Gazimağusa’nrn antik dönemden bugüne kadar, her gelenin inşa ettiği
binlerce tarihi yapının bulunduğu suriçine açılan iki kapısından biri
deniz kapısı, diğeri ise bizim de şehre ilk girişte kullandığımız kara
kapısı. Ortaçağ döneminden kalan kara kapısı Venedikler tarafından
yeniden inşa edilmiş ve o günden bugüne ayakta kalabilmiş. Kapıdan
başınızı uzatıp şehre şöyle bir göz attığınızda kimler karşılamıyor ki
sizi; kral mezarları, manastırlar, kuleler, kaleler, Kıbrıs taşı ile
mimari harikaya dönüşen evler, şehre mührünü vuran camiler, hamamlar…
Şehrin içine doğru birkaç adım attığınızda şimdi sergi salonu olarak
kullanılan Sinan Paşa Camii karşılıyor sizi. Onun sağından baktığınızda
ise karşınıza arkasına Akdeniz’i ve Gazimağusa limanını alan ve bütün
ihtişamıyla duran Lala Mustafa Paşa Camii var. Bu ihtişamlı mimari
eserin hemen yanında, meydanın doğusunda, tarihi harabelerin arasında
medreseden gazinoya çevrilen, bir zamanların Mağusa Medresesi ise boynu
bükük, sessizce size fısıldıyor; çok talibim oldu ancak sahibim yok.
Aslında Osmanlı’nın
Kıbrıs’ta bulunan yirmiden fazla medresesinde, bu çok taliplilik ve sahipsizlik kendini hissettiriyor.
Hala Sultan’ın Kıbrıs’a gelişi
Hazreti Muaviye, Kıbrıs’ı fethetmek için izin istiyor. Ancak bu
birinci istek Halife Hazreti Osman tarafından reddediliyor. Onun ikinci
isteğine ise “Eğer gemiye hanımınla birlikte binersen, izinlisin; yoksa
gitme!” cevabı veriliyor. El-Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân adlı eserinde
Kıbrıs’ın fethini “Kıbrıs İşi” başlığı altında anlatıyor. Bu hadisenin
neticesinde Hazreti Muaviye yanına hanımını da alarak gemiye biniyor.
Onunla beraber Eyüb’el-Ensari Hazretleri gibi pek çok sahabe-i kiram
hanımlarını da alarak gemilere biniyorlar. Peygamberimiz’in süt teyzesi,
bizim ise Hala Sultan olarak bildiğimiz Ümmü Hirâm ise kocası Hazreti
Ubade ile gemiye binerek Kıbrıs’a geliyor.
Hicretin 27. senesinde Kıbrıs’ın fethine başlanıyor. Emeviler ve
Memlûklular döneminde tamamı topraklara katılmayıp Kıbrıs, vergi alınan
ve asker bulundurulan bir üs olarak tutuluyor. Osmanlılar döneminde ise
ada her şeyi ile devlet sistemine dâhil ediliyor. Osmanlı’dan sonra
çözülmesi gereken stratejik hadise olarak varlığını devam ettiriyor.
Önceleri korsanlar için gözetilen ada şimdilerde Müslüman halkı ve
tarihi mekânları için gözetiliyor.
Antik Çağın en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Kıbrıs
adasının isminin yer altı zenginliğinden olan “cyprum”dan geldiği iddia
ediliyor. Türkiye’de “Yeşil Kıbrıs”, “Yavru Vatan” olarak da bilinen
adaya Asya, Afrika ve Avrupa’nın geçiş noktasında olduğu için tarihin
her döneminde büyük uygarlıklar tarafından önem atfedilmiş. Türkiye’den
65, Lübnan’dan 162, Suriye’den 112, Yunanistan’dan ise 965 km uzaklıkta
bulunan adanın tarihinde Ortadoğu devletleri ve kültürleri ile beraber
hareket etmesi son derece dikkat çekici.
