26 Şubat 2015 Perşembe

YEŞİL KIBRIS


TALİBİ ÇOK SAHİBİ YOK: YEŞİL KIBRIS


TALİBİ ÇOK SAHİBİ YOK: YEŞİL KIBRIS


Gazimağusa’nrn antik dönemden bugüne kadar, her gelenin inşa ettiği binlerce tarihi yapının bulunduğu suriçine açılan iki kapısından biri deniz kapısı, diğeri ise bizim de şehre ilk girişte kullandığımız kara kapısı. Ortaçağ döneminden kalan kara kapısı Venedikler tarafından yeniden inşa edilmiş ve o günden bugüne ayakta kalabilmiş. Kapıdan başınızı uzatıp şehre şöyle bir göz attığınızda kimler karşılamıyor ki sizi; kral mezarları, manastırlar, kuleler, kaleler, Kıbrıs taşı ile mimari harikaya dönüşen evler, şehre mührünü vuran camiler, hamamlar… Şehrin içine doğru birkaç adım attığınızda şimdi sergi salonu olarak kullanılan Sinan Paşa Camii karşılıyor sizi. Onun sağından baktığınızda ise karşınıza arkasına Akdeniz’i ve Gazimağusa limanını alan ve bütün ihtişamıyla duran Lala Mustafa Paşa Camii var. Bu ihtişamlı mimari eserin hemen yanında, meydanın doğusunda, tarihi harabelerin arasında medreseden gazinoya çevrilen, bir zamanların Mağusa Medresesi ise boynu bükük, sessizce size fısıldıyor; çok talibim oldu ancak sahibim yok. Aslında Osmanlı’nın
Kıbrıs’ta bulunan yirmiden fazla medresesinde, bu çok taliplilik ve sahipsizlik kendini hissettiriyor.
Hala Sultan’ın Kıbrıs’a gelişi
Hazreti Muaviye, Kıbrıs’ı fethetmek için izin istiyor. Ancak bu birinci istek Halife Hazreti Osman tarafından reddediliyor. Onun ikinci isteğine ise “Eğer gemiye hanımınla birlikte binersen, izinlisin; yoksa gitme!” cevabı veriliyor. El-Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân adlı eserinde Kıbrıs’ın fethini “Kıbrıs İşi” başlığı altında anlatıyor. Bu hadisenin neticesinde Hazreti Muaviye yanına hanımını da alarak gemiye biniyor. Onunla beraber Eyüb’el-Ensari Hazretleri gibi pek çok sahabe-i kiram hanımlarını da alarak gemilere biniyorlar. Peygamberimiz’in süt teyzesi, bizim ise Hala Sultan olarak bildiğimiz Ümmü Hirâm ise kocası Hazreti Ubade ile gemiye binerek Kıbrıs’a geliyor.
Hicretin 27. senesinde Kıbrıs’ın fethine başlanıyor. Emeviler ve Memlûklular döneminde tamamı topraklara katılmayıp Kıbrıs, vergi alınan ve asker bulundurulan bir üs olarak tutuluyor. Osmanlılar döneminde ise ada her şeyi ile devlet sistemine dâhil ediliyor. Osmanlı’dan sonra çözülmesi gereken stratejik hadise olarak varlığını devam ettiriyor. Önceleri korsanlar için gözetilen ada şimdilerde Müslüman halkı ve tarihi mekânları için gözetiliyor.
Antik Çağın en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Kıbrıs adasının isminin yer altı zenginliğinden olan “cyprum”dan geldiği iddia ediliyor. Türkiye’de “Yeşil Kıbrıs”, “Yavru Vatan” olarak da bilinen adaya Asya, Afrika ve Avrupa’nın geçiş noktasında olduğu için tarihin her döneminde büyük uygarlıklar tarafından önem atfedilmiş. Türkiye’den 65, Lübnan’dan 162, Suriye’den 112, Yunanistan’dan ise 965 km uzaklıkta bulunan adanın tarihinde Ortadoğu devletleri ve kültürleri ile beraber hareket etmesi son derece dikkat çekici.
Hazreti Ömer Türbesi ve hikâyesi
Gazimağusa’dan İbrahim Hakkı Bursevi Hazretlerinin de hocası olan Kutup Osman
Hazretlerinin türbesini ziyaret ederek ayrılıyoruz. İstanbul ve Bursa’dakini andırır Anadolu beldelerinde görülebilecek evsafta bir Osmanlı yapısı olan Kutup Osman türbe ve medresesi, Kıbrıs taşı ile özenle inşa edilmiş.
