28 Kasım 2013 Perşembe

KİM BEN ÂLİMİM DERSE O CÂHİLDİR”



Hadîs-i Şerîf:
 “Muhakkak ben âlimim’ diyen kimse câhildir. ‘Muhakkak ben câhilim’ diyen kimse câhildir. ‘Muhakkak ben cennetteyim’ diyen kimse cehennemdedir. ‘Muhakkak ben cehennemdeyim’ diyen kimse cehennemdedir.” 
(Hadîs-i Şerîf, Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr)
Hicrî:25 Muharrem 1434   •Fazilet Takvim

“KİM BEN ÂLİMİM DERSE O CÂHİLDİR”


İlim, Allâhü Teâlâ’nın kulunun kalbine verdiği bir nurdur. Mü’min o nur ile bilir. Hadîs-i şerîfte: “Mü’min Allâh’ın nûru ile bakar” buyurulduğu üzere o nurla nefsini câhil, kâsır, âciz, günahkâr, hakîr görür, kendinde ilim görmez. Nitekim âyet-i kerîmede “Allah bilir, siz bilmezsiniz.” buyuruldu.
İlimden birkaç bahis bilen kimsenin kibirlenmesi sırf cehâlettir. Kul için kibirlenmek haramdır. Muhakkak azamet ve kibriyâ sadece Allâhü Teâlâ’ya yaraşır, ona mahsustur. Onun sıfatlarından biri de “el-Kebîr” mübârek ismidir. Âyet-i celîle ve hadîs-i şerîflerde övülmüş olan ilim, Allâh korkusuna götüren ilimdir. Nitekim âyet-i celîlede: “Allah korkusunu kulları içinden ancak âlimler duyar” buyuruldu.
Âlim ilmi sebebiyle tevâzu eder, Allâh’dan hayâ ettiğinden kimseye kibirlenmez, Cenâb-ı Hakk’ın azabından emîn olmaz. Bilir ki Allâhü Teâlâ verdiği nimeti alabilir. Nitekim âyet-i celîlede “Allâh’ın azabından ancak ziyana uğrayan bir zümreden başkası emin olmaz” buyuruldu.
Peygamberler aleyhisselam hazretleri insanların en âlimi olduklarından Allâh’dan en çok onlar korktular ve onlarda asla kibir ve ucub; kendini beğenmek olmadı. İnsana hiç kimseye kibirlenmemek yaraşır.
İnsan, cahil bir kimseyi görünce ‘Onun bir mazereti var, benim mazeretim yok,’ demeli, kendisinden yaşlı bir kimse görünce ‘Bu benden çok ibâdet etmiştir’ demeli, yaşça küçük birini görünce ‘Benim Allâh’a isyanım bundan fazladır.’ yaş ve ilimce kendine dengini görse ‘Ben hâlimi ve noksanlarımı bilirim, ama onu bilemem,’ bir kâfir görse, ‘Âkıbeti Allah bilir, belki o Müslüman olarak ölür ben onun hali üzere ölebilirim’ vahşi ve korkunç hayvanlar görse ‘Bunlara azab olmayacak, benim halim ne olur?’ demelidir.
İnsan böylece bütün gayreti ile kendisini güzel ahlak ile süslemelidir. Âkibet sadece Cenâb-ı Hakk’ın malûmu olduğundan kişinin kendi ayıplarını görmesi başkasının ayıplarını görmesine mâni olur.
Hicrî:25 Muharrem 1434   •Fazilet Takvim



ISKÂT-I SALÂT VE DEVİR NASIL YAPILIR?



Hadîs-i Şerîf:
 “Üç şey vardır ki, ciddîsi de ciddî, şakası da ciddîdir. Bunlar; nikâh, talâk(boşama) ve yemindir.” 
(Hadîs-i Şerîf, Zeylaî, Nasbu’r-Râye)
Hicrî:24 Muharrem 1434   •Fazilet Takvim

ISKÂT-I SALÂT VE DEVİR NASIL YAPILIR?