Hazreti Ömer Türbesi ve hikâyesi
Gazimağusa’dan İbrahim Hakkı Bursevi Hazretlerinin de hocası olan Kutup Osman
Hazretlerinin türbesini ziyaret ederek ayrılıyoruz. İstanbul ve
Bursa’dakini andırır Anadolu beldelerinde görülebilecek evsafta bir
Osmanlı yapısı olan Kutup Osman türbe ve medresesi, Kıbrıs taşı ile
özenle inşa edilmiş.
Buradan 1974 çıkartmasının da yapıldığı, adanın kuzey kısmı olan Girne tarafına geçiyoruz.
Şimdi Girne limanı, kalesi, şehitliği, çıkartma bölgesi, Hazreti Ömer
Türbesi ve sonrasında Beş Parmak Dağları’nı kapsayan bir günlük gezimiz
var. Bu geziye, çıkartmada asker olarak bulunan sonrasında Kıbrıs’a
yerleşen Yusuf Amca ile devam ediyoruz. İlk durağımız Hazreti Ömer
Türbesi.
Burası Girne’nin beş kilometre doğusunda, kayalıklarla denizin
buluştuğu, bol dalgalı denizin dalgalarını kıyıdan biraz uzağa vurup
bembeyaz köpüklerini türbenin avlusuna kadar getirdiği yer. Türbenin
bilinen adının Hazreti Ömer’den geldiği zannedilebilir ancak ismin ayrı
bir hikâyesi var. Türbe adada bulunan diğer iki manevi mekân Kırklar
türbesi ve Hala Sultan türbesi ile beraber Osmanlının fethinden hemen
sonra bulunmuş. Fetihten sonra adayı keşfe çıkan Osmanlı âlim ve
askerleri gittikleri yerlerde halka sorarak sahabe-i kiramın izlerini
aramışlar. işaretler şimdiki türbenin hemen arka kısmında bulunan
mağaraya kadar gelmiş. Mağara araştırıldığında hiç bozulmadan duran yedi
naaş şimdiki türbeye nakledilerek defnedilmiş. Defin sırasında bu
kişilerin isim ve kim olduklarına dair ipuçları aranırken bir askerin
üzerinde adının “Ömer” olduğuna dair belge bulunmuş ve türbe Hazreti
Ömer Türbesi adı ile inşa edilmiş.
Ebu Talha Zeyd ibn Sehl Hazretlerinin de burada medfun olduğu rivayet edilmektedir.
Ebu Talha cihadı çok seven, Medineli Müslümanlardandır. Yaşı
ilerlemiş olmasına rağmen Kıbrıs’a yapılan deniz harekâtını haber alır
ve bu deniz harbine katılır. Harp sırasında gemide hastalanır, 654
yılında vefat eder. Askerler yedi gün süreyle karaya çıkamadıkları için
defin gerçekleşmez. ilk fırsatta vefat eden diğer altı kişiyle beraber
şimdiki türbenin hemen yakınındaki korunaklı mağaraya defnedilir.
Manevi bereket de akacak mı?
Girne limanı ve yanındaki kalesi adanın deniz ve tarihin buluştuğu
estetik mekânlarından ikisi. Eski limandan Ağacafer Paşa Camii yanındaki
merdivenleri kullanarak Bizans, Lüzinyan,
Venedik ve Osmanlı dönemi mimari eserleri arasından geçip Osmanlı
Baldöken Mezarlığına çıkıyoruz. Yarısı parka dönüştürülen mezarlıktan
tarihi kale ve limanın görüntüsü hiç şüphesiz etkileyici.
Girne gezimizi biraz uzun tutabilirdik; ancak tarihi mekânların
verdiği sıcaklığı mekânın insan dokusu vermiyor. Buradan Beşparmak
Dağları’ndaki tahkim yerlerine geçiyoruz ve 1974 harekâtının unutulmaz
izlerini görerek yolumuza devam ediyoruz. Beşparmak Dağları’nın
zirvesine doğru bir tarafta Girne ve Akdeniz manzarası diğer tarafta
Lefkoşa ve Güney Kıbrıs’ın hâkim olduğu Trodos dağ zincirleri var. Bu
dağ zincirleri bize bölgenin stratejik önemini anlatıyor. Kıvrım
yollardan sonra Girne’nin sakin bir köyü olan Geçitköy’e iniyoruz. Köyde
insan yok denecek kadar az. Tek dikkat çekici yapı kiliseden camiye
çevrilen bina.
Geçitköy’ün hemen karşısında Türkiye’den KKTC’ye taşınacak su için
yapılan büyük bir gölet dikkat çekiyor. Konuştuğumuz köylüler kuraklığın
son yıllarda giderek arttığını ve iki yıldır pek yağmur yağmadığını
anlatıyorlar. Musluklardan tuzlu su akmasına biz de şahit oluyoruz.
Ancak adanın diğer yerlerinde konuştuğumuz insanlar gibi buradakilerin
de Türkiye’ye bakış açıları sıcak ve dostanelikten uzaklaşmak üzere.
KKTC’ye gelecek suya Türkiye “Barış suyu projesi” dese de sanki
adadakiler suyun gelmesinden çok Türkiye’nin kendilerine uygulayacağı
baskı psikolojisiyle ilgileniliyor. “Baskıdan neyi kastediyorlar?”ı
anlamakta zorlanıyoruz. Rehberimiz kendince izah ediyor:
“Biz Kıbrıs’a ilk geldiğimizde halk Türkiye’den gelenleri bağrına
basmıştı. Hem asker olarak hem de sonrasında imam olarak bulunduğum bu
yörede bereketli günler geçirdim. Sonra Türkiye’ye dönmek zorunda
kaldım. 2000 yılında adaya tekrar döndüğümde hiç ummadığım bir şeyle
karşılaştım. Adayı sanki maneviyatsızlık teslim almıştı. At başı gitmesi
gereken mücadelede gördüğünüz gibi Kıbrıs’ta biz çok geride kaldık.
Suyla gelecek olan maddi bereket insanları eski günlerine döndürecek mi
göreceğiz. Ancak buraya manevi bereketin de akması gerekiyor.”
Kırk sahâbe ve verilen haklar
Üçüncü güne Lefkoşa’nın doğusunda, Ercan Havaalanı’na yakın bir
muhitte bulunan Kırklar Türbesini ziyaret ederek başlıyoruz. Türbeye
doğrudan yol olmadığı için askeri birlik içinden geçerek ulaşıyoruz.
Türbede Hıristiyanlar tarafından bir gece baskınında şehit edilen kırk
kadar sahabe-i kiram medfun. Türbenin küçük mescidinden açılan kapıdan
girerek, sahabe-i kiramın metfun olduğu alt kata indiğinizde çok farklı
bir atmosfer bizi karşılıyor.
Dönüş yolunda yine askeri bölgeden geçiyoruz. Burada en fazla duyulan
iki kelimeden biri TC ve askeri; diğeri ise piskoposluk. Türkiye için
TC denmesi bize biraz dokunsa da onları dinlemeye geldiğimiz için
tabirlerine karışmıyoruz. Piskoposluk hadisesi ise adanın bambaşka bir
yüzü. 1974 öncesi hadiselere ön ayaklık yapan piskoposlar, siyasî
hadiselerden hiçbir zaman ellerini çekmemişler. Bugün güney kesiminin
ekonomik ve siyasi gücü piskoposların elinde olduğu için son yıllardaki
yapılan görüşmelerde Türkiye bu kanalın daha etkili olacağını düşünüyor.
Ada neden kendi kendini savunmada yeterli olamıyor?
Kıbrıs’ta,1974 harekâtından sonra ateşkes yapılıp antlaşma yapılmadığı için hâlâ savaş
durumu devam ediyor. Ancak devam eden bu savaş, fiili değil; algı savaşı.
Yürütülen algı savaşını Kıbrıs’a özgü “Hellim Peyniri” sektöründe
faaliyet yürüten ve Kıbrıs’ta farklı dönemlerde STK’larda görev yapmış
Candan Avunduk Bey şöyle özetliyor. “Türkiye 76’dan bugüne kadar sürekli
kendi problemleri ile boğuştu. Kıbrıs’ta ise hiç bitmeyen bir kampanya
sessizce yürütülüyor. Türkiye için ne seni, ne halkını, ne paranı ne
çalışanını ne de askerini isteriz kampanyası.” Yürütülen bu kampanya
nispeten başarılı olmuş olacak ki boşalan sokaklar, dükkanlar ve
atölyeler insanın içindeki burukluğu artırıyor. Uluslararası kamuoyu
nezdinde artan baskılar ve yeniden başlayan, devam eden, ettirilen
görüşmeler ise algı savaşını yürütenlerin bir an önce netice almak
istediklerini gösteriyor. Yapılan görüşmelerin gidişatı Rum ve Türk
kesiminin ortak noktada buluştuğu kendi kendine yetebilecek bir “Barış
Adası” senaryosu üzerine kurulu. Tam da bu noktada ada kendi kendine
yeter mi yetmez mi sorusu önem arz ediyor.
Sorunun cevabı adalılar tarafından “Tabi ki yetmez. Çünkü, burası bir
adadır.” olarak veriliyor. Ancak yine meseleye adalılar gözüyle
bakılırsa Kıbrıs üzerinde devam eden hadiselerin tarihinde iki nokta
dikkat çekiyor “ticaret” ve “din”. Ada uzun yıllar Müslümanlarla
Hıristiyanların mücadele alanı olmuş.
Uzun süren haçlı seferleri sırasında haçlıların yığınağı olarak
kullanılan ada, önce Emevi ve Memlüklülere ardından da Osmanlı’ya vergi
verir. Ancak Osmanlıların adayı fethi sırasında Venediklilere karşı
giriştikleri askeri harekâtın ada halkı tarafından sevinçle
karşılanması, hatta askerlere kılavuzluk yapmaları dikkat çekicidir. Ada
tarihinde diğer dikkat çekici husus ise Osmanlı yönetiminin adanın
savunmaya yeterli olmadığını görerek Baf, Mağusa ve Girne sancaklarını
Anadolu’dan Alaiye, Tarsus, İçel, Zülkadiriye, Sis ve Trablusşam ile
beraber yönetmesidir. Osmanlı’nın son dönemine doğru ada doğrudan
merkezden idare edilse, hatta bir ara Çanakkale vilayetine bağlı
mutasarrıflığa
dönüştürülse bile çoğunlukla Cezayir-i Bahr-i Sefid’e bağlı olarak
yönetilmişti. Böylece fetihten sonra eyalet merkezi olan Kıbrıs önce
bağlı sancaklığa sonra da mutasarrıflığa düşürülmüştü.
Lefkoşa, Selimiye Camii ve ara sokaklar
Lefkoşa’ya surlarla çevrili şehrin üç kapısından biri olan kuzeydeki
Girne kapıdan giriyoruz. Girne kapıdan girip sağdaki yüksekçe bir yere
çıktığınızda arkanızda BM binası, yine burada başlayan meydan ve
meydanın devamında Venedik sütununa kadar, sağlı sollu Venedik ve
Osmanlı devri cumbalı evler. Venedik sütununun hemen yanı başında ise
eski adıyla Kadılık Binası yeni adıyla Adalet Sarayı var. Binanın
Lefkoşa Kaza Mahkemesi tabelası dikkatimizi çekiyor. Kıbrıs’ta il ve
ilçe kavramının olmadığını, bunun yerine, kadılık döneminden kalma kaza
ve nahiye kavramlarının kullanıldığını öğreniyoruz. Mevlid Kandili’nin
tatil olarak devam etmesinden başka dikkatimizi çeken bir uygulama da bu
oluyor.
Lefkoşa kazasında Luziyan ve İngiliz koloni dönemi mimari yapılar,
bolca bulunan resmi binalara karışan parti teşkilatlarına ait tarihi
yapıların arasından Selimiye Camii’ne kadar gittiğinizde iki şey
dikkatinizi çekiyor. Biri Kıbrıs taşı ile son derece güzel inşa edilen
ve çoğunluğu Vakıflar idaresi tarafından kiraya verilen yapılar. Diğeri
ise sokakların ve dükkânların terk edilmiş görüntüsü.
Ara bölgeye yakın, 1974 hadiselerinden kalma kurşun izlerinin
bulunduğu sokaktan geçerek kapısında ingiliz döneminden kalma “Muhtar”
arması bulunan klasik Anadolu usulü bakkal dükkânına uğruyoruz. Bakkal
dükkanının sahibi Selimiye Mahallesi Muhtarı Mustafa Mesutoğlu Kıbrıs
şivesiyle buralarda cereyan eden tarihi hadiseleri anlatıyor. Kıbrıs’a
dışarıdan baktığımızda biz de gözümüzde fazlaca büyütmüş olacağız onun
yönetimi ve halkı anlatan, biraz da özeleştiri ihtiva eden şu sözleri
fazlaca dikkatimizi çekiyor: “Şimdi Kıbrıs’ta iki zümre var. Biri
çoğunluk dediğimiz, anavatanın gönderdiği yüksek maaşlarla devletin
ensesinden geçinenler. Biri de geriye kalan devlet dışındaki insanlar.
Burada 50 kişilik bir meclis, bakanlar, bürokratlar, özel kalem
müdürler, danışmanlar tam bir devletçilik söz konusu. Eskiden
oynadığımız kovboyculuk oyununa çok benziyor. Çünkü adada 400 bin nüfus
var ve bunu da çok abartmamak lazım. Cumhurbaşkanı değil de Büyükşehir
Belediye Başkanı ya da bir şirketin CEO’su deseniz belki daha fazla
insanlara fayda sağlayacaktır.”
Lefkoşa’da adanın nüfusu üzerine düşündürücü sorular
Lefkoşa sokaklarında üç şeyin dikkatinizden kaçması mümkün değil.
Sendika, parti ve dernek binalarının çokluğu. Din İşleri Başkanlığı
Lefkoşa Temsilciliğinin giriş katında “Kardeş Ocağı” derneği dikkatimizi
çekiyor. Çoğunluğunu öğretmen emeklisinin oluşturduğu dernek üyeleri
ile sohbet ediyoruz. Oldukça sakin ve sıcak kanlı Ahmet amcanın ikram
ettiği maden sularını içerken soruyoruz: “Yıllarınızı Kıbrıs’ın eğitim
hayatına vermiş biri olarak siz olsanız çocuğunuzu Türkiye’den buraya
okumaya gönderir miydiniz?” Ahmet amcanın cevabı kısa ve net. “Biz zaten
burasını beğenmediğimiz için çocuklarımızı Türkiye ve AB ülkelerine
gönderiyoruz.”
“Kıbrıs’ta üniversite okunur mu?” sorusuna cevap bulmak için
ulaştığımız, isminin yazılmasını istemeyen bir akademisyen ise oldukça
farklı bir konuya dikkatimizi çekiyor. “Burada ne sebeple olduğunu tam
bilemediğimiz çalışma izni hususunda ailelere çıkartılan zorluklar var.
Mesela baba çalışma izni almış ancak hanımı ve çocuğu oturma ve çalışma
izni alamadığı için aileler bölünüyor. İki yıl önce
çıkan kanunla ise 18 yaşına gelmiş çocuğa ayrıca oturma ve çalışma izni
şartı getirildi. Bunların hepsi ciddi meblağlarda para demek oluyor.
Bunun yanında her izin alınışında aşağılayıcı bir şekilde hastanelerden
farklı testler isteniyor. Sanki TC’den gelen bütün insanlar hastalıklı
gibi davranılıyor.”
Son on yıl içinde Türkiye’den gelen Türklere karşı çıkartılan
zorluklar 50 binden fazla kişinin adadan ayrılmasına sebep olmuş.
İnsanlar azalan ada nüfusunun arka planında kurulacak federatif yapının
ada üzerindeki yetki ve görev paylaşımının olduğunu düşünüyorlar.
Adanın nüfus yapısı Başpiskopos tarafından % 82 Rum % 18 Türk olarak açıklanmıştı.
Son sayımlarda 862 bin Rum, 295 bin Türk nüfus tespit edildiği için
Başpiskoposun verdiği oranlar doğru gözükmüyor. BM gözlemcilerinin
katıldığı sayımlarda oran, Piskoposluğun dediği gibi değil, % 25’e, % 74
ile Türk tarafının lehinde. İngilizlerin adaya geldikleri sırada
yaptıkları nüfus sayımında bu oran % 40’a % 60 civarındaydı.
Sonrasındaki yaşanan hadiselerde elbette adadaki nüfus dengesi çok
değişti ancak son 79 yılda Türk nüfusunun % 130 Rum nüfusunun ise % 220
oranında artış göstermesi zihinlere farklı soru işaretlerini getirmiyor
değil.
AB oyun mu sonuç mu?
Dört günlük bu kısa seyahatimizde adadaki iki ciddi “açık havaya” da
değinmeden edemiyoruz. Birisi adanın “tarihi açık hava müzesi” oluşu. Bu
durum yazının başından beri zaten hissediliyor, diğeri ise adanın “açık
politik arena” yüzü. Uygulanan politikalar, ada halkı tarafından o
kadar yakinen takip ediliyor ki çoğu Kıbrıslı, Kıbrıs uzmanı gibi
konuşuyor.
Esnaf Abdullah Bey anlatıyor: “Adaya ilk geldiğimizde bize verilen
kimliklerin üzerinde Kıbrıs Federe Türk Devleti yazıyordu. Üç aya kadar
federasyon olacak deniliyordu. Yıllar geçti ne ortada devlet var ne de
federe yapı.” İkinci misal Selimiye Mahallesi Muhtarından: “Onlar ister
Türkiye’nin garantörlüğünün
kalkıp büyük bir Hıristiyan toplumu olan AB içinde asimile olup giden
küçük bir Kıbrıs olmak. Bu bizim işimize gelmez; ancak bu gün bile bizim
çocuklarımız eline aldığı AB kimliği ile göç edip gidiyorlar.” Din
İşleri Başkanı Talip Atalay’ın yorumu ise daha da enteresan: “Burası
global siyasetin bütün unsurlarını barındıran bir adadır. Kasabalı
global aktörlerin hepsini idare etmeyi öğrenmiş. Türkiye bu işi içeriden
çözmediği müddetçe kasabalıyı yenme şansı yoktur.”
Ortada bir problem var ve insanlar bunu biliyorlar. Problem adadaki
insanların kimlik ve pasaport probleminin de üzerinde. Aslında problemin
kaynağındaki Rum tarafının varlığı ve verdiği rahatsızlıklar zaten
biliniyor. Ancak Türk tarafından kaynaklanan mutsuzluğun sebebi kabul
edilmiyor ya da bilinmiyor. Onu da Vakıflar İdaresi Genel Müdürü Prof.
Dr. İbrahim Benter özetliyor:
“Kıbrıs’ın iki vebası vardır. Bunlardan biri cami imamları diğeri ise
siyasi parti mensupları. Vakıflar olarak biz bu iki gruptan çok
muzdaribiz. İmamlar robot gibi gelirler üç kişi ile namazı kılıp gider
evlerine tv’nin karşısına geçerler. Ne burada Kıbrıs halkı ile
ilgilenirler ne de camilerle. Siyasi parti mensupları da iktidara
gelince adayı rant alanı olarak görürler, ortada bir iş döndüğünde
kendilerine, akrabalarına, yandaşlarına menfaatine bakarlar ve tek
davaları kendi partileridir. Vakıf malları ve toplum menfaati nedir
bilmezler. İktidarı kaybedince de kimsenin selam vermediği
şahsiyetsizlik onların peşini bırakmaz. Cami imamlarını ve siyasi parti
mensuplarını bir uçağa doldurup adadan uzaklaştırsak ada güllük
gülistanlık olur.”
Ticaretle güçlenen adanın dışarıdan gelenlere karşı bağımsızlığını
elde ettiği dönemlerde ise ilk iş olarak, kendini güven altına almak
için en yakın Anadolu topraklarına ve bugünkü Trablus ve Beyrut’a
saldırmasının altında, aslında bir hakikat var. Bir ada olarak Kıbrıs’a
birçok devlet talip olabilir; ancak elinin ucuyla tutanlar her an adayı
elinden kaçırabilir.
Kıbrıs’ta Olmayanlar:
- Çok katlı binalar
- Kırmızı ışık
- Rüzgar gülü ya da güneş enerjisi panelleri
- Tarih bilgisi ve birlik şuuru
- Camide cemaat
- Din görevlilerine sempati
- Toplu taşıma
- Kuzeyden Hala Sultan Türbesine geçiş
Olanlar:
- AB beklentileri
- Çözüm baskısı
- Vakıf mallarında talanlar
- İngiliz hayranlığı
- Cümbez, hurma
- İki katlı beyaz evler
- Askerlik hatıraları
- Kaza ve nahiye
- Her yerde çifte bayrak, sınırlarda 4’lü bayraklar
- Siyasiler ve sendikalar
- Bıktıran bürokrasi
Gezerken Konuşulanlar:
- Lala Mustafa Paşa’nın vakfettiği arazi olan Maraş ara bölge vakıf
malı olarak duruyor mu yoksa basiretsiz yöneticiler tarafından
İngilizlere satıldı mı?
- Rum sınırına yakın yerde kalan Akıncılar köyü boşaltılmalı mı boşaltılmamalı mı?
- TC’nin buraya kendisi geleceğine İngilizler gibi nâmı gelse daha iyi değil mi?
- Türkiye’nin gündemine Kıbrıs ABD’nin uluslararası politikalarıyla
beraber geliyor. On iki adaları kaybettikten sonra ABD olmasa Türkiye
adaya sahip çıkabilecek miydi?
- Din vergisinin konulduğu tek yer Kıbrıs’tır. Fazıl Küçük 1959 yılına
kadar camileri yaptıran, din eğitimi için Türkiye’ye talebe gönderen
bir kişi iken bu tarihten sonra Kıbrıs’a ne olmuştur ki dinle arasına
mesafe koymuşlardır.
- Buranın ruhu askerdir. Kıbrıs’ı ve Kıbrıslıları ve özellikle
buradaki siyasi partileri anlamak istiyorsanız buraya biraz da asker
gözüyle bakabilmelisiniz.
- Ada halkı Türkiye’den gelen her türlü yenilik ve faaliyetlere karşı duyarlı.
- Burada siyasi problemler denilerek aslında toplum mühendisliği yapılıyor.
Yakaladıklarımız:
- Osmanlı fethinden beri önemi hiç azalmayan yerli halkın desteği
- İlk özerk tohumlar ve bitmeyen idari yapılanma problemi
- Eskiden ve günümüzde adada değişmeyen: Kölelik
- Dengelenemeyen bütçe problemleri
- Egemenliğin ve dini hayatın sürekliliği endişesi
- İnsan ve Hayat Dergis