Buradan 1974 çıkartmasının da yapıldığı, adanın kuzey kısmı olan Girne tarafına geçiyoruz.
Şimdi Girne limanı, kalesi, şehitliği, çıkartma bölgesi, Hazreti Ömer Türbesi ve sonrasında Beş Parmak Dağları’nı kapsayan bir günlük gezimiz var. Bu geziye, çıkartmada asker olarak bulunan sonrasında Kıbrıs’a yerleşen Yusuf Amca ile devam ediyoruz. İlk durağımız Hazreti Ömer Türbesi.
Burası Girne’nin beş kilometre doğusunda, kayalıklarla denizin buluştuğu, bol dalgalı denizin dalgalarını kıyıdan biraz uzağa vurup bembeyaz köpüklerini türbenin avlusuna kadar getirdiği yer. Türbenin bilinen adının Hazreti Ömer’den geldiği zannedilebilir ancak ismin ayrı bir hikâyesi var. Türbe adada bulunan diğer iki manevi mekân Kırklar türbesi ve Hala Sultan türbesi ile beraber Osmanlının fethinden hemen sonra bulunmuş. Fetihten sonra adayı keşfe çıkan Osmanlı âlim ve askerleri gittikleri yerlerde halka sorarak sahabe-i kiramın izlerini aramışlar. işaretler şimdiki türbenin hemen arka kısmında bulunan mağaraya kadar gelmiş. Mağara araştırıldığında hiç bozulmadan duran yedi naaş şimdiki türbeye nakledilerek defnedilmiş. Defin sırasında bu kişilerin isim ve kim olduklarına dair ipuçları aranırken bir askerin üzerinde adının “Ömer” olduğuna dair belge bulunmuş ve türbe Hazreti Ömer Türbesi adı ile inşa edilmiş.
Ebu Talha Zeyd ibn Sehl Hazretlerinin de burada medfun olduğu rivayet edilmektedir.
Ebu Talha cihadı çok seven, Medineli Müslümanlardandır. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Kıbrıs’a yapılan deniz harekâtını haber alır ve bu deniz harbine katılır. Harp sırasında gemide hastalanır, 654 yılında vefat eder. Askerler yedi gün süreyle karaya çıkamadıkları için defin gerçekleşmez. ilk fırsatta vefat eden diğer altı kişiyle beraber şimdiki türbenin hemen yakınındaki korunaklı mağaraya defnedilir.
Manevi bereket de akacak mı?
Girne limanı ve yanındaki kalesi adanın deniz ve tarihin buluştuğu estetik mekânlarından ikisi. Eski limandan Ağacafer Paşa Camii yanındaki merdivenleri kullanarak Bizans, Lüzinyan,
Venedik ve Osmanlı dönemi mimari eserleri arasından geçip Osmanlı Baldöken Mezarlığına çıkıyoruz. Yarısı parka dönüştürülen mezarlıktan tarihi kale ve limanın görüntüsü hiç şüphesiz etkileyici.
Girne gezimizi biraz uzun tutabilirdik; ancak tarihi mekânların verdiği sıcaklığı mekânın insan dokusu vermiyor. Buradan Beşparmak Dağları’ndaki tahkim yerlerine geçiyoruz ve 1974 harekâtının unutulmaz izlerini görerek yolumuza devam ediyoruz. Beşparmak Dağları’nın zirvesine doğru bir tarafta Girne ve Akdeniz manzarası diğer tarafta Lefkoşa ve Güney Kıbrıs’ın hâkim olduğu Trodos dağ zincirleri var. Bu dağ zincirleri bize bölgenin stratejik önemini anlatıyor. Kıvrım yollardan sonra Girne’nin sakin bir köyü olan Geçitköy’e iniyoruz. Köyde insan yok denecek kadar az. Tek dikkat çekici yapı kiliseden camiye çevrilen bina.
Geçitköy’ün hemen karşısında Türkiye’den KKTC’ye taşınacak su için yapılan büyük bir gölet dikkat çekiyor. Konuştuğumuz köylüler kuraklığın son yıllarda giderek arttığını ve iki yıldır pek yağmur yağmadığını anlatıyorlar. Musluklardan tuzlu su akmasına biz de şahit oluyoruz. Ancak adanın diğer yerlerinde konuştuğumuz insanlar gibi buradakilerin de Türkiye’ye bakış açıları sıcak ve dostanelikten uzaklaşmak üzere. KKTC’ye gelecek suya Türkiye “Barış suyu projesi” dese de sanki adadakiler suyun gelmesinden çok Türkiye’nin kendilerine uygulayacağı baskı psikolojisiyle ilgileniliyor. “Baskıdan neyi kastediyorlar?”ı anlamakta zorlanıyoruz. Rehberimiz kendince izah ediyor:
“Biz Kıbrıs’a ilk geldiğimizde halk Türkiye’den gelenleri bağrına basmıştı. Hem asker olarak hem de sonrasında imam olarak bulunduğum bu yörede bereketli günler geçirdim. Sonra Türkiye’ye dönmek zorunda kaldım. 2000 yılında adaya tekrar döndüğümde hiç ummadığım bir şeyle karşılaştım. Adayı sanki maneviyatsızlık teslim almıştı. At başı gitmesi gereken mücadelede gördüğünüz gibi Kıbrıs’ta biz çok geride kaldık. Suyla gelecek olan maddi bereket insanları eski günlerine döndürecek mi göreceğiz. Ancak buraya manevi bereketin de akması gerekiyor.”
Kırk sahâbe ve verilen haklar
Üçüncü güne Lefkoşa’nın doğusunda, Ercan Havaalanı’na yakın bir muhitte bulunan Kırklar Türbesini ziyaret ederek başlıyoruz. Türbeye doğrudan yol olmadığı için askeri birlik içinden geçerek ulaşıyoruz. Türbede Hıristiyanlar tarafından bir gece baskınında şehit edilen kırk kadar sahabe-i kiram medfun. Türbenin küçük mescidinden açılan kapıdan girerek, sahabe-i kiramın metfun olduğu alt kata indiğinizde çok farklı bir atmosfer bizi karşılıyor.
Dönüş yolunda yine askeri bölgeden geçiyoruz. Burada en fazla duyulan iki kelimeden biri TC ve askeri; diğeri ise piskoposluk. Türkiye için TC denmesi bize biraz dokunsa da onları dinlemeye geldiğimiz için tabirlerine karışmıyoruz. Piskoposluk hadisesi ise adanın bambaşka bir yüzü. 1974 öncesi hadiselere ön ayaklık yapan piskoposlar, siyasî hadiselerden hiçbir zaman ellerini çekmemişler. Bugün güney kesiminin ekonomik ve siyasi gücü piskoposların elinde olduğu için son yıllardaki yapılan görüşmelerde Türkiye bu kanalın daha etkili olacağını düşünüyor.
Ada neden kendi kendini savunmada yeterli olamıyor?
Kıbrıs’ta,1974 harekâtından sonra ateşkes yapılıp antlaşma yapılmadığı için hâlâ savaş
durumu devam ediyor. Ancak devam eden bu savaş, fiili değil; algı savaşı.
Yürütülen algı savaşını Kıbrıs’a özgü “Hellim Peyniri” sektöründe faaliyet yürüten ve Kıbrıs’ta farklı dönemlerde STK’larda görev yapmış Candan Avunduk Bey şöyle özetliyor. “Türkiye 76’dan bugüne kadar sürekli kendi problemleri ile boğuştu. Kıbrıs’ta ise hiç bitmeyen bir kampanya sessizce yürütülüyor. Türkiye için ne seni, ne halkını, ne paranı ne çalışanını ne de askerini isteriz kampanyası.” Yürütülen bu kampanya nispeten başarılı olmuş olacak ki boşalan sokaklar, dükkanlar ve atölyeler insanın içindeki burukluğu artırıyor. Uluslararası kamuoyu nezdinde artan baskılar ve yeniden başlayan, devam eden, ettirilen görüşmeler ise algı savaşını yürütenlerin bir an önce netice almak istediklerini gösteriyor. Yapılan görüşmelerin gidişatı Rum ve Türk kesiminin ortak noktada buluştuğu kendi kendine yetebilecek bir “Barış Adası” senaryosu üzerine kurulu. Tam da bu noktada ada kendi kendine yeter mi yetmez mi sorusu önem arz ediyor.
Sorunun cevabı adalılar tarafından “Tabi ki yetmez. Çünkü, burası bir adadır.” olarak veriliyor. Ancak yine meseleye adalılar gözüyle bakılırsa Kıbrıs üzerinde devam eden hadiselerin tarihinde iki nokta dikkat çekiyor “ticaret” ve “din”. Ada uzun yıllar Müslümanlarla Hıristiyanların mücadele alanı olmuş.
Uzun süren haçlı seferleri sırasında haçlıların yığınağı olarak kullanılan ada, önce Emevi ve Memlüklülere ardından da Osmanlı’ya vergi verir. Ancak Osmanlıların adayı fethi sırasında Venediklilere karşı giriştikleri askeri harekâtın ada halkı tarafından sevinçle karşılanması, hatta askerlere kılavuzluk yapmaları dikkat çekicidir. Ada tarihinde diğer dikkat çekici husus ise Osmanlı yönetiminin adanın savunmaya yeterli olmadığını görerek Baf, Mağusa ve Girne sancaklarını Anadolu’dan Alaiye, Tarsus, İçel, Zülkadiriye, Sis ve Trablusşam ile beraber yönetmesidir. Osmanlı’nın son dönemine doğru ada doğrudan merkezden idare edilse, hatta bir ara Çanakkale vilayetine bağlı mutasarrıflığa
dönüştürülse bile çoğunlukla Cezayir-i Bahr-i Sefid’e bağlı olarak yönetilmişti. Böylece fetihten sonra eyalet merkezi olan Kıbrıs önce bağlı sancaklığa sonra da mutasarrıflığa düşürülmüştü.
Lefkoşa, Selimiye Camii ve ara sokaklar
Lefkoşa’ya surlarla çevrili şehrin üç kapısından biri olan kuzeydeki Girne kapıdan giriyoruz. Girne kapıdan girip sağdaki yüksekçe bir yere çıktığınızda arkanızda BM binası, yine burada başlayan meydan ve meydanın devamında Venedik sütununa kadar, sağlı sollu Venedik ve Osmanlı devri cumbalı evler. Venedik sütununun hemen yanı başında ise eski adıyla Kadılık Binası yeni adıyla Adalet Sarayı var. Binanın Lefkoşa Kaza Mahkemesi tabelası dikkatimizi çekiyor. Kıbrıs’ta il ve ilçe kavramının olmadığını, bunun yerine, kadılık döneminden kalma kaza ve nahiye kavramlarının kullanıldığını öğreniyoruz. Mevlid Kandili’nin tatil olarak devam etmesinden başka dikkatimizi çeken bir uygulama da bu oluyor.
Lefkoşa kazasında Luziyan ve İngiliz koloni dönemi mimari yapılar, bolca bulunan resmi binalara karışan parti teşkilatlarına ait tarihi yapıların arasından Selimiye Camii’ne kadar gittiğinizde iki şey dikkatinizi çekiyor. Biri Kıbrıs taşı ile son derece güzel inşa edilen ve çoğunluğu Vakıflar idaresi tarafından kiraya verilen yapılar. Diğeri ise sokakların ve dükkânların terk edilmiş görüntüsü.
Ara bölgeye yakın, 1974 hadiselerinden kalma kurşun izlerinin bulunduğu sokaktan geçerek kapısında ingiliz döneminden kalma “Muhtar” arması bulunan klasik Anadolu usulü bakkal dükkânına uğruyoruz. Bakkal dükkanının sahibi Selimiye Mahallesi Muhtarı Mustafa Mesutoğlu Kıbrıs şivesiyle buralarda cereyan eden tarihi hadiseleri anlatıyor. Kıbrıs’a dışarıdan baktığımızda biz de gözümüzde fazlaca büyütmüş olacağız onun yönetimi ve halkı anlatan, biraz da özeleştiri ihtiva eden şu sözleri fazlaca dikkatimizi çekiyor: “Şimdi Kıbrıs’ta iki zümre var. Biri çoğunluk dediğimiz, anavatanın gönderdiği yüksek maaşlarla devletin ensesinden geçinenler. Biri de geriye kalan devlet dışındaki insanlar. Burada 50 kişilik bir meclis, bakanlar, bürokratlar, özel kalem müdürler, danışmanlar tam bir devletçilik söz konusu. Eskiden oynadığımız kovboyculuk oyununa çok benziyor. Çünkü adada 400 bin nüfus var ve bunu da çok abartmamak lazım. Cumhurbaşkanı değil de Büyükşehir Belediye Başkanı ya da bir şirketin CEO’su deseniz belki daha fazla insanlara fayda sağlayacaktır.”
