Nûh (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği 1.Bölüm
اِنَّ اللهَ اصْطَفَى اَدَمَ وَنُوحًا وَاَلَ اِبْرَهِيمَ وَاَلَ عِمْرَانَ عَلَى الْعَالَمِينَ
“Gerçek şu ki, Allah Adem’i ve Nûh’u, İbrâhim âilesini ve
İmrân ailesini seçip bütün insanlığın üzerinde bir konuma çıkardı.”
(3/Âl-i İmrân, 33)
“Âlemler içinde selâm olsun Nûh’a. Gerçekten Biz ihsanda
bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, Bizim mü’min olan
kullarımızdandı.” (37/Sâffât, 79-81)
Nûh (a.s.), Allah Teâlâ’ya ibâdeti terkedip, tapınmak için
kendilerine putlar edinen ve böylece yeryüzünde ilk defa fesâda uğrayan
bir kavmi tevhid akîdesine döndürmek için gönderilen peygamberdir.
“Ulul-Azm” peygamberlerin ilki olan Nûh (a.s.)’un, kavmini tevhide
döndürmek için verdiği mücâdele, Kur’an-ı Kerim’de uzunca
zikredilmektedir. Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nûh (a.s.)’un
kıssası, şu sûrelerde mufassal olarak ele alınmıştır: 7/A’râf, 11/Hûd,
23/Mü’minûn, 26/Şuarâ, 54/Kamer ve kendi adıyla adlandırılmış olan
71/Nûh sûresi.
Nûh (a.s.), peygamber olarak gönderilinceye kadar, insanlık
genel olarak tevhid üzere hayatlarını sürdürüyordu. İnsanların çoğunluğu
tevhid üzere olup Allah Teâlâ’ya şirk koşmaktan kaçınırlardı. İbn Abbas
(r.a.)’dan şöyle rivâyet edilmektedir: “Âdem ile Nûh arasında on asır
vardır. Bu zaman zarfında insanların hepsi İslâm üzere idiler” (İbn Sa’d
et-Tabakâtû’l-Kübrâ, Beyrut t.y., I, 42). İbn Abbas (r.a.)’ın sözünde,
İslâm üzere on asırdan bahsedilmektedir. Bu on asırdan sonra, Nûh (a.s.)
gönderilinceye kadar, insanların sapıklık üzere bulundukları daha başka
asırların da olması muhtemeldir.
Ayrıca, İbn Abbas (r.a.)’ın bu sözü, tarihçilerin ve Ehl-i
kitab’ın zannettikleri gibi, Kabil ve oğullarının ateşe tapan bir
topluluk olarak varlığının sözkonusu olmadığını da ortaya koymaktadır.
Yani, toplum olarak tevhidden ilk sapma, Âdem (a.s.)’den en az bin sene
sonra olmuştur.
Allah Teâlâ’ya şirk koşan bu putperest topluluk, âniden
ortaya çıkmadı. İdris (a.s.)’dan sonra insanlar, onun şeriatına uyarak
ibâdet ediyor ve sâlih âlimlerin çizgisinden yürümeye özen
gösteriyorlardı. Bir zaman sonra insanların sevip uydukları bu sâlih
kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri onları kaybetmekten dolayı büyük
üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu hassâsiyetlerinden istifade
ederek, sevdikleri bu sâlih kişileri hatırlamak ve böylece onların
nasihatlerini zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu kişilerin her
zaman bulundukları yerlere, onların birer heykelini, anıtını dikmeyi
telkin etti. İlk defa put diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak
için dikmemiş ve onlara ibâdet edip şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak
bunların peşinden gelen nesiller zamanla bu heykellerin birer ilâh
olduğuna inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını vehmetmeye
başlamışlardı. Böylece yeryüzünde ilk defa, tevhid akidesinden sapılmış
ve insanlar Allah’tan başka ilâhlar edinerek O’na şirk koşmaya
başlamışlardı. Putları diken bu ilk neslin vebali oldukça büyüktür. Zira
onlar, bu putları dikmekle bir sonraki neslin putperest olmasına sebep
olan ve Allah’a şirk koşmayı ilk icad edenlerdir. Ayrıca onlar, canlı
sûretler yapmakla da Allah Teâlâ’nın azâbına müstahak olmuşlardır. Hz.
Peygamber (s.a.s.) canlı bir şeye benzer bir sûret yapan kimse için
şöyle buyurmaktadır: “Her kim bir sûret yaparsa, Allah Teâlâ ona kıyamet
günü, yaptığı sûrete ruh verinceye kadar azap edecektir. O kimse ise
asla bunu başaramayacaktır”, Kıyamet günü en şiddetli azap suret
yapanlara olacaktır. Onlara; “yarattıklarınızı diriltin bakalım”
denilecektir” (Buhârî, Libâs, 89, 97).
Nûh kavminin tapındığı putların her birinin, Kur’an-ı
Kerim’de zikredildiğine göre bir adı vardı: “…‘Ved, Suva’, Yağûs, Yeûk
ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’ dediler” (71/Nûh, 23). Allah
Teâlâ, İlâhî rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete erebilmeleri için
sapıtan bütün topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece onlara,
şirk ve isyan bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir.
Peygamber, Allah Teâlâ’nın kullarına rahmetinin en açık bir delilidir.
Allah Teâlâ, elîm Cehennem azâbından sakındırmaları için peygamberlerini
göndermiş; bunlardan, inkârcıların isyan ve işkencelerine karşı
sabrederek, tebliğlerine devam etmelerini istemiştir. Nuh (a.s.) da,
kavmine gönderildiği zaman, büyüklenmelerine, bütün aşırılıklarına ve
vurdumduymazlıklarına rağmen onlara şefkatle yaklaşarak, kendilerini
gelecek can yakıcı azâba karşı korumak istemiştir. Allah Teâlâ, Nûh
(a.s.)’un, kavmine gönderilişi hakkında şöyle buyurmaktadır: “Kavmine
can yakıcı bir azap gelmeden önce onları uyar” diye Nuh’u milletine
gönderdik” (71/Nûh, 1).
İyice azıtmış ve korkunç bir helâkle cezalandırılmayı hak
etmiş bir topluluk olan Nûh kavmine, bu helâkten kurtulmak için Rahmânî
bir el uzatılmıştı. Allah’ın elçisi Nûh (a.s.), şirki bırakıp tevhid
akidesine dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara yaptığı ilk
tebliğ, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle zikredilmektedir: “…Ey kavmim! Allah’a
kulluk edin. O’ndan başka ilâhınız yoktur; doğrusu sizin için büyük
günün azâbından korkuyorum’ dedi.” (7/A’râf, 59); “Ben sizin için apaçık
bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben,
hakkınızda can yakıcı bir günün azâbından korkuyorum’ dedi.” (11/Hûd,
25-26); “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh
yoktur. Sakınmaz mısınız?’ dedi.” (23/Mü’minûn, 23); “Ey Milletim!
Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah’a kulluk
edin, O’ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı
bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah’ın
belirttiği süre gelince geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!” (71/Nûh,
2-4).
Nûh (a.s.)’ın bu tebliği karşısında onlar, büyüklenerek ve
şımararak Nûh (a.s.)’a türlü şekillerde saldırılarda bulunmuşlar ve
çeşitli kötülüklerle onu itham etmişlerdir. Her zaman hakkın karşısında
durup toplumlarını peygamberlere uymaktan alıkoyan mele’ (ileri
gelenler) Nûh (a.s.)’un da karşısına çıkmış, Kureyş’in ileri
gelenlerinin Hz. Muhammed (s.a.s.)’e yaptıklarını andıran bir tarzda,
onu sapıklık ve sefihlikle itham etmişlerdi. Nûh (a.s.) onları,
Allah’tan başkasına kulluk etmemeye çağırdığında; “Kavminin ileri
gelenleri: ‘Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz’ dediler. Nûh
onlara; ‘Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur; ancak ben âlemlerin
Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt
veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı
ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak için aranızdan bir vâsıtayla
Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?’ dedi” (7/A’râf,
61-63).
Şirkin ve küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar, tarihin her
döneminde Allah Teâlâ’nın, bir elçi gönderdiği zaman, o hangi topluma
gönderiliyorsa o toplum içerisinden çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık
gerçekleri görmemişlerdir. Nûh kavmi de ona itiraz ederken, Allah
Teâlâ’nın elçisinin bir insan değil ancak bir melek olabileceğini ileri
sürmüştü: “Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz”
(11/Hûd, 27); “Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir.
Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi.
İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik” (23/Mü’minûn, 24).
Mustaz’af insanlardan bir topluluğun etrafında toplanıp onu tasdik
etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini tesirsiz bırakmak için çareler
arayan mele’, bu gelişme üzerine daha da sertleşerek, onu yalancılık ve
delilikle itham etmeye başlamışlardı. Onun için şöyle deniliyordu: “Daha
başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu
görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir
yalancı olduğunuz kanaatindeyiz” (11/Hûd, 27); “Bu adamda nedense biraz
delilik var. Bir süreye kadar onu gözetleyin” (23/Mü’minûn, 25); “Bu
putperestlerden önce Nûh milleti de yalanlayarak; delidir” demişlerdi,
yolu kesilmişti” (54/Kamer, 9).
Zenginlik ve riyâset sahibi bu insanlar üstünlüğün malda ve
topluma hâkim bir konumda olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte,
kendileriyle kıyas kabul etmez derecede bir üstünlüğe sahip olan Nûh
(a.s.)’a inanan mustaz’afları küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı
seviyede bulunmayı nefislerine bir türlü kabul ettiremiyorlardı. Bunun
için Nûh (a.s.)’a mürâcaat etmişler ve bu insanları yanından
uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini dinleyebileceklerini
bildirmişlerdi. Ancak Nûh (a.s.) onlara kesin bir üslûpla cevap vererek
gerçek anlamda üstünlüğün, iman edenlerde olduğunu şu ifâde ile ortaya
koymuştu: “Ben iman edenleri kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir
uyarıcıyım” (26/Şuarâ, 14-15).
Nûh (a.s.), bıkmadan, her türlü eziyetlerine sabrederek
onları her yerde İslâm’a çağırıyor, Cehennem azâbından kurtulmalarının
yollarını belletmeye çalışıyordu. Ancak kavmi, onu her defasında alaya
alıyor; söylediklerini aralarında eğlence konusu yapıyorlardı: “Kavminin
ileri gelenleri (mele’) yanından her geçtiklerinde onunla alay
ediyorlardı. Nuh ise onlara şöyle diyordu: Bizimle alay edin bakalım.
Biz de, bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz” (11/Hûd,
38).
Nûh (a.s.), kavmini şirkten dönmeye dâvet ederken, onlara
tesir edebilecek her yolu deniyordu. Onlara Allah’a ibâdet etmeyi ve bir
peygamber olarak kendisine tâbî olmayı telkin ederken, buna karşılık
kendilerinden hiç bir maddî menfaat istemediğini ve beklemediğini;
amacının yalnızca onları, Allah Teâlâ tarafından gelecek olan büyük
cezâlardan korumak olduğunu bildiriyordu: “Kardeşleri Nûh, onlara şöyle
demişti: ‘Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size
gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah’tan sakının, ittika edin ve
bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim,
ancak âlemlerin Rabbine aittir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azâbından
korkuyorum” (26/Şuarâ, 106-110, 135).
Kavmi, inadında direnmiş ve kesin kararını vermişti. Ona;
“İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir’ dediler”
(26/Şuarâ, 136). Buna rağmen o, çağrısında ısrar edince, müşrikler
tamamen sertleşmiş ve onu tehdit ederek artık bu söylediklerini
tekrarlamayı terk etmezse kendisini taşlayacaklarını bildirmişlerdi: “Ey
Nûh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın’
dediler” (26/Şuarâ, 116).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder