz-i mefkûd” (varlığında en ucuz, yokluğunda en azîz) kabul edilir.
Bu dünyanın en büyük nîmeti “su”dur. Hazret-i Mevlâ onun içine, “el-Hayy” ism-i şerîfinin esrârını koymuştur…
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in şefâat-ı uzmâları olduğundan, beşeriyyet ne kadar isyân ve tuğyâna gitse de, Hazret-i Mevlâ suya yok olması için emir vermiyor. Müptelâ olduğumuz bütün darlık ve yoklukların hepsi hidâyete dâvet ve îkaz içindir.
Bazı insanlar utanmadan pahalılıktan ve buhrandan bahsederler. Halbuki bugün zamanımızda en pahalı ve en buhranlı metâ’ din olmuştur. Buna varıp parmağını basan yok. İtaatullahtan mahrum olan milletler ve memleketler, maddeten ne kadar bolluk içinde olsalar da, yine darlıktadırlar. Çokluk para ile olmaz. Berekât-ı ilâhiyye lâzımdır.“
Yemekte Niyet
Yemek yerken, su içerken, “İbâdet için kuvvet olsun yâ Rabbî” diye, Mevlâ’nın huzuruyle olduğunu düşünmek lazım.
Yeryüzü Yuvarlaktır, Cennet de Öyle…
«Onların Rabbleri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir…»(Sûre-i Beyyine, 8 )
„Sekiz cennetten altısı sıfâtının, ikisi de zâtının ve cemâlinin cennetidir. Cennât-i Adn, [sâir] cennetlerin görülebileceği bir yerdir ki, hepsinin ortasıdır. Orada, bütün cennetleri seyretmek için minberler vardır. Dileyen kimseler bu minberlerden diğer cennetleri seyredebilirler. Bundan, cennetin de dünya gibi yuvarlak olduğunu anlıyoruz.“
Yunus Emre
Yûnus Emre’den söz eden birine:
- Yûnus Emre ne yapmış; vahdeti vahdette aramış. Köşesine çekilmiş kendine hizmet etmiş. Biz, vahdeti kesrette (çoklukta), rızâ-i Hakk’ı halk arasında, halka hizmette arıyoruz. Enbiya-i Mürselîn yolundayız, buyurdular.
… ve Diğer Sözler
- Benim evlatlarıma Tarih öğrenmek farzdır.
- Benim evlatlarımın her biri bir Süleyman’dır. Ben daha yüz sene yaşayacağım.
- Ben size “eceztü” dediğim zaman sizler alim olmadınız, ilmin anahtarlarını almış oldunuz. Bu aldığınız anahtarla Anadolu’ya gidecek, büyük büyük kitapları açacaksınız ve onun içindeki hakikatleri Ümmet-i Muhammed’in evladına anlatacaksınız.
- Ben şu denî dünyayı, evlâtlarımın kirli tırnağına değişmem.
- Biz akla ve zekâya kıymet vermeyiz. Salıverdin mi evinin yolunu bulabilecek kadar aklı olsun kâfidir.
- Biz Cenab-ı Hakk’ın Ahirette bize vereceği selahiyetle, mahşer halkına şöyle dürbünle bakacak, kimin bize bir merhabası, ilgisi, sevgisi, alakası, Allah yolunda bir hizmeti varsa hepsine şefaat edecegiz.
- Biz, terakkî anlarında çürükleri terkederiz. Asker de harekât ânında hastaları bırakır. Bununla beraber, nâdim olup dönenler, kabul olunur.
- Bu dinin garip anlarında hizmet gören, saltanatını sürmeden ölmez. Benim kardeşlerim fukara olmayacak.
- Bu dünyanın cefâsından sefâsına sıra gelmez, gâfil olmayın, ilme çalışın, geçen günler geri gelmez.
- Ders okuturken takıldığınız bir yer olursa, orada fazla durmayın. Nasıl ki etrafı kazılan bir ağaç kolayca devrilirse, evveli ve âhiri anlaşılan kitabında ortasını anlamak kolaylaşır.
- Dışımız halk ile, içimiz Hak ile…
- Din asıl, dünya ve siyaset fer’idir. Dünya ve siyaset dinin inkişâfına alet olabilir. Fakat din, dünya menfaat ve siyasetine âlet olamaz. Âlet edenlere lanet vardır.
- Edep, akıl ve şeriata muvâfık hâl ve harekete denir.
- Ey İslâm Cemaatı! Biz hayatta olduğumuz müddetçe, Resûlullâh’ın eshâbına yalan isnadında ve iftirada bulunulabileceğini mi zannediyorsunuz? Böyle bir zanna kapılmayınız, çünkü biz hayattayız.
- Her yerde birlik ve beraberlik lazımdır. Muvaffak olmak için her hususta ittifak etmeli ve dayanışmayı asla elden bırakmamalıdır. Çünkü Allah’ın nusreti, maddi ve manevi yardımı cemaat ile beraberdir. Toplu çalışanlar bunun semeresini kısa zamanda elde ederler.
- Hizmet muvaffak olsun da, varsın bizim yerimiz caminin pabuçluğu olsun.
- Hulûs-i kalble tahsil olunan ilim, ayn-ı ibâdettir.
- İlim, muhabbet, kâmil itikad ve havf isyâna mânidir.
- İlim, nûr-ı ilâhidir. İnsan ise kovan. Kirli bir kovanda arının durmadığı gibi, isyan ve zulmetle kirlenmiş vücud ve kalbde de ilim durmaz.
- İlmin farz-ı ayın olduğu bu günde, sekiz saatten aşağı ders okumak kâfî gelmeyecek.
- İnsan gibi, ilminde anâsırı erbaası vardır; ağızdan öğrenmek ve anlatmak, gözünden görmek, kulağından işitmek, eliyle yazmakla beraber, kalbiyle de feyz-i ilâhiyi çekecek.
- İnsanlarla iyi geçininiz. Kimseyi darıltmayınız. Günün birinde araba kaldırmaya olsun, yarar.
- Kâinatı saran karanlığı kaldırma zamanı gelip de, ezelî hüküm icâbı ins ü cinnin nebîsi, Habîbü Rabbi’l-Âlemin Kur’ân-ı Kerim’le gönderilip âleme safâ verdiği gibi o Resûlullâh’ın hususî yaratılmış vârisleri de, ilâ yevmi’l-kıyam devam edecek olan dîn-i mübîni, binlerce belâya katlanarak yılmadan yürütecekler.
- Kalemsiz talebe, kurşunsuz avcıya benzer.
- Maşayı ateşe koyup çekmekle ısınmaz, beklerse ateş gibi olur, dersler de böyledir. Az okumaktan istifade o kadar olur.
- Râbıtaya ehil olmayanlara ilim öğretmek harâminin eline kılıç vermek gibidir. Fuyûzât-ı ilâhiden mahrum olduklarından öğrendikleri ilmi dünya menfaatine âlet ederler.
- Sihir, insanın nefsindeki habâseti, başka bir habâsete bağlayarak, bir başkasına havâle etmektir.
- Tırnağını
şu dünyaya değişmediğimiz bir evlâdımız için, küre-i arzın altı üstüne
gelse, bir şey lâzım gelmez.
Yâ Rabbî! Dünyayı kalbime koyma, elimden de alma.
KRONOLOJİ
Miladi/Rûmi
1888/1304 Süleyman Efendi (k.s.), Silistre’nin Hezergrad kasabasının Ferhatlar köyünde dünyaya geldi.
1913/1329 Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medreseleri Kısm-ı Âli (Sahn) Medresesi’ne girdi. Doğrudan üçüncü sınıftan başladı.
1915/1331 3. Sınıf 1. şubesini 90 üzerinden 88 puanla bitirdi.
1916(Eylül)1332 4. Sınıfı 80 üzerinden 76 ile bitirdi.
1916 (30 Eylül) 1337 Medresetü’l-Mütehassisîn’in (Süleymaniye Medresesi) Tefsir-Hadis kısmına girerek Hâfız Ahmed Paşa Medresesi’ne kaydoldu.
1918/1334 İstanbul Müderrisliği Ruûsu verildi.
1919
(27 Mayıs)/1335 Süleymaniye Medresesi’nin Tefsir-Hadis şubesinden mezûn oldu.
1926 Köyü olan Ferhatlar’ı son defa ziyaret ederek 40 gün kaldı.
1927 Babası Osman Efendi vefat etti.
1936 Bilfiil irşâd vazifesine başladı.
1939 İlk defa tevkif edilerek, birinci şubenin tabutluklarında işkence ve hakaretle dolu 3 gün geçirdi.
1941 Bulabildiği bir kaç talebeye ilim öğretmeye başladı.
1944 İkinci defa tevkif edildi. Birinci şube tabutluklarında, 8 gün işkenceye tâbi tutuldu.
1949 Kur’ân Kursları’nın açılmasına, sınırlı da olsa müsâade eden kanunun yürürlüğe girmesiyle, Süleyman Efendi Hazretleri’nin ilim öğretme faaliyeti bir nebze rahatladı.
1951 Süleyman Efendi Hazretleri, Şehzadebaşı’ndan Kısıklı’ya taşındı ve Avrupa yakasındaki talebelerin tedrisini damadı Kemal Kacar’a bıraktı.
1951 Çamlıca’da, Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Bey’in köşkünün birinci katında ilk düzenli Kur’ân Kursu faaliyeti başladı.
1952 Çamlıca’da Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin Çilehanesi’nin yanında ilk resmî Kur’an Kursu, Üsküdar müftülüğüne bağlı olarak açıldı.
1956 Cezâyir Müslümanlar’ının Fransız sömürgeciliğiyle mücadelesi esnasında, va’zlarında “Müslüman kardeşlerimize duâ edelim” dediği için, defalarca karakola çağrıldı ve ifadesi alındı.
1957 Bursa’da tertiplenen mehdilik hâdisesi üzerine tutuklandı ve Kütahya Hapishanesi’nde, 69 yaşında olmasına rağmen 59 gün hapsedildi. İdam talebiyle yargılandı, berâat etti.
1959 (16 Eylül) İstanbul Kısıklı’daki Hâne-i Seâdetlerinde, 72 yaşında oldukları halde dâr-ı bekâya intikâl ettiler.
Miladi/Rûmi
1888/1304 Süleyman Efendi (k.s.), Silistre’nin Hezergrad kasabasının Ferhatlar köyünde dünyaya geldi.
1913/1329 Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medreseleri Kısm-ı Âli (Sahn) Medresesi’ne girdi. Doğrudan üçüncü sınıftan başladı.
1915/1331 3. Sınıf 1. şubesini 90 üzerinden 88 puanla bitirdi.
1916(Eylül)1332 4. Sınıfı 80 üzerinden 76 ile bitirdi.
1916 (30 Eylül) 1337 Medresetü’l-Mütehassisîn’in (Süleymaniye Medresesi) Tefsir-Hadis kısmına girerek Hâfız Ahmed Paşa Medresesi’ne kaydoldu.
1918/1334 İstanbul Müderrisliği Ruûsu verildi.
1919
(27 Mayıs)/1335 Süleymaniye Medresesi’nin Tefsir-Hadis şubesinden mezûn oldu.
1926 Köyü olan Ferhatlar’ı son defa ziyaret ederek 40 gün kaldı.
1927 Babası Osman Efendi vefat etti.
1936 Bilfiil irşâd vazifesine başladı.
1939 İlk defa tevkif edilerek, birinci şubenin tabutluklarında işkence ve hakaretle dolu 3 gün geçirdi.
1941 Bulabildiği bir kaç talebeye ilim öğretmeye başladı.
1944 İkinci defa tevkif edildi. Birinci şube tabutluklarında, 8 gün işkenceye tâbi tutuldu.
1949 Kur’ân Kursları’nın açılmasına, sınırlı da olsa müsâade eden kanunun yürürlüğe girmesiyle, Süleyman Efendi Hazretleri’nin ilim öğretme faaliyeti bir nebze rahatladı.
1951 Süleyman Efendi Hazretleri, Şehzadebaşı’ndan Kısıklı’ya taşındı ve Avrupa yakasındaki talebelerin tedrisini damadı Kemal Kacar’a bıraktı.
1951 Çamlıca’da, Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Bey’in köşkünün birinci katında ilk düzenli Kur’ân Kursu faaliyeti başladı.
1952 Çamlıca’da Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin Çilehanesi’nin yanında ilk resmî Kur’an Kursu, Üsküdar müftülüğüne bağlı olarak açıldı.
1956 Cezâyir Müslümanlar’ının Fransız sömürgeciliğiyle mücadelesi esnasında, va’zlarında “Müslüman kardeşlerimize duâ edelim” dediği için, defalarca karakola çağrıldı ve ifadesi alındı.
1957 Bursa’da tertiplenen mehdilik hâdisesi üzerine tutuklandı ve Kütahya Hapishanesi’nde, 69 yaşında olmasına rağmen 59 gün hapsedildi. İdam talebiyle yargılandı, berâat etti.
1959 (16 Eylül) İstanbul Kısıklı’daki Hâne-i Seâdetlerinde, 72 yaşında oldukları halde dâr-ı bekâya intikâl ettiler.
Yüce Rabbim şefaatlerine nail eder inşaAllah ...
YanıtlaSilKapısında kul-köle-paspas olmak nasib eder inşaAllah ...
O yüce Üstaza layık evlat olabilme ümidi ile şefaatleri üzerimize daim olsun.. Bu gün o'nun hizmetlerinin 160 ülkede artarak devam ediyor olması o zâtın mânevi tasarrufunun hala artarak devam ettiğinin işaretidir..
YanıtlaSilYoruma Mahal mi Var Kelimeler Kifayet Eder mi Sizce .. Bazen Susmak Gerekir Aynen Şimdi Olduuu gibi .. SaygılarımLaaa . . .
YanıtlaSil