Lefkoşa’da adanın nüfusu üzerine düşündürücü sorular
Lefkoşa sokaklarında üç şeyin dikkatinizden kaçması mümkün değil. Sendika, parti ve dernek binalarının çokluğu. Din İşleri Başkanlığı Lefkoşa Temsilciliğinin giriş katında “Kardeş Ocağı” derneği dikkatimizi çekiyor. Çoğunluğunu öğretmen emeklisinin oluşturduğu dernek üyeleri ile sohbet ediyoruz. Oldukça sakin ve sıcak kanlı Ahmet amcanın ikram ettiği maden sularını içerken soruyoruz: “Yıllarınızı Kıbrıs’ın eğitim hayatına vermiş biri olarak siz olsanız çocuğunuzu Türkiye’den buraya okumaya gönderir miydiniz?” Ahmet amcanın cevabı kısa ve net. “Biz zaten burasını beğenmediğimiz için çocuklarımızı Türkiye ve AB ülkelerine gönderiyoruz.”
“Kıbrıs’ta üniversite okunur mu?” sorusuna cevap bulmak için ulaştığımız, isminin yazılmasını istemeyen bir akademisyen ise oldukça farklı bir konuya dikkatimizi çekiyor. “Burada ne sebeple olduğunu tam bilemediğimiz çalışma izni hususunda ailelere çıkartılan zorluklar var. Mesela baba çalışma izni almış ancak hanımı ve çocuğu oturma ve çalışma izni alamadığı için aileler bölünüyor. İki yıl önce
çıkan kanunla ise 18 yaşına gelmiş çocuğa ayrıca oturma ve çalışma izni şartı getirildi. Bunların hepsi ciddi meblağlarda para demek oluyor. Bunun yanında her izin alınışında aşağılayıcı bir şekilde hastanelerden farklı testler isteniyor. Sanki TC’den gelen bütün insanlar hastalıklı gibi davranılıyor.”
Son on yıl içinde Türkiye’den gelen Türklere karşı çıkartılan zorluklar 50 binden fazla kişinin adadan ayrılmasına sebep olmuş. İnsanlar azalan ada nüfusunun arka planında kurulacak federatif yapının ada üzerindeki yetki ve görev paylaşımının olduğunu düşünüyorlar.
Adanın nüfus yapısı Başpiskopos tarafından % 82 Rum % 18 Türk olarak açıklanmıştı.
Son sayımlarda 862 bin Rum, 295 bin Türk nüfus tespit edildiği için Başpiskoposun verdiği oranlar doğru gözükmüyor. BM gözlemcilerinin katıldığı sayımlarda oran, Piskoposluğun dediği gibi değil, % 25’e, % 74 ile Türk tarafının lehinde. İngilizlerin adaya geldikleri sırada yaptıkları nüfus sayımında bu oran % 40’a % 60 civarındaydı. Sonrasındaki yaşanan hadiselerde elbette adadaki nüfus dengesi çok değişti ancak son 79 yılda Türk nüfusunun % 130 Rum nüfusunun ise % 220 oranında artış göstermesi zihinlere farklı soru işaretlerini getirmiyor değil.
AB oyun mu sonuç mu?
Dört günlük bu kısa seyahatimizde adadaki iki ciddi “açık havaya” da değinmeden edemiyoruz. Birisi adanın “tarihi açık hava müzesi” oluşu. Bu durum yazının başından beri zaten hissediliyor, diğeri ise adanın “açık politik arena” yüzü. Uygulanan politikalar, ada halkı tarafından o kadar yakinen takip ediliyor ki çoğu Kıbrıslı, Kıbrıs uzmanı gibi konuşuyor.
Esnaf Abdullah Bey anlatıyor: “Adaya ilk geldiğimizde bize verilen kimliklerin üzerinde Kıbrıs Federe Türk Devleti yazıyordu. Üç aya kadar federasyon olacak deniliyordu. Yıllar geçti ne ortada devlet var ne de federe yapı.” İkinci misal Selimiye Mahallesi Muhtarından: “Onlar ister Türkiye’nin garantörlüğünün
kalkıp büyük bir Hıristiyan toplumu olan AB içinde asimile olup giden küçük bir Kıbrıs olmak. Bu bizim işimize gelmez; ancak bu gün bile bizim çocuklarımız eline aldığı AB kimliği ile göç edip gidiyorlar.” Din İşleri Başkanı Talip Atalay’ın yorumu ise daha da enteresan: “Burası global siyasetin bütün unsurlarını barındıran bir adadır. Kasabalı global aktörlerin hepsini idare etmeyi öğrenmiş. Türkiye bu işi içeriden çözmediği müddetçe kasabalıyı yenme şansı yoktur.”
Ortada bir problem var ve insanlar bunu biliyorlar. Problem adadaki insanların kimlik ve pasaport probleminin de üzerinde. Aslında problemin kaynağındaki Rum tarafının varlığı ve verdiği rahatsızlıklar zaten biliniyor. Ancak Türk tarafından kaynaklanan mutsuzluğun sebebi kabul edilmiyor ya da bilinmiyor. Onu da Vakıflar İdaresi Genel Müdürü Prof. Dr. İbrahim Benter özetliyor:
“Kıbrıs’ın iki vebası vardır. Bunlardan biri cami imamları diğeri ise siyasi parti mensupları. Vakıflar olarak biz bu iki gruptan çok muzdaribiz. İmamlar robot gibi gelirler üç kişi ile namazı kılıp gider evlerine tv’nin karşısına geçerler. Ne burada Kıbrıs halkı ile ilgilenirler ne de camilerle. Siyasi parti mensupları da iktidara gelince adayı rant alanı olarak görürler, ortada bir iş döndüğünde kendilerine, akrabalarına, yandaşlarına menfaatine bakarlar ve tek davaları kendi partileridir. Vakıf malları ve toplum menfaati nedir bilmezler. İktidarı kaybedince de kimsenin selam vermediği şahsiyetsizlik onların peşini bırakmaz. Cami imamlarını ve siyasi parti mensuplarını bir uçağa doldurup adadan uzaklaştırsak ada güllük gülistanlık olur.”
Ticaretle güçlenen adanın dışarıdan gelenlere karşı bağımsızlığını elde ettiği dönemlerde ise ilk iş olarak, kendini güven altına almak için en yakın Anadolu topraklarına ve bugünkü Trablus ve Beyrut’a saldırmasının altında, aslında bir hakikat var. Bir ada olarak Kıbrıs’a birçok devlet talip olabilir; ancak elinin ucuyla tutanlar her an adayı elinden kaçırabilir.
Kıbrıs’ta Olmayanlar:
  • Çok katlı binalar
  • Kırmızı ışık
  • Rüzgar gülü ya da güneş enerjisi panelleri
  • Tarih bilgisi ve birlik şuuru
  • Camide cemaat
  • Din görevlilerine sempati
  • Toplu taşıma
  • Kuzeyden Hala Sultan Türbesine geçiş
Olanlar:
  • AB beklentileri
  • Çözüm baskısı
  • Vakıf mallarında talanlar
  • İngiliz hayranlığı
  • Cümbez, hurma
  • İki katlı beyaz evler
  • Askerlik hatıraları
  • Kaza ve nahiye
  • Her yerde çifte bayrak, sınırlarda 4’lü bayraklar
  • Siyasiler ve sendikalar
  • Bıktıran bürokrasi
Gezerken Konuşulanlar:
  • Lala Mustafa Paşa’nın vakfettiği arazi olan Maraş ara bölge vakıf malı olarak duruyor mu yoksa basiretsiz yöneticiler tarafından İngilizlere satıldı mı?
  • Rum sınırına yakın yerde kalan Akıncılar köyü boşaltılmalı mı boşaltılmamalı mı?
  • TC’nin buraya kendisi geleceğine İngilizler gibi nâmı gelse daha iyi değil mi?
  • Türkiye’nin gündemine Kıbrıs ABD’nin uluslararası politikalarıyla beraber geliyor. On iki adaları kaybettikten sonra ABD olmasa Türkiye adaya sahip çıkabilecek miydi?
  • Din vergisinin konulduğu tek yer Kıbrıs’tır. Fazıl Küçük 1959 yılına kadar camileri yaptıran, din eğitimi için Türkiye’ye talebe gönderen bir kişi iken bu tarihten sonra Kıbrıs’a ne olmuştur ki dinle arasına mesafe koymuşlardır.
  • Buranın ruhu askerdir. Kıbrıs’ı ve Kıbrıslıları ve özellikle buradaki siyasi partileri anlamak istiyorsanız buraya biraz da asker gözüyle bakabilmelisiniz.
  • Ada halkı Türkiye’den gelen her türlü yenilik ve faaliyetlere karşı duyarlı.
  • Burada siyasi problemler denilerek aslında toplum mühendisliği yapılıyor.
Yakaladıklarımız:
  • Osmanlı fethinden beri önemi hiç azalmayan yerli halkın desteği
  • İlk özerk tohumlar ve bitmeyen idari yapılanma problemi
  • Eskiden ve günümüzde adada değişmeyen: Kölelik
  • Dengelenemeyen bütçe problemleri
  • Egemenliğin ve dini hayatın sürekliliği endişesi
  •  İnsan ve Hayat Dergis

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder