Nûh (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği 2.Bölüm
Nûh (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği 2.Bölüm
Nûh (a.s.), dâvetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona
ve inananlara eziyetlerini daha da şiddetlendiriyorlardı. Nûh (a.s.)
onların bütün bu tahammül edilmez eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve
onları kurtarmak için bir an olsun boş durmuyordu. Asırlar süren bu
yorucu tebliğ faâliyeti, kavminden çok az bir topluluk dışında,
kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı: “Pek az kimse onunla beraber
inanmıştı” (11/Hûd, 40).
Azgınlaşan kavmi, Allah Teâlâ’ya meydan okurcasına Nûh
(a.s.)’a şöyle çıkışıyordu: “Ey Nûh! Bizimle cidden tartıştın; hem de
çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azâbı başımıza
getir’ dediler” (11/Hûd, 32). Onlar, Nûh (a.s.)’ın tebliğine
kulaklarını tıkadıkları için, onun ne söylediğini bir türlü idrâk
edemiyorlardı. Nûh (a.s.), belki düşünürler diye, azâbın sahibinin
Allah olduğunu ve O’nun kudretinin sınırsızlığını bir kez daha onlara
tebliğ ediyordu: “Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O’nu
âciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek
istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. O’na döndürüleceksiniz”
(11/Hûd, 33-34).
Nûh (a.s.), bu zâlim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı.
Kavmi için hiç bir kurtuluş yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini
artırdıkça artırdılar. Bunun üzerine Nûh (a.s.), dokuz asırdan fazla
bir müddet tahammül ettiği zorluklar karşısında hiç kimseye tesir
edemediğini ve edemeyeceğini anlayınca, kavminin durumunu Allah
Teâlâ’ya havâle etmekten başka çare bulamadı. Allah Teâlâ, onun bu
durumunu Kur’an-ı Kerim’de şöyle dile getirmektedir: “Nûh; ‘Rabbim!
Kavmim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve
beraberimdeki iman edenleri kurtar’ dedi” (26/Şuarâ, 117-118); “Nûh;
‘Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et’ dedi”
(23/Mü’minûn, 26); “O da; ‘Ben yenildim, bana yardım et!’ diye Rabbine
yalvarmıştı” (54/Kamer, 10).
Allah Teâlâ da ona, kavmini sularla helâk edeceğini, bunun
için bir gemi yapmasını bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine acıyıp
da, onlar için bağışlama dilememesi gerektiğini de bildirdi: “Nûh’a;
‘Senin kavminden iman etmiş olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların
yapageldiklerine üzülme. Nezâretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi
gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana başvurma. Çünkü onlar suda
boğulacaklardır’ diye Allah tarafından vahyolundu” (11/Hûd, 36-37).
Nûh (a.s.), Cebrâil (a.s.)’ın gözetimi altında gemiyi yapmaya
başladı. Müşrikler yanına geldikleri her defasında onunla alay
ediyorlardı: “Gemiyi yaparken kavminin inkârcı ileri gelenleri yanına
uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da; ‘Bizimle alay ediyorsunuz ama,
alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan
azâbın kime geleceğini ve kime sürekli azâbın ineceğini göreceksiniz’
dedi” (11/Hûd, 36-39).
Taberî, Nûh (a.s.)’ın, kavmini İslâm’a dâvet edişi, gemiyi
yapmaya başlaması ve kavminin onunla alay edişi hakkında, Âişe (r.
anhâ)’dan rivâyetle, Rasûlullah (s.a.s.)’ın şöyle söylediğini
nakletmektedir: “Nûh, kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı.
Bu zaman zarfında onları hakka dâvet etti. Son zamanlarına doğru bir
ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü. Sonra onu kesip gemi yapmaya
başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne yaptığını soruyorlar ve
onunla dalga geçerek şöyle diyorlardı: ‘Onu yap; karada gemi
yapıyorsun; bakalım nasıl yüzdüreceksin?’ Nûh (a.s.) da onlara;
‘yakında bileceksiniz!’ diyordu” (Taberî, Târîhu’r-Rasûl vel-Mulûk,
Beyrut 1967, I, 180). Ve yine ona; “Nebîliği bırakıp marangozluğa mı
başladın?” diyerek eğleniyorlardı (a.g.e., I, 183).