Bir Müslüman namazlarını îmâ ile olsun edâ veyâ kazâya gücü yeter iken edâ ve kazâ etmeden vefât etse bunların âhiretteki mes’ûliyetinden kurtulabilmesi ümidiyle ıskât yapılabilmesi için malının üçte birinden vasiyette bulunmuş olması lazımdır. Iskât-ı salâtı için bir şey vasiyet etmemiş olan bir ölünün mükellef olan vârislerinden biri tarafından teberruan (mecbûren değil, bağış olarak) verilecek bir bedel ile de ıskât yapılabilir.
Namaz fidyesi için ayrılan para muayyen müddet için kâfî gelmezse bu para devir suretiyle bir fakire veya birkaç fakire de (zekât verilebilen sınıflardan herhangi birine) verilebilir.
Devir yapılırken aceleye getirilmez, usûlüne uyarak şöyle yapılır: Ölünün velîsi, yâni vârisi fidyeyi fakîre verirken “Filân oğlu filânın namaz fidyesi olmak üzere bunu al” deyip fakîre -hakikaten malı olmak üzere- vermeli, fakîr de bunu “kabul ettim” deyip aldıktan sonra kendi rızâsıyla ona hibe ve teslim etmeli, o da hibeyi kabul edip aldıktan sonra yine bu minval üzere o fakîre veya başka bir fakîre tespit edilen adet miktarınca vererek devretmelidir.
Mesela: Altmış iki yaşında vefat eden bir zatın 12 yıl çıkarılınca 50 yıllık hayatının namazı için devir şöyle yapılır: Fitre miktarı 5 lira, elimizdeki fidye parası 900 lira olsa bu para bir ayın fidyesi olur. Bir fitre için verdiğiniz meblağ bir fidye olur. Bir fitre 5 lira ise bir ayda vitirle beraber 6 vakit x 30: 180 vakit namaz vardır.
180 x 5 = 900 lira, bir aylık namazın fidyesi olur. 50 yılda (50 x 12=) 600 ay olduğuna göre 900 lira 600 kere devrederse 50 yıllık namaz ıskatı yapılmış olur.
Namaz fidyesinden sonra oruç keffareti, kurban keffareti sonra yemin keffâreti için tekrar devir yapılır.
Bozulup kazâ edilmemiş nâfile namazlar ile nezredilip de edâ edilmemiş nezir namazları ve kurbanları için de bir miktar devir yapılır.
Hatta yapılmamış tilâvet secdesi de bir vakit namaz gibi sayılarak bundan dolayı da fidye verilir.
Namaz fidyeleri tamamı bir kerede bir fakire verilebilir,
ama yemin ve oruç keffâretleri verilemez. (B. İslâm İlmihali, Ö. Nasuhî Bilmen)
Hicrî:24 Muharrem 1434   •Fazilet Takvim



SEKSEN BİN DİRHEMLİK HARF



Hadîs-i Şerîf:
 “Ümmetimin en şereflileri, Kur’ân okuyup, ezberleyip onunla amel edenler ile geceleri ibâdet edenlerdir.” 
(Hadîs-i Şerîf, Beyhakî, Şuabü'l-Îmân)
Hicrî:23 Muharrem 1434   •Fazilet Takvim

SEKSEN BİN DİRHEMLİK HARF


Tarihçi İbn-i Hallikân, Vefeyâtü'l-A’yân isimli eserinde şöyle yazmıştır:
Abbâsî Halîfesi Me'mûn, tertîb ettiği bir hadîs dersinde dedesi İbn-i Abbâs hazretlerinden şu meâldeki Hadîs-i Şerîf'i senedi ile rivâyet etti: “Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: Bir kişi, bir kadınla hem dindarlığı ve hem de güzelliği sebebiyle evlenirse, ona fakirlikten perde olur.”
Ancak hadîs içinde geçen ve “bir açığı ve gediği kapatmak” manasına gelen “sidâdün” kelimesini “sedâdün” olarak okudu.
Mecliste hazır bulunan Tebe-i Tâbiîn'den fakîh ve muhaddis Nadr bin Şümeyl: “Ey Mü'minlerin emîri, Hadîs-i şerîf sahîhdir.” dedikten sonra başka bir rivâyetini Hz. Ali yoluyla naklederken o kelimeyi “sidâdün” diyerek okudu.
Halîfe Me'mûn hemen doğrulup o kelimeyi niçin öyle telaffuz ettiğini ve iki telaffuz arasındaki mâna farkını sordu.
Nadr, “Ey mü'minlerin emîri, ‘sedâd’: bir dîne ve yola girmeyi kasıttır. 'Sidâd' ise kendisi ile bir şeyi muhafaza için önünün kapatıldığı her şeye denilir.” diye izah edip bunu ispat edecek meşhûr bir beyit okudu.
Bunun üzerine Halîfe, hemen elli bin dirhem verilmesi için bir emir yazıp vezîrine gönderdi. Vezîr hadiseyi işitince otuz bin dirhem de kendisi verdi.
Böylece istifâde edilen bir harf sebebiyle seksenbin dirhem verilmiş oldu.


MUTFAĞIMIZ: İrmik Helvası (5-6 kişilik)
Malzemeler: Tereyağı 150 gr, irmik 1 su bardağı, şeker 2,5 çay bardağı, su 2,5 su bardağı, güner içi 10 gr.
Hazırlanışı: Bir tencerede tuzsuz tereyağını kısık ateşte eritip, ince bir süzgeçle başka bir tencereye süzülür. Süzülen tereyağı, güner içi (çam fıstığı) ile irmiği ekleyerek, kısık ateşte kavrulur. İyice kavrulunca başka bir tencerede kaynayan su konulur.
İrmik, suyunu çekene kadar karıştırılır. İrmik, suyunu çektikten sonra şeker ilave edilir ve tekrar çekene kadar karıştırılır. Çekmiş olan irmik helvası bir tepsiye boşaltılır üstü düzeltilerek soğumaya bırakılır.
Hicrî:23 Muharrem 1434   •Fazilet Takvim


26 Kasım 2013 Salı

HAMD'İN ÇEŞİTLERİ




Hamd'in Çeşitleri


Tasavvuf ehline göre hamd, mahmud'un (övülmeye lâyık olan zatın)  kemâlini izhâr etmektir. Allâh’ü Teâlâ'nin kemâli, O'nun sıfatları, ef’âli ve eserleridir.
Şeyh Dâvûd Kayserî hazretleri[1] dedi ki: "Hamd, kavlî (sözle olur) fiilî (sadece iş ve hareketler ile olur) ve hâlî (yaşamak ile) olur.
Kavlî (sözle) hamd: Cenâb-ı Allah'ın, peygamberleri (a.s.)'ın dilleri üzerine, kendi nefsini övdüğü şeylerle kişinin, lisanı ile Allah'a hamdü senâ etmesidir
Fiilî hamd: Kişinin beden ile yapılan ibâdetleri yapmasıdır   ve kerim olan Allah'a yönelerek, kişinin Allah rızası için hayır işlemesidir.  Çünkü dil ile hamdetmek insanın üzerine vacip oldu-ğu gibi, her uzvu (organı) hasebiyle belki her insanın her uzvunun üzerine hamdetmek vâcibtir. Her durumda Allah'a şükretmek gibi.
 Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَال   "Her durumda Allah'a hamd olsun"[2] buyurdukları gibi. Bu da ancak, her uzvun yaratılmış olduğu gayede kullanılmasıyla mümkün olur. Meşrû bir şekilde Allah'a kullukta nefsin haz alması ve memnun olmasını istemek değil; Allah'ın emirlerine sarılmak ve boyun eğmek için yapılan işlerle hamd olunur.
Hâlî hamd: Kalb ve ruh'un derecesine göredir. Kişinin, ilim ve amelde kemâl sıfatına sahip olması ve ilâhî ahlâk ile ahlâklanması gibidir. Çünkü, insan, zatı ve nefsinde, mükemmelliği bir meleke hâline getirmesi için, peygamberlerin diliyle, “insanlar, Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanmakla emrolunmuştur.” (1/10)
Hakikatte bu ise, zıddının olmaması cihetinde, "Zahir" isimle müsemmâ olan Hak Teâlâ'nın tafsil makamında kendisini övme-sidir. Amma Cenâb-ı Allah'ın, zâtı ilâhiyesini (bütün hamdleri içine toplayarak) cemi makamında kavlî olarak övmesi ise, kitablarında  (Tevrât, Zebur İncîl ve Kur'an'da) ve Suhuflarında zatını kemâl sıfatları ile tarif etmesidir. Fiilî övmesi ise, Cenâb-ı Allah'ın, Cemâl ve Celâlinin bütün kemâlatıyla ğayb'dan şehâdete, bâtından zâhire, ilimden kendisine, sıfatlarının güzelliğini ve isimlerinin velâyetini izhar etmesidir. Halî övmesi ise, Cenâb-ı Allah'ın ilk mukaddes feyzi ile zâtında tecellileri ve ezelî nûrunun zuhurudur. Cenâb-ı Allah, tafsilî (açıklamalı) ve cemi (topluca) olarak, hem  öven ve hem de övülendir.

لَقَدْ كُنْتُ دَهْرًا قَبْلَ اَنْ يَكْشِفَ الغِطَا اَخًا لَكَ اِنِّى ذَاَكِرٌ لَكَ شَاكِرٌ
فَلَمَّا اَضَاءَ الَّيْلُ اَصْبَحَتْ شَاهِدًا بـِاَنَّكَ مَذْكُورُ وَذِكْرٌ وَذاَكِرُ
    "Göz perdelerim açılmadan önce her zaman ben senin kardeşindim.
Gerçekten, seni zikrediyor ve sana teşekkür ediyordum.
     Ne zaman ki gece aydınlandı, sabah, senin, zikredilenin, zikrin ve zâkirin sen olduğuna şahidlik etti.     
Kavlî (sözlü olarak) hamd ile hamd eden herkes hamdettiğini (övdüğünü) ona mahsus kemâl sıfatları bilir ve tanır. Ona bu gerekir. Kayserînin sözü bitti.

Hamd


Hamd ve senâ şükre şâmildir. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, kitabına, لِلَّه  “Allah'a mahsustur” da, senâ ile nefsine hamdetti,
الْعَالَمِينَ رَبِّ Âlemlerin Rabbine cümlesinde, şükür ile hamddetti, الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ medh yâni överek, hamdetti.
  الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ(3) مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ (4 Allah, rahman ve rahimdir, cezâ gününün sahibidir, âyetlerinde ise, medh ile kendisine hamdetti.
Sonra kula bu üç şekilde Cenâb-ı Allah'ı hakikî olarak, ham-detmesi yoktur. Belki kul, taklid yoluyla ve mecâz olarak, Allah'a hamd eder.
Birincisi (hakîkî hamd), Cenâb-ı Allah'ı hakîkî manâda hamd ve senâ etmek, onun zat ve sıfatının künhünü anlamanın bir dalıdır. Cenâb-ı Allah'ın zât ve sıfatının mahiyetini anlama hakkında şöyle buyurdu: وَلاَ يُحِيطُونَ بـِهِ عِلْمًا  "Onlar, ilimce Onu (Allah'ın künhünü) ihâta edemezler."[3] وَمَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ  "Onlar, Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar."[4]
İkincisi (Taklid ve mecâz yoluyla hamd etme) ise, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, Mi’râc gecesinde أَثْنِ عَلىَّ  "Beni senâ et," hitabıyla muhâtab oldu. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri şöyle dedi.
 لاَ أُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْكَ "Ben seni (gereğince) senâ edebilecek güçte değilim," dedi. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, kulluğu izhâr edip, Allah'ın emrine uymanın elbette gerekli olduğunu bildi ve şöyle devam et:  أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ "Sen kendi zatını nasıl senâ ettiysen ben de öylece senâ ediyorum,"[5] dedi.
Bu, taklid yoluyla Allah'a hamd-ü senâ etmektir. Ve biz taklid yoluyla Allah'a hamdetmekle emrolunduk. Allahü Teâlâ bize kendisine hamdetmemizi şöyle emretmektedir:
 وَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ "Ve Elhamdü lillah, de” [6] Başka bir âyeti kerime’de:
  فَاتَّقُوا اللَّهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ "Onun için gücünüz yettiği kadar Allah’a korunun. 64/14" [7]  Te'vilâtı Necmiyye'de de bu böyledir.
Sadî şöyle buyurdu.
     “Vücûdumuzdaki her kıl O nun vergisi ve lütfudur. Nice seneler şükretsem, bir kılın şükrünü edâdan âcizim”


[1] Şeyh Dâvûd Kayserî Hazretleri. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Fakat 1258 (H. 656) veya 1261 (H. 659) tarihlerinde Kayseri’de doğduğu tahmin edilmektedir. Medrese tahsili gördü. İznik’i fetheden Osmanlı Sultanı Orhan Gâzi ilk olarak yaptırdığı  Orhaniyye Medresesine Davudu Kayseriyi müderris olarak tayin etti. Davudu Kayseri hazretleri, Osmanlının ilk resmi eğitimcisidir. İlmiyye heyetinin başıdır. Atomların enerji yüklü olduğunu ilk defa söyleyen Davudu Kayseri hazretleridir. Tasavvuf erbâbı ve bir gönül eri olan Dâvûd-u Kayseri hazretleri, 1350 yılında İznikte vefat etti. 
[2] Ebû Dâvûd, Edeb, 91; ibni Mâce, Zekat, 34,
[3] Taha: 20/110
[4] El-En'âm: 6/91
[5] Sahîh-i Müslim, salat: 222, ibni Mace, ikâme: 117,
[6] El- İsrâ.17/ 111
[7] Et-Teğâbun: 64/16
Ruhul Beyan c. 1,



24 Kasım 2013 Pazar

UKKÂŞE’(R.A) RESÛLULLÂH’DAN HAKKINI ALMASI



Hadîs-i Şerîf:


عن عائشه أنها سألت رسول الله صلى الله عليه وسلم وقالت يا رسول الله هل يُحشَرُ مَع الشُّهداءِ أحَدٌ؟ قَالَ نعم، مَن يَذكُرُ المَوتَ في اليَومِ واللّيلَةِ عِشرين مَرّةً
 Hz. Aişe “Yâ Resûlallâh! Şehitlerle haşrolunacak kimse var mıdır?” diye sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Evet. Gece ve gündüz ölümü yirmi defa hatırlayan kimse” buyurdular. 
(Hadîs-i Şerîf, İhyâu Ulûmiddîn)
Hicrî:21 Muharrem 1434   •Fazilet Takvim

HZ. UKKÂŞE’NİN RESÛLULLÂH’DAN HAKKINI ALMASI


Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.), vefâtlarına yakın, bir hutbelerinden sonra şöyle buyurdular:
“Ey Müslüman cemaati, muhakkak ben sizin için nebî, nasîhatçi ve Allâh’ın izni ile ona davetçiyim. Ben sizin için öz kardeş, merhametli peder makamındayım. Sizden kimin bende bir hakkı var ise kalksın da kıyâmette kısasdan önce benden kısas yapsın.”
Hiç kimse kalkmayınca, ikinci defa ve sonra üçüncü defa (mübârek sözlerini) tekrar buyurdular. Üçüncüde Ukkâşe bin Mihsan ayağa kalktı. Resûlullâhın önüne varıp:
“Anam babam fedâ olsun Yâ Resûlallâh, eğer siz üç defa buyurmasa idiniz, böyle bir şeyi aslâ arz etmez idim. Ben sizinle bir gazâda iken devemden inip dizinizi öpmek için size yaklaştım, siz bu sırada devenizi hızlandırmak için kullandığınız sopanızı kaldırıp böğrüme vurdunuz.” deyince Resûlullâh Efendimiz: Hz. Bilâl’e Hz. Fâtıma’nın hânesinden sopasını getirmesini emir buyurdular. Hz. Bilâl sopayı getirip Resûlullâh’a, Resûlullâh da Ukkâşe’ye verdi.
Hz. Ebûbekr ve Ömer, onlardan sonra Hz. Ali sonra da Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz Ukkaşe’ye kendilerine kısas yapmasını söylediler: “Yâ Ukkâşe, işte bizler önündeyiz, kısası bizden yap, Nebî aleyhisselâmdan yapma” dediler. Resûlullah razı olmadı: “Oturunuz, Muhakkak Allâh sizin derecenizi ve niyyetinizi bilir” dedi.
Sonra “Yâ Ukkâşe, vuracaksan vur.” dedi. Ukkâşe “Yâ Resûlallâh siz vurduğunuzda üzerimde elbisem yoktu” deyince Resûlullâh elbisesini açtı. Mesciddekiler sesli ağlamağa başladılar. Ukkâşe hemen eğildi ve sırtını öperek;
“Ruhum size fedâ olsun, Yâ Resûlallâh, sizden kısas yaparak kimin gönlü hoş olur. Ben bunu ancak cismim mübârek cisminize değsin de Rabbim senin hürmetine beni ateşinden muhâfaza etsin diye yaptım” dedi. Bunun üzerine Resûlullâh (s.a.v.);
“Cennet ehlinden birine bakmak kimin hoşuna giderse şu zâta baksın” buyurdular. Mesciddekiler gelip alnından öptüler ve; “Müjde olsun ki pek yüksek makamlara ve Resûlullâh’ın komşuluğuna erdin” diye tebrik ettiler.
Hicrî:21 Muharrem 1434   •Fazilet Takvim