Nûh (a.s.)’ın yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında İbn
Abbas (r.a.)’dan şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: “Geminin
uzunluğu, Nûh’un babasının dedesinin (yani İdris (a.s.) zirâ’ıyla üç
yüz zirâ’; eni elli zirâ’; yüksekliği otuz zirâ’; su seviyesinden
yukarısı ise altı zirâ’ idi. Katlara ayrılmış olan geminin üç kapısı
bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste açılmıştı (Taberî, a.g.e., I, 182).
Bu rivâyetin doğruluğunu Allah bilir.
Nûh (a.s.), gemiyi inşâ ederken, tahtaları birbirine mıhlar
kullanarak çakmıştı: “Onu, tahtadan yapılmış, mıhla/çiviyle çakılmış
bir gemiye bindirdik” (54/Kamer, 13). Nûh (a.s.) bu esnâda, artık
tamamen yüz çevirdiği kavminin durumunu Allah Teâlâ’ya arzediyor ve
onları bütün imkânlarını kullanarak şirkten nasıl vazgeçirmeye
çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı tutumu O’na
şikâyet edip yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu.
Nûh (a.s.)’ın adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı
sûrede bu durum şöyle anlatılır: “Nûh dedi ki: ‘Rabbim! Doğrusu ben,
kavmimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden
uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben Senin onları bağışlaman için
kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar,
elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler.
Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa,
gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: ‘Rabbinizden bağışlanma dileyin;
doğrusu O, çok bağışlayandır. “Nûh, ‘Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş
kaldırdılar ve malı, çocuğu Kendisine sadece zarar getiren kimseye
uydular. Birbirinden büyük hilelere başvurdular’ dedi. İnsanlara;
‘sakın tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva’, Yağûs, Yeûk ve Nesr
putlarından asla vazgeçmeyin!’ dediler. Böylece birçoğunu saptırdılar.
Rabbim! Sen bu zâlimlerin sadece şaşkınlığını artır. Nuh dedi ki;
‘Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkârcı bırakma. Doğrusu Sen onları
bırakırsan kullarını saptırırlar; ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını
doğurup yetiştirmezler” (71/Nûh, 5-11, 21-24, 26-27).
Allah Teâlâ, bu kavme helâkı umûmî kıldığı gibi, Nûh (a.s.)
da bunun umûmî olmasını istemişti. Çünkü, asırlar süren dâveti
neticesinde anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi
inkarcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir: “Bir sonraki asır
geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu. Sonra gelen
nesiller; ‘Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve
onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri değildir’
diyorlardı” (Taberî, a.g.e., I, 182).
Yeryüzünde ilk defa fesad çıkararak, zâlimlerden olan bir
toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ’nın takdir etmiş olduğu vakit
yaklaşmakta idi. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)’a Tûfanın gelişini haber veren
alâmet olarak, tandır (tennûr)dan suların kaynamasını göstermişti.
Tandırdan su kaynamaya başlayınca Allah Teâlâ, ona her cins canlıdan
ikişer çifti ve kendisine iman edenleri gemiye bindirmesini vahyetti:
“Emrimiz gelip tandırdan sular kaynamağa başlayınca; her cinsten ikişer
çifti ve aleyhine hüküm verilmemiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu
ve mü’minleri gemiye bindir’ dedik. Zâten onunla beraber pek az kimse
iman etmişti.” (11/Hûd, 40).
Onunla beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen
kişi arasında değişen rivâyetler vardır (Taberî, a.g.e., I, 187-189).
Nûh (a.s.) ile, ailesinden Ham, Sam, Yâfes adlarındaki üç oğlu da
gemiye binmişti. (Hz. Nûh’un oğullarının kaç tane olduğu ve isimleri
Kur’an’da ve sahih hadislerde geçmez). Ancak dördüncü oğlu Kenan (Yam),
ona iman etmediği için gemiye binmemişti. Sular her yeri kaplamaya ve
gemi yüzmeye başlayınca Nûh (a.s.) oğluna; “Ey oğulcuğum! Bizimle
beraber gel; kâfirlerle birlik olma” diye seslendi. Oğlu; “Dağa
sığınırım, beni sudan kurtarır” deyince, Nûh; “Bugün Allah’ın
buyruğundan, O’nun acıdıkları dışında kurtularak yoktur” dedi.
Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı” (11/Hûd, 42-43).
Nûh (a.s.), muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu
bilmediği için, Allah Teâlâ’ya; “Rabbim! oğlum benim ailemdendi.
Doğrusu senin va’din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin”
diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek
istemişti. Allah Teâlâ, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey
ifade etmediğini, insanların birbirinden olmalarının yegâne ölçüsünün
akîde olduğunu; “Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü
bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme” âyetiyle Nûh
(a.s.)’a bildirerek, ortaya koymuştur.
Tûfan, gemidekilerin dışında hiç kimsenin sağ kalmasının
mümkün olmadığı bir şekilde her yeri sular altında bırakmıştı. Gök,
kapılarını açarak sularını boşaltmış; Yer, her tarafından sular
fışkırtmaya başlamıştı: “Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan
sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki su, takdir
edilen bir ölçüye göre birleşti” (54/Kamer, 11-12).
Allah’a isyanda direten ve O’nun elçisine olmadık eziyetleri
revâ gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan
zâlim bir topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zâlimlerin sonunun ne
olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tûfan ile helak edilmişti. Allah
Teâlâ, inkârcı zâlimler helâk olduktan sonra, Tûfanı sona erdirmiş ve
mü’minlerin bulunduğu gemiyi selâmetle Cûdî dağı üzerine durdurtmuştu;
“Yere; ‘Suyunu çek!’ göğe; ‘Ey gök sen de tut!’ denildi. Su çekildi, iş
de bitti. Gemi Cûdîye oturdu. ‘Haksızlık yapan millet Allah’ın
rahmetinden uzak olsun!’ denildi” (11/Hûd, 44).
Taberî’nin Resulullah (s.a.s.)’e dayandırılan bir rivâyetine
göre Tûfan, altı ay sürmüştür. Recebin ilk günlerinde başlayan Tûfan,
Muharremin onuncu gününde son bulmuş ve gemi Cûdî dağının üzerine
oturmuştu. Nûh (a.s), şükür için, herkese oruç tutmasını emretmişti
(Taberî, a.g.e., I,190). Bu gün, Aşûre günü olarak o zamandan günümüze
dek hâtırasını sürdürmüştür.
İnkâr edip yeryüzünde fesad çıkaran topluluk yok edilip sular
çekildikten sonra, Allah Teâlâ peygamberine artık emniyet içerisinde
gemiden inebileceğini bildirmişti: “Ey Nûh! Sana ve seninle beraber
olan topluluklara bizden bir selâmet ve bereketle gemiden in” (11/Hûd,
48). Nûh (a.s), gemiden indikten sonra, Semânîn diye isimlendirilen bir
yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ömer
(Cizre)’in yakınında bulunmaktadır (a.g.e., 189).
Diğer bir rivâyete göre de Nûh (a.s.) gemide yüz elli gün
kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi Mekke’ye yöneltmiş; gemi kırk gün Beytullah
etrafında dönmüş ve sonra da Cûdi’ye yönelterek orada durdurmuştu
(M.Ali Sabûni, en-Nübüvve vel-Enbiyâ, Dımaşk 1985, 154). Geminin
kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hâlâ bulunuyor olmalıdır.
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, insanlara ibret olsun diye onu,
bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir: “And olsun ki Biz, o gemiyi
bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur” (54/Kamer, 15).
Rivâyete göre Nûh (a.s) ile birlikte Tufandan kurtulanlardan,
Nûh (a.s) ve oğulları dışında kalanlar, yok olup gitmişler ve sonraki
nesiller Sam, Ham ve Yafes’ten türemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “Biz onun soyunu sürekli kıldık” (37/Saffât, 77).
Rasûlullah (s.a.s.) bu âyeti okuduğu zaman, sürekli kılınanlardan
kastın, Ham, Sam ve Yafes olduğunu söylemiştir (Taberî, a.g.e., I,
192). Tarihçiler; Sam’ı, Arapların ve Fars’ların atası; Ham’ı, Zenciler
ve Habeşlilerin atası ve Yafes’i de Türkler, uzak doğu milletleri,
Berberîler, Çinliler ve Mâverâünnehir kavimlerinin atası olarak kabul
etmektedirler (İbnul-Esîr, el-Kâmü fi’t-Tarih, Beyrut 1979, I, 78).
Nûh (a.s)’ın tûfana kadar dokuz yüz elli yıl yaşadığı
kesindir: “Şüphesiz ki Biz Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik.
Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı” (29/Ankebût, 14). Ancak,
Tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. İbn Abbas
(r.a.)’ın görüşüne göre, Nûh (a.s.) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır
ve öldüğünde de Mescid-i Haram’a yakın bir yere defnedilmiştir
(Sabûnî, a.g.e., 154).
Nûh (a.s), Ulûl-Azm peygamberlerin ilkidir. Allah Teâlâ onu,
“çok şükreden kul (abden şekûrâ)” olarak isimlendirmiş ve kıyâmete
kadar gelen nesiller, anıp selâm getirsinler diye onun ismini herkesçe
bilinir kılmıştır: “Sonra gelenler içinde, âlemlerde, Nûh’a selâm olsun
diye ona iyi bir ün bıraktık. Doğrusu o, Bizim inanmış
kullarımızdandı” (37/Sâffât, 81-82). Ve o, sonraki peygamberler için,
tâkip edilmesi gereken bir önder kılınmıştır: “İbrahim de şüphesiz, onun
yolunda olanlardandı” (37/Sâffât, 83).
Allah Teâlâ, Peygamberimize, kendisine yapılan itiraz ve
işkencelere karşı, Nûh (a.s.) ve onun yolunda olan diğer ulul-azm
peygamberler gibi sabretmesini emretmektedir. Yani o, Rasûlullah
(s.a.s.)’a bir örnek olarak gösterilmektedir: “Rasullerden azim ve
sebat sahibi (ulu’l-azm) olanların sabrettiği gibi sen de sabret”
(46/Ahkaf, 35). Nûh (a.s), Peygamber (s.a.s.)’e ve inanan tebliğcilere
bir numûne olarak gösterildiği gibi; onun inkârcı kavminin helâkı da,
müslümanlara zulmetmeyi gelenek haline getiren sapık topluluklara bir
örnek olarak sunulmaktadır. (1)
Âdem (a.s.) ile başlayan iman kafilesi, uzun yolda yürümesine
devam ediyor. Fakat asırlar geçtikçe insanoğlu yeni şartların
dalgaları içinde çalkalanıp rotasını kaybedebiliyor. Zira insan beşer
olma hasebiyle kendisine öğretilenleri unutabilirdi, zaafa düşebilirdi
ve şeytana mağlûp olabilirdi. Yüce Allah, böyle sapıklığa itilmiş olan
insanoğlunu asla yalnız bırakmamış, gerekli zamanlarda
elçilerini/peygamberlerini göndermiştir. Çünkü beşeriye elçisiz,
lidersiz ve öndersiz olamazdı. Onlara İslâm’ı tebliğ edecek ve İslâm’ı
hâkim kılacak birinin olması kaçınılmazdır. O gün böyleydi, bugün de
böyledir, yarın da böyle olacaktır. Bu elçiler veya o elçilerin
vârisleri, onların yolunu sürdürenler, dünü bugüne bağlayan, bugünü de
yarına bağlayacak olan en önemli etkenlerdir.
Tevhid caddesinde yürürken trafik levhalarına veya yoldaki
işaretlere bağlı kalmadan yürümek sağlıklı olamaz. Çünkü fırsatı
kollayan (hak yoldaki trafik canavarı) İblis, her an pusudadır. İşte,
peygamberlerine kulak verip onlara itaat eden mü’minler tevhid
caddesinde tökezlemeden yürümüş, kulak vermeyip itaati reddedenler de
tevhid caddesinde tökezlenip kalmışlardır. İdris (a.s.)’den sonra
tökezlenip bataklığa saplanmış insanoğluna Yüce Allah, Nuh (a.s.)’u
gönderdi.
Azâbı hak eden her toplum gibi onlar da peygamberlerini
yalanladılar. Kıskançlık ve gururlarından ötürü kavmi, Nuh’un her
dâvetinde ona karşı çıkmış, âlemlerin Rabbine teslim olmaya
yanaşmamışlardı. Onlar küfrü yücelik sanıyorlar, atalarının izlemekte
olduğu yol hak/doğru sanıyorlardı. Bu yolda öylesine şartlanmışlardı
ki., aralarından birinin elçi olarak çıkmasını kibir ve gururlarına
yediremiyorlardı. Allah’ın kendilerine gönderdiği peygambere karşı
çıkanların başında, kavmin ileri gelenleri, nüfuzlu kişiler ve aşiret
reisleri geliyordu. Bu kimselerin karşı çıkışlarının temelinde
hükümranlıkları ve basit çıkarları yatıyordu. Eğer onlar, peygamberin
getirdiği mesaja kulak verip Allah’a kulluğa yanaşsaydı, dünyevî tüm
saltanatları sarsılır ve artık despotluklarını sürdüremezlerdi. Ama bu
kavme saltanat, burjuva mantığı ve tuğyan sevdâsı öylesine işlemişti
ki, İlâhî mesaj asla fayda vermiyordu. Bu dünyevî egemenlik, onlara
Allah’ın dinini unutturmuş, onları haktan uzaklaştırmıştı. Hatta gurur
ve kinleri, alaya alma, tehdit etme ve işkence yapmaya kadar
kendilerini sürüklemişti.
Hak dâvânın tarihî seyrini tahlil ederken karşılaşacağımız
temel espri budur: Allah’ın elçileri mesajlarını kavimlerine
sunarlarken hep aynı reddiyeler ile karşılaşmışlardı; sanki karşı çıkan
müşrikler tek ağız kullanıyorlardı: “Biz senin ancak kendimiz gibi bir
insan olduğunu görüyoruz. İçimizde ancak ayak takımının/zayıfların
daha başlangıçta düşünmeden sana uydukları gözümüzün önündedir. Sizin
bizden üstün bir meziyetini de göremiyioruz! Nuh, bizler gibi alelâde
bir insandır. Ona vahiy geldiğini nasıl kabul edebiliriz? Ayak takımı ve
aşağı sınıf kimseler, Nuh’u hiç düşünmeden Allah’ın elçisi olarak
kabul etmektedir. Halbuki Nuh’un söyledikleri azıcık önemli ve değerli
olsaydı, eşrâf ve soylular ona ilk önce iman ederlerdi. (11/Nûd, 27).
Eğer Allah dileseydi melek indirirdi (23/Mü’minûn, 24). Eğer bu şahıs,
Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, hazinesi olacaktı, gâipten haberi
olurdu. Melekler gibi her türlü ihtiyaçtan müstağnî olurdu (11/Hûd,
31). Nuh ve yandaşları hangi üstünlüğe ve fazilete sahiptir ki sözleri
dinlensin. Bu adam (Nuh), aslında size hâkim olmak istiyor. Ve bu adam
bir “cin”in etkisindedir ki, onu divane haline getirmiştir.”
(23/Mü’minûn, 25).
Nuh kavminin elebaşları tıpkı her peygamberin kavminin ileri
gelenleri gibi, ulvî hakikatleri görmezlikten geliyorlar. Dünyevî
makamlar onların gözlerini kör ediyor da Allah’ın bildirdiği yüce
hakikatleri görmek istemiyorlar. Risâlet görevine peygamberlerin neden
seçilmiş olacağını farketmiyorlar. Çünkü onların kanaatine göre bu
vazife, bir insana verilmez. Eğer verilecek olursa da, bu kimse,
mutlaka kendileri gibi kavimlerinin ileri geleni veya yeryüzünde sözünü
geçiren birisi olmalıdır.
Nuh (a.s.)’un kavmi, İbrâhim (a.s.)’ın kavmi, Şuayb (a.s.)’in
kavmi… ve nihayet Muhammed (s.a.s.)’in kavminin ithamı, “ayaktakımı”
ile bir mi olacağız?” Onlara göre fakir ve kimsesizler, güçsüz ve
zayıflar ayaktakımıydı. Onlara göre mustaz’aflar bu dâvâya iman
etmişlerse, kendilerinin bu dâvâya iman etmeleri asla doğru olmazdı. Bu
beyefendiler(!) mustaz’afların inandığı dâvâya mı inanacaklardı?
Hayır, bu asla olamazdı. Bu onlar için bir felâketti.
O gün; Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Mûsâ, İsa (a.s.)’nın
kavimleri; dün Mekke müşrik toplumu; bugün de dünya müstekbirleri… Hep
aynı inanç, aynı söz ve aynı davranış… Sanki bunlar tarihin
başlangıcında bir araya gelmiş ve bu konuda yemin edip anlaşmışlardı.
Yani küfür ve şirk cephesinde yeni bir şey yok… (2)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder